Taksim’deki 1 Mayıs kutlamasını engellemek
ulaşımı durduran, on binlerce polisle yolları tutan İstanbul Valisi
Hüseyin Avni Mutlu, 9.05′te twitter hesabından “1 Mayıs Emek ve
Dayanışma Gününüz Kutlu Olsun” mesajını geçti. Aynı esnada polisler
Okmeydanı saldırıyor, Beşiktaş’ta saldırı tehdidinde bulunuyordu. Vali daha önce Gezi eylemlerinde “iyi niyet” mesajları ile
saldırı emrini aynı anda vermiş, Berkin Elvan’ın cenazesinde Mutlu’nun
twitter hesabından geçtiği “teşekkür” mesajının hemen ardından
polis saldırısı başlamıştı
Devlet, bundan birkaç yıl öncesine kadar mitinglere “açtığı” Taksim Meydanı’nı, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta
halka yeniden kapattı. Katledilen kardeşlerinin anısına 1 Mayıs’ta
Taksim’e çıkmak isteyenlerin üzerine, copuyla, tazyikli suyuyla, gaz
bombasıyla, plastik mermisiyle saldırdı. Onlarca işçiyi, devrimciyi,
ezileni gözaltına aldı, yaraladı; yaralananlar için gelen ambulansların
yolunu kesti… Devlet, geçen yıl düzenlenen 1 Mayıs’ta, tıpkı daha önceki
yasaklı 1 Mayıslarda yaptığı gibi, aynı terörle saldırdı direnenlerin
üzerine. Ama o gün yaşanan saldırı direnenleri yıldıramadı, aksine 1
Mayıs’ın öfkesi, o gün bir isyanı ateşledi.
1 Mayıs’tan günler sonra, Taksim’e çıkan yollar yeniden kapatıldı polis
tarafından. İktidar, devlet terörüne, polis şiddetine, kapitalist
sömürüye karşı direnenlere; yaşamları için, özgürlükleri için sokaklara
çıkanlara Taksim’i yine kapatmak istedi. Ama bu kez başaramadı; 1
Mayıs’la başlayan öfke 31 Mayıs’ta katlanarak büyüdü, sokakları dolduran
yüz binlerle bir isyana dönüştü. Onlarca saat süren çatışmalar boyunca
polis aynı şiddetiyle saldırsa da, yapamadı; ne sokakları ne de
Taksim’i, direnenlere kapatamadı. İşte o gün, hesabı soruldu yasaklanan 1
Mayısların, 77’de katledilen işçilerin, yıllar boyu kaybedilen
devrimcilerin, yoksullukların, adaletsizliklerin… Bu isyanın
ruhuyla taşeronlaşmaya, patronlara, iş cinayetlerine, kapitalizme karşı
direnmeye devam eden işçilerse, bu süreç boyunca mücadelelerini daha da
büyüttüler. Ekmeklerini çalan patronlarına, yaşamlarını çalan
kapitalizme karşı grevler, işgaller örgütlediler. Fabrikalarını işgal
edip kendi üretim alanlarını kurdular, sendikalara değil
öz-örgütlülüklerine güvendiler. İsyanın ruhuyla doğrudan eylediler,
mücadeleyi her geçen gün daha da büyüttüler. Devlet, bugünlerde yine 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nı yasakladığını,
işçilere kapattığını söylüyor. Türlü bahaneler üreterek, 1 Mayıs için
farklı yerler öneriyor, Taksim’den, 1 Mayıs’ın öfkesini yalıtmaya
çalışıyor. Ama bir şeyi unutuyor, bugüne kadar yok saydığı, görmezden
geldiği ezilenler, artık kendi örgütlülükleriyle kazanıyor. Bizler daha önce olduğu gibi, bu yıl 1 Mayıs’ta da, yine Taksim’de
olacağız. Önümüze kurulan polis barikatlarına, tüm şiddetiyle artan polis saldırısına,
devlet baskısına karşı direnmekten, Taksim’den vazgeçmeyeceğiz. Bundan
yüzyıllar önce, 1886’da katledilen yoldaşlarımıza olan inancımızla,
bugün hala katledilmekte olan her bir işçinin, ezilenin öfkesiyle
sokaklarda olacağız. Bu yıl Mehmet’le, Ali İsmail’le, Abdullah’la, Hasan Ferit’le,
Ahmet’le, Medeni’yle, Ethem’le ve Berkin’le birlikte yeniden yakacağız isyanın ateşini. Biliyoruz ki isyanı başlatmak, isyanı kazanmaktır! Kazanmak için 1 Mayıs’ta Taksim’e! Anarşist Devrime Faaliyetle! http://anarsistfaaliyet.org/sokak/kazanmak-icin-1-mayista-taksime/
Sürgünlerin geri dönüşünde önemli bir yer
tutan İstanbul’daki yardım faaliyetleri ve bunları organize eden
kurumlar hakkında bilgimiz oldukça sınırlı. Bu konu üzerine eğilen
neredeyse hiçbir çalışma yok. Bu nedenle, 1915 kılıç artıklarının
İstanbul’a nasıl ulaştığı, neler yaşadığı, nerelerde barındığı, onlara
kimlerin el uzattığını ve eğitim, sağlık sorunlarının nasıl çözüldüğü
sorularının izlerini sürmeye çalıştık.
