“Ars et celare artem.”[2]
Temel Demirer
Benden, ‘Kültürel Yozlaşma ve Halkın Sanatı’ üzerine
konuşmam istendi.
Duymak istediklerine açık kulaklara göre bir ağız
olmadığımın altını çizerek, kültürel yozlaşma karşısında “Halk(ın) Sanatı”ndan
değil; günümüzde “devrimci sanat”tan ve gerekliliğinden söz edeceğim.[3]
* * * * *
“Olağan” denilen bir çılgınlık hâli olarak bugün:
sürdürülemez kapitalist çürüme, kokuşmuşluk, yabancılaşmayla damgalanmıştır!
Pierre Assouline’in, “Umut aynıydı, trajik”;[4] Paul
Auster’in, “Olduğumuz yerde değiliz, sahte bir konumdayız”; Milan Kundera’nın,
“Bugün, hepimiz birbirimizin benzeriyiz”;[5] Theodor W. Adorno’nun, “Ne
kadar güçlü olursa olsun, ilke olarak herkes bir nesne durumunda şimdi”; Walter
Benjamin’in, “Bugün ölmekte olanların ağzından, kuşaktan kuşağa bir yüzük gibi
dolaşan sapasağlam sözlerin çıktığı var mı? Bir atasözü bugün kimin yardımına
koşuyor?” “Ölümle pençeleşenlerin ülkesinde cümleler tamamlanmıyor, nasıl
sonlanacaklarını önceden biliyorsunuz”;[6] A. Tarkovsky’nin, “Dünyayı
yıkıntının eşiğine getirenler sözüm ona sağlıklı olanlardır”; Chuck
Palahniuk’un, “Öyle planlanmış vaziyetteyiz ve ince ince yönetiliyoruz ki,
burası artık dünya olmaktan çıktı. Burası lanet olası bir sahil güvenlik
teknesi oldu”;[7] George Orwell’in, “Uygarlığın bedeli eşitsizlikle
ödenmiştir.”[8] “Dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yiyecek
verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine
yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar.
İngiltere’de bir yaşına geldikten sonra, hiçbir hayvan mutluluk nedir bilmez,
hiçbir hayvan dinlenip eğlenemez. İngiltere’de hiçbir hayvan özgür değildir.
Hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki! İşte tüm çıplaklığıyla gerçek
budur,”[9] diye betimledikleri hâl insan(lık) için bir özgürlük alanı olan
sanatın meta fetişizmine “kurban edildiği” kültürel yozlaşmanın dölyatağıdır…
* * * * *
Bunun ne demek olduğunu tüm sarsıcılığıyla yaşarken, işte
birkaç örnek:
i) ‘Kültür ve Sanata Uygulanan Baskı ve Sansür/2014
Raporu’na göre, Türkiye’de 135 olayda hükümet tarafından doğrudan kültür ve
sanata yönelik yasaklama, baskı ve sansür uygulandı: AKP hükümeti tarafından
belgesel, sinema ve tiyatro oyunlarına 32 kez sansür ve yasak uygulandı… sanat
kurumlarında 22 usulsüz görevden alma, atama ve zorla istifa olayı meydana
geldi… 18 kez Radyo, TV, gazete sansürü ve yasağı konuldu… 17 kez internet ve
sosyal medya yasağı uygulandı… diğer sanat dalları ve edebiyat alanında 16
sansür ve yasaklama olayı yaşandı… kültür varlıklarına ve sanat alanlarına 16
saldırı gerçekleşti![10]
ii) “2014 yılının 5 sanat skandalı: ‘Akdeniz’ ve
‘Karacaoğlan’ heykellerinin kollarının kırılması; Ankara Devlet Resim ve Heykel
Müzesi soygunu; Namık İsmail’in ‘Krizantemler’ tablosunun onarılmaz hasara
uğratılması; Venedik’teki sergide ‘Kes sesini Tayyip!’ afişinin fotoşopla
örtülmesi yılın utanç verici olaylarıydı”![11]
iii) ‘Baskı ve Sansürlere’ dair Mayıs 2015 raporuna göre:
“Sarkis’in 56. Venedik Bienali’ndeki ‘Nefes’ eseri için hazırlanan katalogun
dağıtımı, Rakel Dink’in kaleme aldığı metin nedeniyle Dışişleri, Kültür ve
Turizm Bakanlıkları ile bazı sergi destekçilerince engellendi… Antalya Devlet
Senfoni Orkestrası’nca yorumlanacak Fazıl Say’ın ‘Nâzım Oratoryosu’, Güzel
Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün emriyle programından çıkarıldı. Devlet Çok Sesli
Korosu da Fazıl Say ile çalışmayacağını duyurdu… Edirne Valiliği, Tiyatro
Kumpanya’nın Can Yücel’in şiirlerinden oluşturulan ‘Can’ oyununun Edirne’de
sahnelenmesini yasakladı… Çanakkale Çocuk Bienali’nde Berkin Elvan ile ilgili
bir çalışma olması nedeniyle ilkokul öğrencilerinin sergiyi gezmeleri,
Çanakkale İl Milli eğitim Müdürlüğü tarafından yasaklandı… Maden Tetkik Arama
Enstitüsü Tabiat Tarihi Müzesi’ndeki müze tanıtımında ‘insan evrimi’ ile ilgili
bölüm sansürlenerek, ziyaretçilerin bölümü gezmeleri engellendi… Soner Yalçın,
‘Kayıp Sicil - Erdoğan’ın Çalınan Dosyası’ kitabında Bilal Erdoğan’a hakaret
ettiği iddiasıyla yargılandığı davada 1740 TL adli para cezasına çarptırıldı…
Oyuncu Defne Halman, Sadri Alışık Oyunculuk Ödülleri töreninde yaptığı
konuşmada ‘Rumelihisarı Sahnesine mescit yapılmasına izin vermeyelim’ dediği
için Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından hedef alındı… TRT Çocuk televizyonunda ‘Pepee’
isimli çizgi filmdeki bazı diyaloglar sakıncalı bulunduğu için çizgi film
yayından kaldırıldı… Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bakanlıkta önemli
görevlerdeki pek çok kişinin hukuksuz olarak ‘geçici görevlendirme’ yoluyla
pasifize edildiği ve bu görevlere bakana yakın birileri atanarak, aynı makam
için iki maaş ödendiği ortaya çıktı”![12]
iv) “Türkiye’deki baskı ortamı sanat ve kültür dünyasında da
giderek sansür ve otosansürü körüklüyorken; örnekler saymakla bitmez. Işık
Kansu’nun ‘Diren’ adlı oyununun sahnelenmesinin Edirne Milli Eğitim
Müdürlüğü’nce engellenmesi bunun örneklerinden. Her zaman doğrudan yasaklama da
gerekmiyor. Oluşturulan baskı ortamı, insanları otosansüre, Türkçesi kendi
kendine yasak getirmeye zorluyor. 51. Antalya Uluslararası Altın Portakal Film
Festivali’nde Reyan Tuvi’nin ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ adlı Gezi
belgeselinin başına gelenler hâlâ belleklerde...
Altın Portakal, hem de sinemamızın 100. yılında, yasal
yetkililere iş bırakmayan Festival Komitesi’nin otosansürüyle geçti tarihe…
Giderek bir ‘hastalık’ hâlini alan otosansürün son çarpıcı
örneklerinden biri de CNN Türk ekranlarında yaşandı. XVII. yüzyılın büyük
ustalarından Rubens’in ‘Üç Güzeller’ tablosu, RTÜK korkusuyla mozaikleniverdi.
