“Atatürk
döneminde yargı da içler acısı vaziyette. Yüksek yargıçlar, Atatürk’ün antikomünist
nutkunu, Eskişehir
tren istasyonunda gece hazırolda dinliyorlar.”
“Milli
Mücadele, İslam dini istismar edilerek kuruldu. Din devleti oluyoruz havası
yaratıldı. İçki yasaklandı. Atatürk, kanuna aykırı olarak içki içti.”
“Atatürk,
orduyu güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu birine verdi. Planı, güçlü
bir orduya ihtiyaç duymadan, bölgesel paktlarla savaş riskini ötelemekti.”
* * *
NEDEN: METE
TUNÇAY
Bugün
yaşadığımız bütün çarpıklıkların kökü yakın tarihimizde yatıyor. Zaten bu
yüzden yakın tarihimizi öğrenmemiz, bütün gerçekleri bilmemiz, bunları açıkça
tartışmamız engelleniyor. Geçmişimiz, özellikle de yakın tarihimiz, eğitimin
her aşamasında sansürleniyor, çarpıtılıyor. Gerçeklerin üstü yalanlarla
örtülmeye çalışılıyor. Oysa, bugün bir türlü çözemediğimiz temel sorunlarımızın
kaynağını, bu ülkede ordunun ve yargının konumunu, Atatürkçülük ideolojisiyle
‘tek parti’ ideolojisinin ilişkisini ancak yakın tarihimizi bildiğimizde açıkça
görebiliriz ve düğümleri çözebiliriz. Türkiye’nin önde gelen
entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın
tarihimizi, Atatürk’ü, Atatürk’ün dinle, dindarlarla, Kürtlerle olan
ilişkisini, orduya, yargıya ve siyasete bakışını, yönetim anlayışını, tek
adamlığını, mücadele arkadaşlarının başlarına gelenleri, İstiklal
Mahkemeleri’ni konuştuk. ‘Türkiye’de Sol Akımlar’ ve geçtiğimiz günlerde
dördüncü baskısı yapılan ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin
Kurulması’ isimli kitaplarıyla Türkiye’nin yakın dönem siyasi düşünceler
tarihinin araştırılmasına ve erken Cumhuriyet döneminin anlaşılmasına büyük
katkıda bulunan Prof. Dr. Mete Tunçay, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde
ders veriyor.
* * *
İki temel
kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in
kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?
Kuruculara tek
tek bakacak olursak, Cumhuriyet’i askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet
Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz
edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey,
beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da
Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel
dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden
bahseder.
M. Kemal,
Milli Mücadele’ye niye daha geç katılıyor?
Başka şeylere
oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam İzzet Paşa’nın hükümetine girmek ve
harbiye nâzırı olmak istiyor. “Ben harbiye nâzırı olmak istiyorum” diye de
açıkça söylüyor. İzzet Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman Milli
Mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya
gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi
beklenemezdi...
M. Kemal niye
çok istediği halde, Osmanlı ordusunun başına getirilmedi peki?
İzzet Paşa
istemedi. İttihatçıların tabii kendi kadroları var. M. Kemal de bir zamanlar
İttihat Terakki’ye girmiş olmakla birlikte hep yanlış şeylerin arkasına düşüyor.
Nasıl yani?
İttihat
Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde yer alıyor. Kendisinden yaşça
küçük olan ve haklı olarak hep kızdığı, kıskandığı Enver Paşa’nın hizbinde yer
almıyor. Sonra İttihat Terakki’nin genel sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı
oluyor. Fethi Okyar bu makamdan düşüp de Sofya’ya sürülünce, “bu belayı da
al yanında götür” diye M. Kemal’i de Sofya’ya ateşe militer olarak
gönderiyorlar. Sorunuza, Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ve yargının
yerine gelince... Bizde Cumhuriyet’i kuran kadro tamamen askerin
içinden çıktı. Bunda şaşılacak bir şey de yok.
Yeryüzünde
askerlerin kurduğu başka hangi cumhuriyet var?
Afrika’da var
ama... Avrupa’da askerlerin yarattığı bir devleti düşünmek zor.
Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını kırdıktan sonra demokratik
olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu, De Gaulle’ün prestiji olmasaydı, darbe
yapacaktı. Çok da uzak bir geçmiş değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının
yerine gelince... Yargı hiçbir zaman ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı
ilkesine göre, yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin
geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç olmadı.
Yargı kime
bağımlı oldu?
Öncelikle
orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar da bunu açıkça ortaya koşmuştu.
Bakın... Cumhuriyet’in kuruluşunda ordu çok önemliydi. Yeniçeri
ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet’te Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu
önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk askerî diktatörlük modelini
Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket kurdu. Enver ve Cemal Paşalar,
Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim
erken Cumhuriyet de geniş ölçüde askerî bir nitelik taşır. Mesela 30
Ağustos 1926...
30 Ağustos
1926’da ne yaşandı?
30 Ağustos,
orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele’yi
başlatan ve Cumhuriyet’i kuran ‘ilk beş’in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat
Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan
ötürü İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay
geçti ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa, Cumhuriyet’in başbakanı İsmet
Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe
yükseltildi.
Bundan ne
anlamalıyım?
Bir kere,
Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı
Atatürk de asker, Başbakan İnönü de asker... Bir taraftan Karabekir asıl
isteniyor, diğer taraftan da “paşamız orgeneral olsun” diye terfi
ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet’in
başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde, “askerler,
Milli Mücadele’yi yaptılar ve Cumhuriyet’i kurduktan sonra üniformalarını
çıkardılar” diye hikâyeler anlatılıyor ya... Hayır,
üniformalarını çıkarmadılar.