AGOS
04 Ekim 2013 Cuma 18:30
1915’in Ermeniler için can pazarı
olan o kara günlerinde canını kurtarabilenlerin çoğunu çocuklar ve
kadınlar oluşturuyordu. Pek çok yerde erkekler tehcir kararı uygulanmaya
başlar başlamaz katledilmiş, kadınlar ve çocuklar ise ölüm yolculuğuna
çıkarılmıştı. Kimileri yolda hayatını kaybederken, bazıları çevredeki
Müslüman aileler tarafından alıkonuldu veya kurtarıldı. Tehcir
kafilelerinde yer alan insanların sadece bir kısmı Suriye çöllerindeki
göçmen kamplarına ulaşabildiler. Anadolu’nun ve Mezopotamya
coğrafyasının dört bir yanına dağılmış olan bu insanların nerede
barınacağı, ne yiyip ne içeceği büyük bir sorundu. Sonraki dönemde
Ortadoğu, Balkan ve Kafkas ülkelerinin onlarca şehrinde sürgün kampları
ve yetimhaneler kuruldu. Pek çok uluslararası kuruluş, kişi, özellikle
Amerikalı misyonerler, yetim ve dulların korunması için olağanüstü çaba
sarf etti. Benzer faaliyetlerin bir kısmı da, özellikle 1918’den sonra,
günümüz Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan İstanbul, Konya,
İzmit, Adapazarı, Bursa, Ankara, Kayseri, Yozgat, Samsun, Antep, Maraş,
Şebinkarahisar, Sivas gibi şehirlerde yaşandı. Sürgünlerin geri dönüşünde önemli
bir yer tutan İstanbul’daki yardım faaliyetleri ve bunları organize
eden kurumlar hakkında bilgimiz oldukça sınırlı. Bu konu üzerine eğilen
neredeyse hiçbir çalışma yok. Bu nedenle, 1915 kılıç artıklarının
İstanbul’a nasıl ulaştığı, neler yaşadığı, nerelerde barındığı, onlara
kimlerin el uzattığını ve eğitim, sağlık sorunlarının nasıl çözüldüğü
sorularının izlerini sürmeye çalıştık. Bu derleme benim için duygusal
açıdan kolay olmadı. Rahmetli babam 1918’de 12-13 yaşlarındaydı ve onun
da yolu Kayseri Talas Amerikan Koleji Yetimhanesi’nden geçmişti. O da
bazı iyi yürekli insanların çabaları sayesinde hayatta kalabilmişti. Onu
kurtaranlar, onun gibi binlerce yetimi ve yalnız kalmış kadını da
kurtardılar. Bu yazıyla, o sessiz kahramanları saygıyla anıyorum.