Hem de, yüzyıllar içinde değişen güzellik anlayışının ele alındığı Dünyanın
1001 hâli adlı programda”![13]
v) Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, Devlet Opera ve Balesi
(DOB) Genel Müdürlüğü ile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Müzik
Direktörlüğü görevinden aldığı Rengim Gökmen hakkında, aylar sonra, devlete
bağlı sanat kurumlarını yok ettiği eleştirisi ile karşılanan Türkiye Sanat
Kurulu Yasa Tasarısı Taslağı (TÜSAK) ile ilgili “sosyal medya dahil yaptığı tüm
açıklamalarla kurum sanatçılarını ‘galeyana getirdiği’ ve DOB’un bölge müdürlerini
‘TÜSAK’a Hayır’ bildirisine imza attırmaya zorladığı” gerekçesiyle soruşturma
başlatıldı![14]
vi) Levent Üzümcü, politik görüşü, 2013 Sosyalist
Enternasyonal’de yaptığı konuşma, basına verdiği demeçler, sosyal medya
hesabından yaptığı paylaşımlar gerekçe gösterilerek ihraç istemiyle İstanbul
Büyükşehir Belediye Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk edildi ve hakkında
soruşturma açıldı![15]
vii) Ferhan Şensoy’un “Ferhangi Şeyler” oyununu izleyen
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin bir kısmı AKP
eleştirilerinden rahatsız oldu. Grup önce salonu terk etti, sonra da oyunu
bastı![16]
viii) William Shakespeare’in en güçlü ve en karanlık
tragedyası olan Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı ‘Macbeth, baskılarla 2014’ün
Kasım ayı programından apar topar çıkarıldı![17]
ix) Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz el-Suud’un
ölümü üzerine ilan edilen bir günlük milli yas nedeniyle Devlet Tiyatroları da
bir günlüğüne perdelerini kapattı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir
Tiyatroları’nda da yas nedeniyle 24 Ocak 2015’de oyunlar bir günlüğüne iptal
edildi![18]
x) Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın DT’nin sadece
repertuvarını değil, oyunların provalarını ve hangi oyuncunun hangi oyunda rol
aldığına kadar A’dan Z’ye her şeyi denetlediği öğrenildi… Bakanlığın, Müsteşar
Prof. Haluk Dursun’un bilgisi dahilinde, 2014-2015 sanat sezonu repertuvarı
hazırlanırken önce sahnelenecek oyunların metnini, sonra hangi oyunda hangi
oyuncuların yer aldığının bilgisi ile oyunlarda görevlendirilecek figüranların
listesini istediği de kaydedildi![19]
xi) Antalya Atatürk Endüstri Meslek Lisesi tiyatro topluluğu
tarafından ‘Rumuz Goncagül’ adlı oyunun oynanması için okul öğretmenlerinden
Emine Nar Kaya’nın yaptığı başvuru okulun inceleme kurulu tarafından
onaylanarak, Kepez İlçe Milli Eğitim Kurulu Komisyonu’na gönderildi. İlçe Milli
Eğitim Müdürü ve iki öğretmenden oluşan komisyon, cinsel içerikli olduğu
gerekçesiyle; oyunun içeriğindeki “muhabbet tellalı” kelimesinin “p.......k”
anlamı taşıdığı gerekçesiyle İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Komisyonu tarafından
izin verilmedi. Komisyona “sansürcüsünüz” diyen öğretmen ise sürgün edildi![20]
xii) “TÜSAK’a hayır… diyen gider” diyen TÜSAK’ın savunucusu
Nejat Birecik resmen Devlet Tiyatroları’nın genel müdürü oldu![21]
xiii) Eski Genel Müdür Mustafa Kurt’un ‘Güneş Batarken Bile
Büyük’ oyununun kaldırılacağını söylediğini belirten ve 27 Ekim 2014’de
görevinden istifa ettiğini açıklayan İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Şakir
Gürzumar, nedenini sorduğunda “Öyle emir geliyor” yanıtını aldığını anlattı![22]
xiv) Genco Erkal’ın açık hava tiyatrosuna dönüştürdüğü,
İstanbul Eminönü’ndeki Çorlulu Ali Paşa Hanı’ndaki tiyatrosu kimliği belirsiz
kişilerce tahrip edildi. Erkal, 2013’ün Mayıs’ından beri Nâzım Hikmet’ten
uyarlanan ‘Yaşamaya Dair-Bursa Cezaevi’nden Mektuplar’ oyununu sahnelediği
tiyatroda, seyircilerin oturduğu platformun tamamen parçalanmış olduğunu
söyledi![23]
* * * * *
Bu kadar da değil; ayrıca Hülya Küpçüoğlu’nun, “Çağdaş sanat
günümüzün yıldızı; dünya tarihinde olmadığı kadarıyla büyük paraların
dolaştığı, bir ucu Dubai
şeyhlerine uzanan bir küresel ağ aynı zamanda,” notunu düştüğü koordinatlarda
kültürel yozlaşmanın bir getirisi olarak sanat meta fetişizminin dişlileri
arasında öğütülüyor.
Örneğin Christie’s’in New York’taki müzayedesinde 11 Mayıs
2015’de “sanat piyasası”nı allak bullak eden
iki rekor kırıldı. Pablo Picasso’nun ‘Cezayir’in Kadınları’ tablosu New
York’taki Christie’s Müzayede Evi’ndeki açık artırmada tam 179 milyon dolara
alıcı buldu. Tablo ulaştığı rekor fiyatla dünyanın açık artırmada satılan en
pahalı sanat eseri unvanını elde etti.
Yine XX. yüzyılın en seçkin heykeltıraşlarından Alberto
Giacometti’nin gerçek boyutlu ‘İşaret Eden Adam’ adlı heykeli de 141.3 milyon
dolara satıldı. Daha önceki rekor, İngiliz ressam Francis Bacon’ın, 2013’te
yine Christie’s tarafından 142.4 milyon dolara satılan ‘Lucian Freud Üstüne Üç
Çalışma’ adlı yapıtına aitti.
“SANAT”IN 100 MİLYON DOLARLAR KULÜBÜ
|
||
NE?
|
KİMİN?
|
EDERİ/ YIL
|
‘Cezayirli Kadınlar’
|
Pablo Picasso
|
179 milyon dolar / 2015.
|
‘İşaret
|
Alberto Giacometti
|
141.3 milyon dolar / 2015.
|
‘Lucian Freud Üstüne Üç Çalışma’
|
Francis Bacon
|
142 milyon dolar / 2013.
|
‘Çığlık’
|
Edvard Munch
|
119.9 milyon dolar / 2012.
|
‘Çıplak, Yeşil Yapraklar ve Büst’
|
Pablo Picasso
|
106.5 milyon dolar / 2010.
|
‘Yürüyen Adam I’
|
Alberto Giacometti
|
104.3 milyon dolar / 2010.
|
‘Pipolu Çocuk’
|
Pablo Picasso
|
104.1 milyon dolar / 2004.
|
Kolay mı? 2010’da yapılan bir araştırmaya göre, dünyadaki
sanat satışlarının toplamı 52 milyar dolar. Bunun yüzde 48’i müzayedeler tarafından
gerçekleştiriliyor, geri kalan yüzde 52’si diğer kişi ve kurumlar tarafından
yapılıyorken; “On yılın çılgın piyasasında fiyatları 100 milyon doların
yukarısına fırlayan sanat yapıtları ‘güvenli kâr payları’yla rekor üstüne rekor
kırıyor,” vurgusuyla ekliyor Celal Üster: “Uluslararası sanat piyasasındaki,
özellikle de müzayedelerdeki rekor fiyatları ‘Senet mi, sanat mı?’ dedirtiyor”!
Evet hâl buyken; Guy Debord’un ‘Gösteri Toplumu’nda
öngördüğü gibi, toplum yapısında kültür/ sanat hem metaların en ünlüsü
olacaktı, hem de karmaşık tüketim ağı içinde iktisadın taşıyıcı unsuru hâline
gelecekti.[24]
Bu karanlık tablo hepimize George Santayana’nın, “Sanat da,
hayat gibi, özgür olmalıdır”; Schiller’in, “Sanat, özgürlük tarafından
emzirildikçe büyür”; André Gide’in, “Şeytan’ın işbirliği olmadan sanat eseri
yaratılamaz”; Chuck Palahniuk’un, “Sanat asla mutluluktan doğmaz”;[25]Oscar
Wilde’in, “Bir sanatçı için en uygun iktidar, var olmayan
iktidardır,”[26] uyarılarını bir kere daha anımsatırken; sanat müzayedeleri
milyon dolarlarla kapanıyor, sanat ve kültür burjuvaların yakasına taktığı
birer rozettir, gösteriştir, metadır artık!
“Kullan at çağı”nda sanat, artık bir tüketim aracıdır
sadece: “Bienaller”, “Çağdaş Sanat Müzeleri”, “Müzayedeler” vs. ile… Ya da
‘Yavaşlık’ta Milan Kundera’nın hatırlattığı üzere: “Her şey düzenlenmiş,
ayarlanmış, yapay, her şey bir oyun, hiçbir şey içten değil ya da başka bir
deyişle, her şey sanat”tır[27] artık!