Atatürk’ün, askerlerin
siyasete bulaşmasını istemediği ve hatta onlara,“Beyler ya üniformanızı
çıkarın, siyasete girin, ya da üniformanızla kışlada kalın” dediği
söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?
Atatürk,
askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını istiyor. Yoksa
askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok. Üstelik Atatürk’ün
kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925’te Kastamonu’da şapka nutkunu
söylüyor ya... Atatürk oraya mareşal üniformasıyla, ayağında çizmeler,
yanında köpeği ve elinde kamçısıyla gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil
giyiniyor ve şapka nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip
dönüyor. Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.
Kurulan
cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?
Kurulan
cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne
olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya
kadarki seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de
milletvekillerini seçmiyor.
Kimi
seçiyorlar?
Birinci
seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka
güvenilmiyor. “Halk, bütün gerilikleri getiriyor” diye düşünülüyor.
Zaten Halk Partisi’nde de bir asker ağırlığı var. Bugün hâlâ tartıştığımız
‘vesayet’ kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti
kuranlar...
Evet...
Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?
Bunlar, 19. yüzyıldaki
pozitivistlerden etkilendiler. 19. yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin
gelişmesi dünyada insanlara, “Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık
ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocuklukhikâyeleridir” duygusunu
verdi ve bu pozitivist ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek
memurlar ve burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi
kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın
taleplerinden korkuldu. Eğer
halka soracak olursak, “bunlar kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar
falan” dendi.
Cumhuriyet’in
kurucuları bu korkularında haklılar mıydı? Halkın kararına bırakılsa, yeni Cumhuriyet,
gerçekten bir din devleti olur muydu?
Biz hiçbir
zaman din devleti olmazdık. Çünkü imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı
tarihçiler, Osmanlı’dan teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir
imparatorluk, din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün
dinlere saygı göstermek zorundadır.
Osmanlı,
şeriatla yönetilmiyor muydu?
Hem evet, hem
hayır. 19. yüzyılda Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu
gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme,
boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi. Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele
sırasında içki yasağı kanunu çıkarıldı. Meclis’teki dindarların bir zaferiydi
bu. İçki yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu. O
gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri taleplerinin
olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir tehlike yok.
Cumhuriyet
kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne oldu?
Cumhuriyet
kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi
Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu birine teslim etti. “Her
general, bir önceki savaşa hazırlanır” diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak
da böyle... “Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin
içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!” diye Antalya’ya
demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz’den Gölcük’ü
dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için
Gölcük’ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete
okumasına bile izin vermiyor.
Nasıl?
Fevzi
Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece “Fevzi” diye adını
yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan
Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.
Cumhuriyet’in
en önemli devrimlerinden olan harf devrimine,Cumhuriyet’in genelkurmay başkanı
mı uymuyor? Atatürk niye ordunun başına böyle tutucu birini getiriyor?
Atatürk’ün
bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943’e kadar, 20 yıldan fazla
genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir
ortamda şöyle demişti: “Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata
yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin
etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de
aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da
tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı.”
Atatürk,
orduya nasıl yaklaştı?
Atatürk, orduyu
asla güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti.
Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir
orduya ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı
vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek
istiyordu işi.
Atatürk
döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki, yargının durumu neydi?
Atatürk
döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle
İstanbul’a giderken Eskişehir’e
uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde,
ikide peronda hazırolda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için “bunlar
hafif akıllı adamlardır” dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün
sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor,
yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay
yeterli sanırım.
Atatürk’ün
ölümünden sonra, ordu ve yargı Cumhuriyet’i koruyabilmek için nasıl bir
rol üstlendi?
Yargının rolü
hep ikincil kaldı. Orduya gelince... Atatürk döneminde geri plana itilen
ordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında birden bire, “savaşa girecek
olursak” diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona
çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye’ye daha fazla
öğrenci alındı. Nitekim 1960’ta, 300 generalin 275’i tasfiye edildi. Yani,
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa
1945’te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum
gece Genelkurmay Başkanı telefon edip,ona, “Paşam bir emriniz var mı” diye
sordu.
Sonuç ne oldu?
Ordudaki
yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti iktidarı tarafından
emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı
ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950’lerin
başında başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.
Darbe ihbarı
işe yaradı mı?
Hayır. Adama
inanmadılar, “iftira ediyorsun” diye adamı bir de mahkum ettiler. ‘Kızı
serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin
halkı için duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini,
ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller
de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü
savundular. ‘Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister
bunlar’ diye düşündüler.
Bizim
cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?
El cevap: hayır.
Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü
davranılabilirdi. Artık bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal
yok. Aslında Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit
Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı
çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi alfabe değişikliğidir.
Sizce niye
alfabe değişikliği en önemli devrim?
Çünkü dinle
dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki vardır. Müslüman olmakla
Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı
kırdı.
Bunu bilinçli
mi yaptı?
Bilinçli yaptı. Tarık
Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin
alfabesi tamamen dinle ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman
bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen“Hilafet kaldırmasın” çıkardı.
Düşünün... Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray’da
talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlattı.
Türkiye’nin en aydınlanmış kesimi bile hilafetin kaldırılmasına “hayır” diyor.
Aslında bugün
insanların korktuğu hilafet değil, şeriat. Cumhuriyet’in kuruluşunda oylama
yapılsaydı, halk şeriat ister miydi?
Osmanlı din
devleti olmamıştı ki Cumhuriyet olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir
din devleti olmaya gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde
teşvik ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir
şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek
mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf yapma mecburiyeti vardı.