Hatıraları biraz da bu satırlarda yaşasın. ZAKARYA MİLDANOĞLU zakaryamil@gmail.com
1915’te ‘Ermeni meselesi halledilmiş’, üç yıl sonra ise İttihatçı
triumviranın liderleri Enver, Talat ve Cemal paşalar çareyi gizlice
yurtdışına kaçmakta bulmuşlardı. Mütareke döneminde, Ermenileri katleden
yüzlerce kişi hakkında dava açılmış, kimileri idam sehpasına
çıkarılmıştı. Ancak bu insanların pek çoğunun onurları Cumhuriyet
döneminde iade edilecek; aileleri Ermeni mallarıyla ödüllendirilecekti.
Tarih 1918 yılını gösterirken, İstanbul, İtilaf devletlerinden İngiliz,
Fransız ve İtalyan’ların denetimi altına girdi. Mütareke dönemi olarak
adlandırılan bu yıllarda gündemden düşmeyen konulardan biri Ermenilerin
uğradığı katliamlar ve bunların sonuçlarıydı. İlk toplanma yeri Konya
Bu dönemde Osmanlı hükümeti Ermenilere karşı daha esnek ve yumuşak bir
politika izlemeye başladı. Tehcire gönderilen Ermenilerin memleketlerine
geri dönmelerinin önündeki engeller kaldırılmaya başlayınca, evlerine
ve güvenli bölgelere ulaşmak isteyen Ermeniler için Konya önemli bir
merkez halini aldı. İstanbul’a gelmek isteyen sürgün kafilelerinin
önemli bir kısmı Konya üzerinden başkente ulaşmaya çalıştı.
Belgeler incelendiğinde sürgünlerin Konya’ya gelişi, kurulacak kamp ve
yetimhanelerle ilgili her şeyin ilk günden itibaren kayıt altına
alındığı görülür. Kimler nereden geldi, nereye gönderildi, onlara kimler
yardımda bulundu, bu yardımlar nereye harcandı türünden bilgiler
düzenli olarak raporlandı. Özellikle yetimhanelerde barınan yetimlere
ait bilgiler soykırımın tüm izlerini taşıyor. Yetimlerin doğum yeri
bilgileri Ermeni soykırımının haritasını çıkarmak için önemli bir veri
sunuyor.
Konya’da oluşturulan komisyon, sayısı günden güne artan sürgün ve
yetimlerin sorunlarına tek başına cevap veremedi. Bunun üzerine İzmir
Ermeni Ruhani önderliği Konya yöresindeki insanlara destek olmak için
faaliyete başladı.
Hükümetin sürgünlerin yolculuğu için vagonlar tahsis edileceği
yönündeki resmi açıklaması üzerine civar yörelerde aç, bakımsız, muhtaç
durumdaki çok sayıdaki insan Konya Garı’na akın etti. Ancak hükümet
vaatlerini yerine getirmedi. Bu duruma bir çare bulmak amacıyla
Yardımlar Heyeti ilk etapta halktan 200 lira toplayarak ekmek ihtiyacını
giderdi. Ardından İzmir ve İstanbul’dan acil yardım talep edildi. Heyet
kendi olanakları ve az da olsa hükümetin yardımıyla sürgünler için
çadır temin etti.
Ancak bir süre sonra yardım heyetinin tüm maddi gücü tükendi. Sürgünler
günlerce aç biilaç istasyonda bekliyor, nakil aracı bulunamıyordu.
Heyet yardım için tekrar İzmir ruhani önderliğine müracaat etti. Ruhani
önder, American Board’dan 5000 lira yardım sağladı ve bu para Konya’da
bulunan Amerikalı Bayan Kushman’a iletildi.
Zaman geçiyor, Konya’da perişan halde kalan binlerce Ermeni akın akın İstanbul’a geliyordu. İstanbul’da ilk girişimler
İstanbul’da yetimler ve diğer sürgünler için ilk adımlar, Galata,
Kadıköy, Üsküdar, Kumkapı, Samatya, Bakırköy, Yeşilköy gibi farklı
semtlerde, mahalle sakinlerinin yardımlarıyla birbirinden bağımsız
olarak oluşmaya başladı.