* * * * *
Tablo böyleyken; buna bir de -süreğenliğinde!- AKP faktörü
eklendi!
Recep Tayyip Erdoğan’ın gazeteciler için patronlara “mademki
paralarını siz veriyorsunuz, sizin söylediğinizi yapacaklar” dediği despot
anlayışı AKP yönetimi sanata da uyguladı.
“Mademki parayı devlet veriyor, o zaman bizim
istediklerimizi yapacaklar,” anlayışıyla tiyatroda oyun seçimlerine müdahale
ettiler. Oyun yasakları konuldu. Oyuncular hakkında soruşturmalar açıldı.
Operaya, “kafa şişirici gürültüler” dediler.
Baleye, “çıplak kızlarla erkeklerin sahnesi” gözüyle
baktılar. Dans sanatına “tövbe” dediler, “günahtır.” Heykel zaten yasaktı.
“Ucube” deyip yıktılar.
Resim her zaman kuşkuluydu. “Kadınlar örtülü mü, değil mi?”
gözüyle dolaştılar.
Şiir, ilahi olursa iyiydi, öykü, roman hep sansürden
geçmeliydi…
Yeniden “Saray sanatçıları” dönemine dönmeyi hedefliyorlardı.
Saray mızıkacıları. Saray oyuncuları. Saray kasidecileri.
Böylelikle karşımıza sanatı Ece Erken’lerle, Alişan’larla,
Acun’larla yapan; Kaç-Ak Saray’ı eser, müteahhidi de “sanatçı” diye lanse eden anlayışsızlık
dikildi…
Sonrasında ise Yavuz Bingöl’ler devreye sokuldu!
Mantık, akıl, duygu tutarsızlığı içinde bocalayan
“sanatçı”lar ya da “Bu ödülü sizin elinizden almak onurdur” diyebilen süs bebek
(bkz. H. Koçyiğit) kişilikler, Ersoy’lar, Gencebay’lar, despotun sanatçısı
olmaya yakıştılar!
Bu kadar da değil! Edebiyat alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür
ve Sanat Büyük Ödülü’nü alıp, sokak eylemlerine değinirken, “Bir kalem darbesi
ile ergenleri sokağa döken yazarın yaptığı helal değildir” demesiyle maruf Alev
Alatlı, Erdoğan için “entelektüel birikim”li lider vurgusuyla şunları
diyebildi:
“Dünya 5’ten büyüktür. Beynelmilel medya kartellerinin,
muhtelif strateji uzmanlarının nadan dünyalarından büyüktür. Sayın
Cumhurbaşkanım siz ve ekibiniz dünyadaki bugün 1.5 milyon Suriyeli’ye
kapılarını açtığınız için tarih sizi ayrı bir yere yazacak. Dünya 5’ten
büyüktür dediniz ve tüm oligarkları boşa çıkardınız. Bugün George Orwell olsa
sizi ayakta alkışlardı. O yetmez Daniel Defoe de kalkar o da alkışlardı. Sizin
sahici dostlarınız sanatçılar ve edebiyatçılar arasındandır. Yükselen
trendlerle beraber yükselmekten imtina eden
ve çoğu kez onlara rağmen yükselen bağımsız yazar arkadaşlarım, sanatın,
edebiyatın muhasebeleştirelemeyeceği bir düzeni özleyen edebiyatçılar ve tabii
başta bu ödülü bana layık gören zat-ı aliniz ve ekibinize teşekkür ediyor ve bu
çatı altına olmaktan çok mutlu olduğumu söylemek istiyorum…”[28]
Benjamin Franklin’in, “Para ve insan arasındaki karşılıklı
ilişki şöyledir: İnsan, paranın sahtesini yapar, para da insanın”; D. H.
Lawrence’ın, “Para bizim deliliğimiz, bizim
devasa kolektif deliliğimiz,” uyarısını anımsatan bu yalakalıkların altını
çizerken hatırlatalım: “Sanatın evreninde ‘büyüklük’, yalnızca eşsiz bir
yetenekle, olağanüstü bir teknikle erişilebilecek bir zirve değildir. Sanatçıyı
aynı zamanda ‘büyük sanatçı’ kılan en önemli ölçütlerden biri de sanatçının
hayatın çok, ama çok özel dönüm noktalarında sergilediği çok, ama çok özel bir
‘tavır’dır. O tavır ya da ‘duruş’, sanatçıyı yalnızca sanatıyla sınırlanmış
olmanın çok ötelerine taşır, ona sanatını da kapsayan ve sanatta vardığı
zirvelere başka açıklamalar da getiren nitelikler kazandırır.
Tolstoy, din alanında peş peşe savunduğu radikal görüşler
nedeniyle kendisini: ‘Bu kadarına Çar ne der?’ sorusuyla uyarmak isteyenlere şu
yanıtı vermişti: ‘O Çar ise ben de Tolstoy’um!’
Beethoven, bugün ‘Eroica’ adıyla da bilinen 3. Senfonisi’nin
başına önce ‘Bonaparte’ yazmıştır. Ancak o güne kadar Büyük Fransız Devrimi’nin
yetiştirdiği bir özgürlük kahramanı olarak saygı duyduğu Napolyon’un imparatorluk
tacını giydiğini duyunca: ‘Yaa! Demek o da artık sıradan ölümlüler arasına
katıldı! Demek o da artık kişisel iktidarı uğruna bütün özgürlükleri baskı
altına almaktan çekinmeyecek!’ diyerek ithafını yırtar.”[29]
Sanatçı budur; yani 1970’lerde, “Devrimci bir tiyatro
yapıyoruz diyebilmek ancak devrimi yapabilecek sınıfların yanında, onun
kavgasında yer almakla olanaklıdır. Bu insanları da ancak gecekondularda,
fabrika kapılarında, çamurlu sokaklarda bulabiliriz, ücreti 10-15 lira olan
kadife koltuklarda değil,” sözlerini haykıran Mehmet Ulusoy’un ifadesindeki
duruştur…
* * * * *
Tüm bunlar kültürel yozlaşmanın somutuyken; toplumsal
ölçekli lümpenleşmenin de muharrik gücüdür.
Emre Kongar’ın, “Türkiye’nin kaderine, işçi sınıfı,
burjuvazi ve demokratlar yerine, lümpenproleterya ve lümpenburjuvazi üzerinde
yükselen lümpendemokratlar egemen oldu:
Lümpenproleterya, işsiz, güçsüz ama en önemlisi, bilinçsiz
işçilerdir.
Lümpenburjuvazi terimini, sırtını devlete dayamış olan veya
sahtekâr, üçkâğıtçı, en önemlisi de çağdaş değerlerden yoksun burjuvazi için
kullanıyorum. (Örnek: Milletin a.... koyan işadamı.)
Lümpendemokrat terimini ise, sadece seçim sürecini kabul eden
ama başta muhalefet ve ifade özgürlükleri olmak üzere, temel hak ve
özgürlükleri reddeden sözde demokratlardır,” dediği tabloda “lümpen” terimi
esası itibarıyla “tortu” demektir.
“Lümpen” Almanca’da “paçavra” anlamına gelir. “Lümpen
proletariat” terimi ise paçavralar içinde yaşayan aşırı derecede yoksul işçi
kesimini anlatır. Bu insanlar eğitim ve sınıf bilincinden tümüyle yoksundurlar,
karın tokluğuna çalışırlar, bugünden yarına yaşarlar, ne en küçük bir umutları
ne de geleceğe ilişkin herhangi bir planları vardır.
Lümpenlik daha çok ahlâki bir yozlaşmayı gösterir. Samimiyet
ve dürüstlük denen şeylerin enayilik olarak algılandığı bir kafa yapısını
gösterirken; o yalakadır ve onu için aldatma esastır.
İşsiz, güçsüz ve sınıf bilinci olmayanlardan oluşan;
kapitalizmin “ayak oyunları”na kanan güruh olarak nitelenen lümpenleri Karl
Marx, ‘18 Brumarie’de “Dilenciler, paçavra toplayıcılar, genelev işletenler,
yankesiciler, salıverilmiş mahkûmlar, terhis edilmiş askerler, haydutlar,
burjuvazinin perişan olmuş maceracı dallarından oluşan, tüm sınıf konumlarının
reddettiği dağınık bir kitle,” olarak tanımlar.
Karl Marx’ın tehlikeli sınıf olarak tanımladığı lümpen
proletarya, “Toplum dışına itilmiş, izah edilmeyenlerin (…) dışlananların bir
araya toplanmasıdır. (…) Emek bağlılığı yoluyla oluşan bir kimliğin ihtiyat
ağından düşmüş” olanların meydan okuma gücünü ve boyun eğme güçsüzlüğünü
bütünleştiren bir kavramdır.
Daha geniş anlamıyla lümpen proletarya sınıf bilincine dair
tartışmayla ilişkilidir. Bu kavramla kapitalist toplumsal formasyonlarda savaş
gibi uzayan ve ağırlaşan iktisadi, siyasal, toplumsal bunalım, çözülme dönemlerinde
nüfusun önemli bir kesiminin gerici (reaksiyoner) siyasal ideolojilere ve
akımlara açık yüzergezer kitle olduğuna işaret edilmek istenmektedir. Marksist
faşizm çözümlemelerinde Otto Bauer ile kısmen Leon Troçki bu kavrama
başvururlar.
Toplumun kıyısında yaşamaya mahkûm edilmiş, mülksüz ve
giderek mülksüzleşen kesim olarak lümpen günümüzde paradigma kaymasına
uğramıştır; günümüz lümpeni sahip olamadığı maddiyatı sahipmiş gibi
gösterebilmek adına bazı davranışlar sergilerken; pasifize edilmiş, alıklaştırılmış
insanlar topluluğuna denk düşer…
Yani bir konuda bilgisi olmadığı hâlde, her şeyi biliyormuş
gibi görünmeye çalışan, genel kültür düzeyi düşük, yaşam tarzı ve
davranışlarıyla içinde bulunduğu toplum ve sınıfa göre tezat oluşturan, hiçbir
değeri taşıyamayan, kendine has bir dünya görüşü ve duruşu olmayan, fast food
kültür tüketicisi, görgüsüz, öğretimsiz, öğretimden ziyade eğitimsiz, toplum
içerisinde nereye koyarsan koy eğreti duran, at yarağına kelebek konmuş imajı
sergilemesine rağmen ülkemizde fazlaca bulunması nedeni ile artık lümpen
olmayanların çok daha dikkat çekmesine sebep kesim olarak Recep İvedik ya da
Burhan Altıntop örnekleriyle karakteriz olan kesim hakkında Hilmi Yavuz şunu
altını çizer:
“Sınıfsız ve tarihsiz olmanın belirlediği bir konumda
görüyor kendini lümpen: ne o, ne öteki! Türk lümpeni hem kırsal kültürü hem
kentsel kültürü, hem doğu kültürünü hem batı kültürünü olumsuzluyor. Onun yaşam
ve kimlik imajını belirleyen bağıntı budur: ne o, ne öteki...”
* * * * *
Lümpenleştiren, yozlaştıran sürdürülemez
kapitalizm aynı zamanda bir “Kültür Endüstrisi” ya da “Bilinç
Endüstrisi”dir de…
Kültür endüstrisi, kapitalizmin yeniden üretiminde büyük rol
oynayarak, herhangi bir duyumdan yoksun, kendi inisiyatifini yavaş yavaş
kaybeden ve memnun bir tüketici üreten bir kurumdur. Theodor W. Adorno ve Max
Horkheimer’in belirttiği gibi, “İzleyicilerden bağımsız hiçbir düşünce
beklenmemelidir.” Yani birileri cebini diğerlerinin cebinden aldıklarıyla
doldururken arada kurulan naylon düzenle insanlar eylemsizliğe itiliyor.
Kültür endüstrisi, ne yaptığını bilmeyen ve durmaksızın
eğlenen bir kitle toplumu yaratmanın yanı sıra, kapitalizm yanlısı ideolojileri
de aktif olarak yayar. Uyum sağlama, tüketme, sıkı çalışma ve bireysel olarak
başarma gereksinimleri ile ilgili mesajlar, kültür endüstrisi ürünlerinin tipik
bir özelliğidir. Bunlar işgücünün motivasyonuna yardımcı olur ve kolektif
eylemi engeller. Bir bakıma “yeni dünya düzeni” bile denilebilir. Zengin ve
fakir kavramı yüzyıllardan beri süre gelirken bu kavramla uçurumlar en aza
indiriliyormuş gibi gösterilse de aslında sadece para babalarının lehine
gelişen bir kurumdur. Yüksek sınıf üzerinden kurulan o ciddiyet en aza
indirilirken, fakir sınıfın bu dengesizliğe, adaletsizliğe karşı isyanı da bastırılır,
o öfkesi susturulur.
Tam anlamıyla bir çıkar ilişkisi düzeni kurulur. Dışardan
bakıldığından iyi niyetli bir kurum gibi görülse de aslında her bir
mekanizmasına çıkar ilişkisini donatmış bir kurumdur. Efendiler ve
tüketicilerin oynatma düzeni. Müşteriler el üstünde tutuluyormuş gibi
gösterilerek uyutulur ama en fazla tüketicidir. Sanatta kültür endüstrisinden
payına düşeni almıştır. Tüketim toplumunun getirilerine göre sanat üreten bir
düzen hâli olmuştur.
“İlke, bir yandan tüm tüketici gereksinimlerinin kültür
endüstrisi tarafından giderilebilmesini dayatır, öte yandan da bu
gereksinimleri önceden insanın hep bir tüketici, sadece kültür endüstrisinin
bir nesnesi olarak yaşamasını sağlayacak biçimde düzenlemektir. Kültür
endüstrisi bu aldatmacayı tüketiciye doyum o diye yutturmakla kalmaz, bunun da
ötesinde tüketicinin zihnine, ona ne sunuluyorsa onunla yetinmesi gerektiğini
kazır”ken;[30] kültür endüstrisi kendisini haz ekseninde türeten bir
sistemdir esasında ve her aşırı tüketilen şeyin başına gelen şey hazzın da
başına gelmiş, tükenmiştir. Kültür endüstrisinin buna yanıtı ise hazzın yerine
geçecek yeni metalar türetmektir.
“Her film, bir sonraki filmin fragmanıdır” cümlesiyle
Theodor W. Adorno’nun gayet güzel özetlediği “Kültür endüstrisi eski olanla
tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirir. Kitlelerin tüketimine göre
düzenlenen ve büyük ölçüde o tüketimin yapısını belirleyen ürünler, tüm
sektörlerde az çok bir plana göre üretilir. Tüm sektörler yapısal olarak
benzerdir ya da en azından birbirinin açıklarını kapatarak, neredeyse tamamen
gediksiz bir sistem oluştururlar. Bunu olanaklı kılan sadece çağdaş teknik
olanaklar değil, aynı zamanda ekonomik ve yönetsel yoğunlaşmadır. Kültür
endüstrisi kasıtlı olarak tüketicileri kendisine uydurur. Binyıllardır ayrı
duran yüksek ve düşük sanat düzeylerini, her ikisinin de zararına bir araya
gelmeye zorlar.”[31]
“Kültür endüstrisi her şeyden önce bireysel sanattan ve bu
sanatın ticari olarak sömürülmesinden, ödünç alınmış star sisteminden
yararlanır. Yetenekler ve starlar dinleyici ve izleyiciye sunulmadan çok önce
işletmenin malı
olur, başka türlü bu kadar hevesle uyum sağlamaları mümkün değildir. Kâr amaçlı
düşünsel yapılar bile birer metadır,” diyen Theodor W. Adorno’nun da işaret
ettiği üzere sanat, dünün mirası olması nedeniyle özgür değildir. Sanatın ne
olduğu, sanatın tanımlanması, bir zamanlar ne olduğu tarafından
yönlendirilmektedir. Ona göre, kültür ve sanat, ne siyasal ve ekonomik düzenden
(ideolojiden), ne de bu düzenin getirdiği bireysel ve toplumsal davranış
kalıplarından soyutlanarak ele alınabilir. Bunlar birbirlerini etkilemekte,
biçimlendirmektedir.
Frankfurt Okulu, kültür endüstrisi kavramını sert bir
şekilde eleştirir. Eleştirinin temelinde kültür endüstrileri sonucunda kültürün
metalaştırıldığı yatar.