İstanbul’a ulaşan ilk sürgünler kiliselerde ve okullarda kurulan, büyük
kısmı kısa ömürlü olan sürgün kamplarında barındırılmaya başlandı. Her
bir kampın ihtiyaçlarının karşılanması ve idaresi semt sakinleri
tarafından seçilen özel kurullar tarafından yürütülecekti. Ancak bir
süre sonra merkezi bir kurul ihtiyacı doğdu ve Ermeni Sürgünler Merkez
Heyeti kuruldu. Galata Sürgünler Heyeti
14 Kasım 1918 Cuma günü saat altıda İstanbul’a ulaşan ilk sürgün
kafilesi Galata köprüsü üzerinde sahipsiz kaldı. İtilaf devletleri ve
Osmanlı hükümeti yetkileri dâhil hiç kimse kendileriyle ilgilenmedi.
Birkaç Ermeni genci onları Galata Kilisesi’ne yönlendirdi ve kafile
geceyi sokakta geçirmekten kurtuldu.
Ertesi gün Keğam Kavafyan başkanlığında, Arakel Çakıryan ve Aram
Gesaryan’ın katılımıyla Galata Sürgünler Komitesi oluşturuldu. Komite
300 sürgünü karşılama, barındırma, sevk işleriyle ilgilenmeye karar
verdi. Gerekli kolaylıkların sağlanması için İtilaf Devleri ve Osmanlı
hükümeti temsilcileri ile ilişkiye geçildi.
Komite, parasızlık, yersizlik yanında hastalık korkusuyla yüz yüzeydi.
Galata Rus Manastırı’nın Avusturyalı güçler tarafından boşaltıldığı
bilgisine ulaşılınca, sürgünler aylık 1000 lira kira karşılığında
manastıra yerleştirildi.
Barınaksızların sayısı kısa sürede 700-800 kişiye ulaştı. Ermeni
izcilerin yardımı ile daha sonra Ermeni Kızıl Haç’ına devredilecek bir
eczane ve aynı zamanda bulaşıcı olmayan hastalıklar için on beş yataklı
bir hastane açıldı. Komitenin çabaları ile iki binden fazla sürgün
Marmara kıyılarındaki memleketlerine sevk edildi.
Komite 30 Nisan 1919’da yiyecek, giyecek, elektrik, ısınma, mutfak
eşyaları, sağlık, kira gibi giderleri yanında gelirlerini de içeren
raporunu yayımladı. Kadıköy Sürgünler Heyeti
Mütarekeden sonra İstanbul’a gelenlerin ilk durağı Haydarpaşa Garı’ydı.
Bu yüzden Kadıköy Ermenileri acilen bir komite oluşturdu. İlk kafilenin
Galata’ya yerleştirilmesinden sonra İstanbul’a ulaşan 400-500 kişilik
ikinci grubun önemli bir kısmı Kadıköy Aramyan Okulu’na yerleştirildi.
Daha büyük bir kalabalığın geleceği bilgisi üzerine Serovpe Berberyan
başkanlığında 16 kişiden oluşan Kadıköy Sürgünler Komitesi oluşturuldu.
Komite, Haydarpaşa Garı Ermeni görevlileri ile işbirliği yaparak
gelenlerin beslenme, sevk ve idaresi, dağıtımları, yolculuklarının
düzenlenmesi için harekete geçti. Birkaç gün içinde Haydarpaşa’ya
900-1000 kişi ulaştı. Bu kişilerin barınmaları için Haydarpaşa
çevresinde çadırlar kuruldu. Kadıköy komitesi bir anlamıyla göçmenlerin
ilk dağıtım merkezi oldu.
En büyük üç sürgün kampı
İstanbul’da kurulan kampların en büyükleri Galata, Haydarpaşa ve Samatya’da kurulanlardı. Galata
Galata Ermeni sürgünler kampının ilk binası 42 odadan oluşan Ruslara
ait bir manastır binası, ikincisi ise Karaköy Getronagan Okulu
bitişiğindeki bir bina oldu. Ağustos 1919’a kadar kampta barınan göçmen
sayısı 400’dü, bu sayı zaman zaman 600’lere ulaştı. Eldeki raporlara
göre, sürgünlerin %20’sini çocuklar, %50’sini aileler ve yetişkin
kızlar, %20’sini ise gençler oluşturuyordu.
Galata, merkezi konumu nedeniyle, başka kamplara geçecek göçmenler için de günlük bir konaklama merkezi işlevi görüyordu.
Sürgünlerin kampta kalış süreleri, beslenmeleri belirli kurallara
bağlıydı. Kampta eğitim ve sağlık konusunda da girişimler vardı;
göçmenlere meslek edindirme amacıyla dikiş nakış ve çorap örme
atölyeleri açılıyordu. Haydarpaşa
İstanbul’un en büyük kampıydı. Bazı günler göçmen sayısı 2000’lere
ulaşıyordu. Halep, Hama, Homs, Şam, Der Zor, Urfa gibi uzak yörelerden
gelen pek çok göçmenin son durağı burası oldu. İstanbul’un yakın
çevrelerinden, yani Yenice, İzmit, Sölöz, Yalova, Bandırma, Bahçecik’ten
gelenler de önemli bir sayı oluşturuyordu. Daha sonraki dönemlerde ise
Erzurum, Muş, Sivas, Tokat, Amasya’dan da kafileler ulaştı. Samatya
Samatya Surp Kevork Kilisesi yönetim kurulu tarafından oluşturuldu. 16
Ekim 1918’de Surp Kevork Kilisesi avlusu ve Sahakyan Okulu bir kampa
dönüştürüldü. Okul binası bir süredir ordu tarafından kullanılıyordu.
1918 Kasımında Yeşilköy kampında kalan göçmenler de buraya nakledildi.
Kamp semt sakinlerinden oluşan yedi kişi tarafından yönetiliyordu. Bu
kampta binlerce insan kaldı. Samatya kampı, aynı zamanda İstanbul’da
kurulan en uzun süreli kamp oldu. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında
bile hâlâ bu kampta kalmaya devam eden insanlar vardı.
Arnavutköy Yetimhanesi
Yetimhane ‘zengini’ bir millet
İstanbul’a ulaşabilen sürgün kafileleri içinde çok sayıda yetim vardı.
Anne veya babalarını, bazen ikisini birden kaybeden bu talihsiz
çocukların bakımı, o dönemde İstanbul Ermenilerinin en önemli
meselelerinden biriydi. Bu amaçla kentte pek çok yetimhane kuruldu.
Pangaltı Surp Hagop Hastanesi bitişiğinde, hastaneye ait bir bina
yetimler kampı olarak düzenlendi. Kampın amacı, zor durumdaki çocukların
özel bir kütüğe kaydedildikten sonra, temizlik ve sağlık kontrolünden
geçirilerek kurulan yetimhanelere gönderilmesiydi. Diğer semtlerde yer
alan yetimhanelerin başlıcaları ise şunlardı. Hasköy
Hasköy Erkekler Yetimhanesi 24 Mayıs 1919’da Sürgünler Merkez Heyeti
öncülüğünde Hasköy’lü Şahbaz Bey’in muazzam büyüklükteki beş katlı
evinde açıldı. Hasköy sırtında yer alan bina, oyun, jimnastik salonları,
hamam, ayakkabı, mobilya ve berber meslek atölyeleri için düzenlendi.
Savaş döneminde kışla olarak kullanılan bölümleri ise sebze ve çiçek
yetiştiriciliğine ayrıldı. Yetimhane binasında aynı zamanda derslikler,
küçük bir poliklinik, yatakhaneler yer alıyordu. Balat
Balat Ermeni Okulu bünyesinde kuruldu. Balat’ta daha önceden semt
sakinlerinin yardımıyla 10-15 yetime bakılmaktaydı. Bu yetimler 3
Haziran 1919’da Merkezi Mütevelli Heyeti’ne bağlandı ve bir süre sonra
150 kız çocuğunun kaldığı bir yetimhaneye dönüştü. 40-50 kadar yetimin
kaldığı Fatih Salmatomruk Ermeni Okulu binası yanınca, oradaki çocuklar
da Balat Yetimhanesine taşındı. Kızlar Kampı-Yetimhanesi (Kumkapı, Yerusağemadun)
Merkez Mütevelli Heyeti’nin talebi üzerine 1 Eylül 1918 günü Kumkapı
Ermeni Patrikhanesi bitişiğindeki Kudüs Evi’nde açıldı. Burada kalan
yetim sayısı 80 ile 100 arasında değişiyordu.