Özetle Jean Baudrillard’ın, “Görülecek hiç bir şeyin
olmadığı bir görüntü bolluğu”na denk düşen hâl olarak
betimlediği[32] kültür endüstrisinde birey tamamen tüketici rolüne
indirgenmişken; kültür endüstrisi icraatlarıyla değerlerin içini boşaltmakta,
yeniden ve yeniden üreterek onu artık “o şey” olmayan bir hâle getirmektedir
ki, bu da yabancılaş(tırıl)madır.
* * * * *
Yabancılaşma insanın kendini farklı olduğu iddiası ile
dünyadan ve diğer insanlardan tecrit etmesiyle temellenir; düşünce dünyasına
fazlaca dalarak mekândan ve zamandan kopuk şekilde yaşamayı alışkanlık hâline
getirmesiyle gelişir.
Yani insanın insanî özelliklerini kaybedip, insan(lık)a
yabancılaşmasıdır.
Ya da insan(lık)ın toplumsal, kültürel ve doğal çevresine
olan uyumunun azalması. Özellikle çevresi üzerindeki denetimle, uyumun
azalmasının, bireyin yalnızlığına ve çaresizliğine yol açması.
Veya Bir insanın hayatını, insanın özüne aykırı bir hayat
tarzına veya insan doğasına uygun düşmeyen bir yaşam şekline büründürmesidir.
Yabancılaşma, insanın yaşamın öznesi olmaktan çıkıp yaşamın nesnesi olması
olarak da ifade edilebilir.
Yabancılaşma insanın, özünü gerçekleştirmeye çalışan
yaratıcı insan (özne) ile yaşamın denklemleri ve karmaşası içinde kaybolan
insan (nesne), yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan olarak
ikiye ayrılmasıdır.
İnsanın çevresinden, işinden, emeğinin ürününden ya da
benliğinden uzaklaşma ya da koparılmasıyla birlikte:
i) İnsanın geleceğini kendisinin değil, dış etkenlerin,
yazgının, şansın ya da kurumların belirlediğini düşünmesi yaygınlaşır. ii)
Böylece herhangi bir alanda etkinliğin kavranabilirlik ya da tutarlı bir anlam
taşımadığı ya da genel olarak yaşamın amaçsız olduğu kanısı yaygınlaşır. iii)
Bunlarla birlikte toplumca benimsenmiş davranış kuralarına bağlılık duygusunun
yokluğu ve dolayısıyla davranış sapmalarının, güvensizliğin, sınırsız bireysel
rekabetin yaygınlaşması ile iv) kültürel yaygınlaşma yani toplumdaki yerleşik
değerlerden kopma duygusu güçlenir. v) Bu da toplumdan yalıtlanmayı yani
toplumsal ilişkilerden dışlanma ya da yalnız kalma duygusunu beslerken; vi)
insanın şu ya da bu şekilde kendi gerçekliğini kavrayamamasına yol açan
yabancılaşma devreye girer.
Yabancılaşma kavramını ilk
belirginleştiren Hegel olmuştur. Ona göre insanlık tarihi aynı
zamanda insan(lık)ın yabancılaşmasının tarihidir. Hegel’de olduğu gibi Marx’da
da yabancılaşma kavramı, insan varlığının ve özünün ayrımı, insanın somut
varlığının özüne yabancılaşmış olduğu düşüncesi üzerine inşa edilmiştir.
Marx’a göre insanlık tarihi, insan varlığının giderek
gelişmesi, ama aynı zamanda giderek yabancılaşması anlamına gelmektedir.
Yabancılaşmış insan dış dünyayı ve kendi varlığını, nesnesinden farklılaşmış
özne gibi pasif olarak seyretmekle yetinir. Marx’a göre ise bunalım meta
toplumun kapitalist sistem içerisinde hızla evrimleşmesiyle “değişim
değerlerinin kullanım değeri” üzerinde giderek büyüyen bir egemenlik
kurmasından ve bunun sonucunda, insanın ürününe, emeğine, topluma ve kendi
varlığına yabancılaşması, bunları kontrol etme gücünü yitirmesinden
kaynaklanmaktadır.
Marx’ın yabancılaşma kuramı içinde üzerinde durulması
gereken “emeğin yabancılaşması” olgusudur. Bu olguyu işçi sınıfına özgü olarak
görür ve fikirlerini bu yönde ilerletir.
Karl Marx’a göre, insan varlığı kendi hayatı ile devlet ve
emek gibi temel kurumları ve toplumsal süreci oluşturan yaratımlar üstündeki
denetimini kaybeder. Bu yabancılaşma insan varlığının yabancı ve saldırgan bir
dünyada yaşadığı hissine sahip olduğu anlamına gelir. İnsanlar kendi
yaşamlarını anlamsız, değersiz, yetersiz, tatminkâr olmayan şekillerde
deneyimler. Nihai olarak, insanlar, hayatlarını daha az insanî biçimde
yaşarlar; gayri insanîleşirler.
Karl Marx’ın, “estrangement”, “dehumanization” ya
da “alienation” olarak gündeme getirdiği ve ilk olarak, ‘1844 El
Yazmaları’nda göze çarpan, ama esas kıvamını ‘Kapital’de bulan
yabancılaşma, bir deyişle “makineleş(tiril)mektir...
Karl Marx’a göre insanın yaşadığı ilk yabancılaşma doğaya
karşıdır ve insan “öteki” ile olan bu ilk mücadelesini kazanmıştır. Ancak bu mücadele
sırasında kullandığı silahlar (bilim, kültür, teknoloji vs.) ikinci ve daha
tehlikeli bir yabancılaşmanın önünü açmıştır.
Karl Marx’ın ‘1844 El Yazmaları’nda üzerinde durduğu kavrama
göre, insan(lık) üretim yaptığı andan itibaren, yani doğayı dönüştürmeye
başladığı dönemden itibaren, doğaya yabancılaşmıştır. Marx’ın yabancılaşmayı
işçi üzerinden tanımı ise işbölümü, patronların isteğine göre üretim ve kendi
ihtiyaçlarını değil, piyasada bilinmeyen aktörlerin ihtiyaçlarını tatmin için
üretim yapmasıyla açıklanır.
Bu şekliyle yabancılaşma, işçinin kendi öz ürünününe
yabancılaşmasını sağlar ve böylelikle, sömürünün hasır altı edilmesinde kritik
bir fonksiyona sahip olur. Örnek olsun, bir otomobil fabrikasında aynı banttan
geçen arabanın sadece bir vidasını sıkan işçi, o üründe emek sahibi olduğu
hâlde “bu arabayı ben yaptım” diyemez ve kendi emeğine yabancılaştığı gibi,
ürününe el konulmasını normalleştirir.
Marx’ın daha kapsamlı bir üst çerçevesi ise meta
fetişizmidir. Meta fetişizmi yabancılaşmaya
bir tezat değil, onu da kapsayan bir tasnif çabasıdır.
Üretim araçlarından koparılan insan; emeğine, ürettiği
ürüne, ilişkilerine ve hâliyle kendi doğasına yabancılaşır. Modern dünya onu
üretim sisteminin edilgen bir parçasına dönüştürmüştür. Üretken bir güç olmaktan
çok tüketici bir varlık hâline gelmiştir.
Mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte insan, geçim
araçlarının salt kullanıcısı olamamaktan dolayı artık emeğine yabancılaşmaya
başlamıştır.
Kapitalist sistemde bir işçi başkası için çalışmaktadır. Bu
yüzden de çalışma onun kendi dışında bir şey hâline gelir ya da ona ait olmayan
bir şey. İşçi kendi emeğine ve dolaysıyla kendi kendisine yabancılaşır.
Kapitalist üretimde, işçi kendisi için değil sahip
olamayacağı obje için çalışır duruma düşerken; işçinin emeği kendisine düşman
ve kendinden bağımsız bir materyal olmaktadır. Bu nedenle işçi ürettiği
maddeden, kendi emeğinden yabancılaşmaktadır.
Bu bağlamda işçi üretim aşamasında kendisi için değil
patronu için çalışmakta, artı değer üretmektedir. Bu da işçinin işinden
yabancılaşmasına neden olmaktadır.
Böylelikle de işçi kapitalist sistemde kendi doğasına,
insanlığına yabancılaşmaktadır. (Marksist insan doğası kavramına göre, insan
hayvandan farklı olarak sadece doğal ihtiyaçları için değil sosyal, entelektüel
ve daha birçok keyif için yaşayan komünal bir varlıktır. Ancak kapitalist
üretim nedeniyle işçiler vakitlerini sadece yeme-içme gibi temel ihtiyaçlarını
karşılayacak bir ücrete uzun saatler çalışmaya zorlamakta ve insanların
insanlıklarını çalmaktadır.)
Özetin özeti yabancılaşmanın temeli Karl
Marx tarafından ‘1844 Elyazmaları’nda şöyle ifade edilir:
“İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim
bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta
üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların, dünyasının değersizleşmesi,
nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek sadece
emtia üretmekle kalmaz, genel olarak emtia ürettiği ölçüde, kendi kendini ve
işçiyi de meta olarak üretir… Bu olgu sadece şunu dile getirir: emeğin ürettiği
nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız bir erk
olarak, ona karşı koyar. Emek ürünü, bir nesne içinde saptanmış, bir nesne
içinde somutlaşmış emektir, emeğin nesnelleşmesidir. Emeğin edimleşmesi, onun
nesnelleştirilmesidir. İktisat aşamasında emeğin bu edimleşmesi, işçi için
kendi gerçekliğinin yitirilmesi olarak, nesnelleşme nesnenin yitirilmesi ya da
nesneye kölelik olarak, sahiplenme yabancılaşma, yoksunlaşma olarak görülür.”
“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, meyhaneye,
dansa ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı
söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin.
Güvelerin ve tozun yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar
azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun. Kendi öz hayatını dile getirmenle
dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır. Yabancılaşmış varlığın
gitgide büyür.”[33]
Nihayet kapitalist sistem insanları da birbirinden
yabancılaştırmaktadır. Patron-işçi arasındaki kaçınılmaz gerginliğe ek olarak,
sistem nedeniyle insanlıklarını kaybeden patronlar ve işçiler kendi aralarında
da sorunlar yaşar ve giderek bireyselleşir, yalnızlaşırlar.
Marx’a göre, yabancılaşmanın kökeninde insanın maddi
yaşamdaki faaliyeti vardır. Yabancılaşmanın en üst seviyeye çıktığı kapitalizm
çağında meta üretimi bireyin çok yönlü yabancılaşmasını doğurur. Kapitalist
üretim biçiminde emeğin ürünü olan nesne, emek-gücünün, yani potansiyel emeğin
sahibi olan emekçiden bağımsızdır. Bu nitelik, emek üzerinde yozlaştırıcı
etkide bulunur.
Marx insanın (öznenin) kendi faaliyeti sonucunda zihinsel ve
fiziksel yetilerini nesnelleştirdiğini söyler. Fakat kapitalizmde
nesnelleştirdiği güçleri kendisinden uzaklaşır, başlı başına bir varlık hâline
gelir, hattâ kendisini ezen, yok eden
bir güce dönüşür. Bu noktada en bariz örnek bizzat işçiler tarafından üretilen
ve onlara karşı kullanılan silahlar, bombalar, kitle imha silahlarıdır.
Dolayısıyla çalışma ya da emek süreci kendi içinde bir engellenmeyi barındırır.
“mevcut ekonomik koşullarda, emeğin kendisini gerçekleştirmesi (emek
faaliyeti), beraberinde işçinin faaliyetini, kendi gerçekliğini kaybetmesini de
getirir.”...
İşçi, emeğinin ürününe yabancılaşmıştır.
Yine aynı ilişkinin bir parçası olarak işçi, emeğine ya da
üretken faaliyetine de yabancılaşır. Kapitalist üretim biçiminde en basit
verimlilik mantığı bile -sözgelimi üretkenlik arttıkça çalışma saatleri düşer-
işlememektedir. Yüz sene öncesine göre önemli ölçüde artan üretkenlik çalışma saatlerine
yansımaz. Örneğin işçi sınıfı yüzyıl önce mücadele bayrağına yazdığı sekiz
saatlik çalışma gününe bugün hâlâ hasrettir. İşçi çalıştıkça hayatın
kolaylaşacağını düşünürken daha da çok çalışması gerektiğini görmektedir.
Kapitalizmde çalışmak çalıştıkça artan bir ıstıraba dönüşür.
Bugün insan(lık) kendi yarattığı değerlerden
uzaklaşmaktadır. Başka bir deyişle; insan yaptığı her türlü çalışmada başka
insanlarla birlikte iken insanlığın yarattığı ortak değerlerden
uzaklaşmaktadır. Bugün üretim süreci dediğimiz bir nesneleştirme süreci
yaşıyoruz. İnsanlar bu süreç içinde yaratıcılığını cisimleştirmekle birlikte
kendinden ayrılan, kendi içinde büyük kaos yaşayan maddi nesneler hâline
gelmiştir.
Albert Camus’nün ifadesiyle, “Kişi
yaşama ve eylemlerine yabancılaşmıştır.”
Yaşanılan hayatın içinde olup ona ilgisiz kalan, bir bakıma
hayatına yön veremeyen insanlar olmaktayız artık. Yine Camus’ye göre, insanlar
çevresinde gelişen olaylara seyirci kalmakta, ne etki ne de tepki
yaratabilmektedir.
Çünkü insanın kendi yarattığı şeylerden kopması, bunları
kendi dışında birer soyut varlık, üstün birer güç gibi görmesi, onların
karşısında kendi kişiliğinden, insanlığından olması, bunların boyunduruğu
altına girmesidir yabancılaşma.
İnsanî değerlerin insanî olmayan ama insan tarafından
üretilmiş ve insandan bağımsızlaştırılmış değerlere aktarılmasıdır.
“Yabancılaşma”nın kökleri her ne kadar insanın doğadan kopup
medenileşmesine kadar uzansa da, kapitalizmle ayyuka çıkmıştır. Hegel’e göre
“yabancılaşma” insanın evrene, doğaya, nesnelere, diğer insanlara ve
nihayetinde kendisine yabancılaşmasıdır.
Marx’a göre mevcut üretim sisteminde (kapitalizm) işçinin
emek vererek ürettiği ürünle ilişkisi yabancı bir nesne ile olan ilişkisi
hâline gelmektedir. İşçi kendi ürününe, o ürünü yarattığı emek gücüne ve
nihayetinde kendine yabancılaşmıştır. İşçi mevcut düzende emek gücünü işverene
satmıştır ve bu satışın karşılığında aldığı ürün verdiğinden her zaman azdır ki
zaten bu sayede artı değer doğmakta o da işverene kalmaktadır. Emeğine yabancılaşan
insan nihayetinde doğaya, evrene karşı da yabancılaşmıştır artık o kendisine
ait değildir.
Marx, yabancılaşma kavramını özel mülkiyet, emek ve iş
açısından da ele alır. Ona göre, yabancılaşmanın nedeni özel mülkiyettir ve
yabancılaşma süreci kapitalizme özgü bir kavram değildir. Ancak kapitalizm,
insanın yabancılaşma olgusunu maksimuma çıkaran nesnel koşulları içeren bir
sistemdir.
Kapitalizm, bir taraftan yeni ihtiyaçlar vasıtasıyla yeni
bağımlılıklar oluştururken, diğer yandan insanın kendi yabancılaşmasının
bilincine varmasını engelleyecek ya da geciktirecek tuzakları da içermektedir.
Stefan Zweig’ın, “Yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik
kadar baskı yapamaz,” notunu düştüğü kapitalist “homo economicus”un kaçınılmaz
sonucu olan yabancılaşma bir nevi hafıza kaybıdır; felsefi bir kavram olarak
da, gerçeği algılamanın yegâne yoludur.
Nihayetinde insan yabancılaşmayı onun farkına vararak yener
ve bu sayede gelişir ki, bunda da devrimci sanatın rolü kilit önemdedir…
* * * * *
Çünkü devrimci sanat, her adımında insan(lık)ı bir adım
daha öteye, geleceğe taşır.
Devrimci sanat bir perspektif ve yaratıcılık; her şey ya da
“hiçbir şey” olabilendir.
Veya sürdürülemez kapitalist hiçleşmenin bataklığında
boğuşan insan(lık)ın hayatta kalmak için aldığı nefestir sanat. Çünkü
yaratıcılığın, hayal gücünün ifadesi olan devrimci sanat boyunduruğu reddeder!
Devrimci sanat tözdür. İnsan(lık)ın diğer tüm canlılardan
farkıdır.
Devrimci sanat nihai kertede siyasaldır. Siyaset gibi “etik”
ve “estetik”te kategorizasyonsuz olmaz/ olamaz… “Siyaset” için “Dost/düşman”
ayırımı ne ise, “Etik” için “İyi/ kötü”; “Estetik” açısından “Güzel/ çirkin”
ayırımı odur…
Devrimci sanat, “sıradan -denilen- insanı” sanata teşvik
edendir.
Devrimci sanat, insan(lık)ın yaratıcı başkaldırı eylemidir.
Devrimci sanat gerçektir, gereklidir. Somuttur, cesurdur,
taraflıdır.
İnsan(lık)ı insanlaştıran, kendilerini nasıl
gerçekleştirebileceğini anlatan her şeydir, başkaldırıdır -aslında- devrimci
sanat.
Kolay mı? “Son”luyu, sonsuzlaştıran yaratıcılık/ duyuş/
düşünüşü kucaklayan hayal gücüdür O…
Ya da Kerim Soley’in, ‘Zihin, Akıl, Bilinç’ başlıklı
makalesindeki ifadesiyle, “Sözcükler, biçimler önemini yitirdiğinde; renklerin,
seslerin, bütün bu formların ve araçların ardındakine erişilebilindiğinde ortaya
çıkabilen şeydir gerçek sanat... Bir bakıma sıradan aklın ve tekdüze zihnin
ötesine geçiştir...”
Bene ait, ben olmayan, bize/ hayata ait yansıma, yol
açmadır...
Sanat için Pablo Picasso, “Sanat gerçekleri tanımamıza
yardımcı olan bir yalandır”; Platon, “Güzellik, hakikâtinin ihtişâmıdır”; Emile
Zola, “Kabiliyet yoksa sanatçı olmaz, ama çalışılmadıkça kabiliyet hiç bir işe
yaramaz,” derlerken; O insanî bir yoğunlaşmadır.
Sınıflı toplum koşullarında yaratılan sanat yapıtı, sınıf
gerçeğinden etkilenerek yeniden üretilir. Bu diyalektik, yazarın sanat
yapıtının niyetinin ötesinde, onu siyasal hâle getirir, siyasallaştırır,
toplumsal bir işlev kazandırır.
Sanatın devrimcisi toplumsal vicdan içindir, onu besleyip,
büyütendir!
Yaratmaktır devrimci sanat; kalple, beyinle, yetenekle,
çalışmakla…
Evet nihayetinde güzelin “yaratımı”dır sanat ve Henry
Miller’in, ‘Yengeç Dönencesi’ndeki formülasyonuyla, “Heyecan verici ve bulaşıcı
olmayan hiçbir şey sanat değildir.”[34]
Düşgücünü sürekli olarak öteye, daha öteye çağırmakla
‘mümkün olan’ın, ‘mevcut olan’ın, ‘reel olan’ın sınırlarını aşan, “Başka bir
yaşam, başka bir dünya mümkündür”e eriştirendir bizi.
Bu bağlamda dünyayı yaşanabilir hâle getiren insani
etkinliktir sanat; insan(lık) tarihindeki sınırsızlığın özetidir, kanıtıdır.
Hiç çekinmeden hakikâtı ortaya koyan sanat, insan(lık)a
bilebilmeyi sağlar; insan(lık)ı düşündüren şeye sanat denir.
Tıkanıklıklarını açmanın/ aşmanın en iyi yollarındandır;
insan(lık)ın tercümanıdır O.
Bu bağlamda Server Tanilli, ‘Yaratıcı Aklın Sentezi’nde,
“Sanata aşina olmak, insanlığımızın bütün biçimlerine duyarlı kılar
bizi,” der ve ekler:
“Sanat, dünyayı hissetme biçimimizi değiştirir ve
zenginleştirir hep: Başta ressamlardır ki, nesnelerin ya da eylemlerin en
basit, en sıradan güzelliklerini görürler ya da tasarlarlar. Böylece ne kadar
az figüratif olursa olsun, bizi dünyadan koparmak değil, dünyaya duyarlı kılmak
için yapılmıştır sanat. Gündelik gerçeklik, çıkış noktalarımızın,
alışkanlıklarımızın ve ihtiyaçlarımızın dışında belirdiği, bir yeni dikkati
uyandırdığı andan başlayarak, yükseltici bir rol oynar sanat.
Bu arada sanatçıya sağladığı ne sanatın?
André Malraux, ‘Ölüm, yenilmez yazgısı insanın, onu alt
edebileceğimiz tek yol sanattır. Sanat, yazgıya karşıdır’ diyor. Buradan
kalkarak sanatçı, ölüme karşı savaşan ve umudunu daha güzel, daha insanca bir
dünyaya adamış bir kişiden başka ne olabilir? (... )
Şu meşhur ‘Sanat sanat için midir yoksa toplum için mi?’
tartışmasında ise, ‘Sanat sanat içindir’ diyenlere karşı, ‘Sanat toplum
içindir’ diyenlerin hatırlatacakları, başta Albert Camus’nün şu sözleri olmaz
mı? ‘Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı’…”[35]
Ayrıca anlamsızlığa anlam katabilme çabasıdır; yerkürede,
hayatı yaşanılabilir kılandır sanat.
Kolay mı? “İspatlamaz, gösterir; telkin etmez, düşündürür;
hüküm vermez, hüküm vermeye yol açar; iddia etmez, okuyucunun ret ve kabul , hâl ve ruh
tercihini serbest bırakan bir dünya kurar. Görevi budur ve bunu başardığı
ölçüde değerlidir,” o, Tarık Buğra’nın ifadesiyle…
Ayrıca başka türlü ifade edilemeyenin ifade biçimidir;
Paylaştıkça çoğalan şeydir ve topluma sordurtmak istediği soru(n)ları yansıtan,
vizyon genişleten bir ilerleme aracıdır sanat.
Ahmet Oktay’ın, “Sanat, insana insanı ve hayatı ve bunların
manasını öğretmekle muvazzaftır”; Erich W. Hunbeldt’in, “İnsanın insanı kendi
boyutuna taşımaya çalıştığı şeydir”; Paul Klee’nin, “Sanat görüneni yinelemek
değil, görünebilirlik sağlamaktır”; Anita Taylor’un, “Sanat, hızla akıp giden
zamanın; gittikçe kalabalıklaşan dünyanın ve ilerleyen teknolojinin gittikçe
koyulaşan gölgesine ittirdiğimiz ve ruhumuzu kemiren her şeyi olduğu yerden
biraz olsun kımıldatan, varması gereken yere biraz olsun yaklaştıran, hayatı
biraz daha yaşınılır kılan bir tılsımdır,”[36]notunu düştükleri sanat ya özgür
kitle silahıdır ya da sermayenin ele geçirme kavgası verdiği yaşam formudur…
Özetle dayatılanın dışında var olma yollarından bir olarak
sanat, bir simyacının deyişiyle, “Doğanın kusurlu bıraktığını
kusursuzlaştırır.”
* * * * *
İş bu merkezdeyken; ‘Dorian Gray’in Portresi’nin Önsöz’ünde,
“Sanatçı güzel şeyler yaratandır,”[37] vurgusuyla ekler Oscar Wilde:
“Sanatçı umutsuz ve hastalıklı olmamalıdır”!
Evet devrimci sanatçı, Guy Debord’un, “Çağdaş köle,
kendisinin kesinlikle özgür olduğunu zanneder,” sözleriyle betimlenen
sınıflı-sömürücü yapılarda eşitlik-özgürlük düşleri kuran, tahayyül eden,
hayallerini somut olarak koyma zorunluluğu hisseden ve Alain de Botton’un, “En
büyük sanat yapıtları bizim kim olduğumuzu bilmeksizin doğrudan bize seslenen
yapıtlardır”;[38] Johann Wolfgang von Goethe’nin, “İnsan dünyayla en
sağlam bağı sanat aracılığıyla kurar,” uyarılarını “es” geçmeden yapan bir
insan(lar)dır.
O hâlde İlham Bakır’ın, “Sanatçı asla hiçbir ideolojik
angajmana girmez, bir siyasi saikle üretmez. Sanat ideolojiler üstüdür. Örgütlü
sanat diye bir şey yoktur”;[39] Haşmet Babaoğlu’nun, “Sanatı aşırı
yüceltip ondan büyük iyilikler beklemek modern Batı’nın büyük aldanışlarından
biridir. Zavallı sanat nasıl kalksın bu yükün altından! Hem
söyleyin, estetikle etiğin birbirinden koptuğu, paranın her yere egemen
olduğu bir dünyada sanatın elinden ne gelebilir ki? Sanat hiçbir zaman ‘çare’
değildi, şimdi hiç olamaz. Sanat sadece ve bazen bir ‘teselli’dir. Seveceksek,
öyle sevelim,”[40] türünde zırvalarına itibar etmeden; “olağan” denilen
çılgınlık hâli olan sürdürülemez kapitalist çürüme, kokuşmuşluk ve
yabancılaşmanın, kültürel dejenerasyonun karşısına devrimci sanatın dikilmesi
“olmazsa olmaz”lığın kendisidir…
“Bir alt-sınıf olduğu sürece ben de onlardan biriyim. Bir
suç unsuru var olduğu sürece ben de içindeyim. Hapse atılmış bir tek kişi bile
varsa özgür değilim,”[41] diyebilen cüretle unutmayın: “Hayal
edebileceğiniz her şey gerçektir,” der Pablo Picasso…
3 Ağustos 2015 09:14:30, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] 7 Ağustos 2015 tarihinde Bergama’daki IX. Türkiye
Tiyatro Buluşması’nda yapılan konuşma… Güney, No:75, Ocak Şubat Mart 2016…
[2] “Sanatın inceliği, sanatta gizlidir.”
[3] Bir toplumu oluşturan birey yığını olan halk
kalabalıktır, amorftur. Amorfluğundan ötürü de -iddia edildiği gibi!- herkesi
bağlayan ortak iradesi falan da yoktur. Varlığıyla iktidarı tesciller çoğunluk.
Yani “kim” olduğu belirsiz, yaratılmış ve egemenlerce güdülmeye koşullanmış
halk genellemeleri yaşayan ve görmeyendir...
Ya da, etnik ve kültürel bakımdan aralarında benzerlik
bulunan ve belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ancak siyasal ve
toplumsal bakımdan örgütlenmemiş olan topluluktur. Montaigne’in,
‘Denemeler’inde, “Halk öyle şaşkın, öyle başıboş bir kılavuzdur ki” notunu
düştüğü ve ortalamayı belirleyen grup olarak halk kavramı, oldukça muğlak ve
kaypaktır.
[4] Pierre Assouline, Lutetia, Çev: Ali Cevat
Akkoyunlu, Yapı Kredi Yay., 2007, s.297.
[5] Milan
Kundera, Kimlik, Çev: Aykut Derman, Can Yay., 17. Basım, 2013, s.68.
[6] Daniel Wallace, Büyük Balık, Çev: Begüm Kovulmaz,
Yapı Kredi Yay., 2. Baskı, Ocak 2011, s.25.
[7] Chuck Palahniuk, Tıkanma, Çev: Funda Uncu, Ayrıntı
Yay., 12. baskı, 2014, s.162.
[8] George Orwell, 1984, Çev: Celâl Üster, Can Yay.,
50. baskı, 2015, s.235.
[9] George Orwell, Hayvan Çiftliği, Can Yay., Çev:
Celâl Üster, 19. Basım, 2009, s.22.
[10] “135 Sansür, Yasaklama ve Baskı”, Cumhuriyet, 16
Ocak 2015, s.15.
[11] Celal Üster, “Geçen Yılın 5 Sanat Skandalı”,
Cumhuriyet, 31 Aralık 2014, s.16.
[12] “Devletten Sanata Yasaklar Geldi”, Milliyet, 4
Haziran 2015, s.23.
[13] Celal Üster, “2023 Bizim ‘1984’ümüz Olmasın...”,
Cumhuriyet, 23 Kasım 2014, s.14.
[14] Selda Güneysu, “Gökmen’e Soruşturma”, Cumhuriyet,
27 Ekim 2014, s.17.
[15] Sebla Koçan, “Levent Üzümcü’ye Soruşturma ‘Uluslararası
Bir Skandal’…”, Hürriyet, 8 Mayıs 2015…
http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/keyif/28948345.asp
[16] Ceren Çıplak, “Eleştirdiği Kafa Karşısına Çıktı”,
Cumhuriyet, 24 Mayıs 2015, s.13.
[17] Üstün Akmen, “Macbeth’in Komedi Versiyonu
Sahnede!”, Evrensel, 4 Kasım 2014, s.12.
[18] Selda Güneysu, “Tiyatro Perdesi Kapatmaya Tepki”,
Cumhuriyet, 25 Ocak 2015, s.15.
[19] Selda Güneysu, “Tiyatroda Sansür Provaya Kadar
İndi”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2014, s.16.
[20] Gül Gündüz, “Tiyatro Oyunu Öğretmene Sürgün
Getirdi”, Birgün, 7 Ağustos 2014, s.2.
[21] Selda Güneysu, “TÜSAK’ın Savunucusu Resmen DT’nin
Başında”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2014, s.17.
[22] Mehmet Keskin, “Belirsizlik Demokles’in Kılıcı”,
Cumhuriyet, 28 Ekim 2014, s.19.
[23] “Dostlar Tiyatrosu’na Saldırı”, Cumhuriyet, 12
Ağustos 2014, s.15.
[24] Guy Debord, Gösteri Toplumu, (Gösteri Toplumu ve
Yorumlar), Çev: Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, Ayrıntı Yay., 1996.
[25] Chuck Palahniuk, Tıkanma, Çev: Funda Uncu, Ayrıntı
Yay., 12. baskı, 2014, s.11.
[26] Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu, Çev: Fuat
Sevimay, Aylak Adam Yay., 2013, s.53.
[27] Milan
Kundera, Yavaşlık, Çev: Özdemir İnce, Can Yay., 2000
[28] “Alatlı Konuştu Emine Erdoğan Ağladı”, Cumhuriyet,
4 Aralık 2014, s.7.
[29] Ahmet Cemal, “Fazıl Say ve Sanatçının Onuru...”,
Cumhuriyet, 27 Nisan 2015, s.19.
[30] Theodor W. Adorno, M. Horkheimer, Aydınlanmanın
Diyalektiği, Kabalcı Yayınevi, 2010, s.189-190.
[31] Theodor W. Adorno, “Kültür Endüstrisini Yeniden
Düşünürken”, Çev: Bülent O. Doğan, Cogito, No: 36, Yaz 2003.
[32] “Çağdaş görüntülerin büyük çoğunluğu -video,
resim, plastik sanatlar, görsel/işitsel sentez görüntüler- görecek hiç bir
şeyin olmadığı düz anlamda görüntüler, izsiz, gölgesiz, sonuçsuz görüntülerdir.
Tek hissedilen her birinin ardında birşeyin yok olmuş olduğudur. Bunlar sadece
birer olumsuz yoğunluktan ibarettir.” (Jean Baudrillard.)
[33] Karl Marx, 1844 Felsefe Yazıları, Çev: Murat
Belge, Payel Yayınevi, 1975.
[34] Henry Miller’in, ‘Yengeç Dönencesi, Çev: Avi
Pardo, Parantez Yay., 2004.
[35] Server Tanilli, Yaratıcı Aklın Sentezi, (Felsefeye
Giriş), Cumhuriyet Kitapları, 2009.
[36] http: //www. yenikapitiyatrosu.
com/…11/ne-icin-sanat/
[37] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, Çev: Nihal
Yeğinobalı, Can Yay., 17. baskı, 2014., s.9.
[38] Alain de Botton, Felsefenin Tesellisi, Çev: Banu
Tellioğlu Altuğ, Sel Yay., 11. Baskı, 2011, s.247.
[39] İlham Bakır, “Sanat Komünal Değil Şahsidir”,
Gündem, 24 Haziran 2015, s.15.
[40] Haşmet Babaoğlu, “Bizim ‘Aydın’lar ve Sanat
Safsataları!”, Sabah , 15 Kasım 2014… http://www.sabah.com.tr/yazarlar/babaoglu/2014/11/15/bizim-aydinlar-ve-sanat-safsatalari
[41] Kurt Vonnegut, Hokus Pokus, Çev: Ali Öktem, Dost
Kitabevi, 2001, s.11.
No comments:
Post a Comment