Kampın ve yetimhanenin yönetimini Bayan A. Minasyan başkanlığında B. Cevahiryan, Y. Cecizyan’dan oluşan bir kurul üstlendi.
Bakımsız olan binanın öncelikle su, çatı, pencere gibi eksiklikleri
giderildi. Merkez Mütevelli Heyeti yatak ve giyecek sorununu çözdü.
Kampa gelen kızların pek çoğunun üzerinde erkek elbisesi bulunmaktaydı.
Aynı semtte oturan İngiliz Bayan Berges’in yardımıyla çocukların hepsine
yeni kız elbisesi sağlandı. Burada kalan çocuklar çevredeki okullarda
eğitim almaya başladı. Yedikule
Merkezi mütevelli heyeti ile Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi arasındaki
anlaşmaya göre hastane binasının önemli bir kolu yetimlere ayrıldı.
Gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra 11 Ekim 1919 günü 7-14 yaş arası
150 erkek yetime açıldı. Yetimhanenin idaresi hastane yönetimine teslim
edildi. Yetimlerin yemek, sağlık, giyecek gibi ihtiyaçları hastane
tarafından karşılandı. Yetimhanede meslek atölyeleri kurularak çocuklara
gelecekte iş bulma imkânı sağlandı. Ortaköy
Yetimhane 1 Aralık 1918 günü semt sakinlerinin yardımlarıyla, 40
çocukla açıldı. İhtiyaçları mahalle sakinleri tarafından karşılanıyordu.
Ancak yetim sayısı 100’lere ulaşınca maddi olanaklar yetersiz kaldı ve
masraflar Merkezi Mütevelli Heyeti’nce karşılanmaya başlandı.
Yetimhane için semtin Hripsimyants Okulu tahsis edildi. Böylece
yetimhane 79 karyolalı iki yatakhaneye, altı yataklı bir revire, ambara,
yemekhaneyi ve mutfağa sahip oldu. İlk dönem 4-14 yaş arası 74 yetim
varken, semtin diğer iki okulunun da yetimhaneye tahsis edilmesiyle sayı
yüzlere ulaştı. Her bir yetime üç kat çamaşır, birer mendil, çorap, yüz
havlusu, yün veya pamuk yatak sağlandı.
Anarad Hığutyun Surp Anna Yetimhanesi
Yetimlere kucak açan okullar
İstanbul’a ulaşan yetimlerin önemli bir bölümü ise mevcut okullar ya da yetimhaneler bünyesinde barındı ve eğitim gördü. Eğitimsever Kadınlar Okulu
Eğitimsever Kadınlar Okulu’nun Nişantaşı’ndaki binasına 5-16 yaş arası
282 yetim kız kabul edildi. Yetimlere biri ev diğeri de okul olmak üzere
iki bina tahsis edildi. Kızların elbise, iç çamaşırı, ayakkabı gibi
ihtiyaçları büyük oranda Merkezi Yardım Heyeti tarafından Ermeni Kızıl Haçı Şişli Kliniği
Bu klinikte süt bebeklerinden beş yaşına kadar olanlar ve fiziki
gelişimlerini tamamlayamayan 6 yaşındaki yetimler barınıyordu. 31 Ekim
1919’da barınan yetimlerin sayısı 61’e ulaştı. Ermeni Kızıl Haçı
Hastanesi de giderleri merkezce karşılanmak üzere 67 yetim kabul etti. Pera ve Samatya Surp Anna Yetimhanesi-Okulu
Anarad Hığutyun Okulları da yetim kabul etti ve kurulan iki yetimhane
Surp Anna adıyla anıldı. Pera Anarad Hığutyun okulunda yetim kızlar
öğrenim görmeye başladı. Surp Anna atölyelerinde normal eğitimin yanında
temizlik, biçki dikiş ve özellikle iğne işleri öğretiliyordu.
Giderleri Merkezce karşılanan 6-14 yaş arası 120 yetim Samatya Anarad
Hığutyun Okulu’nda barınıyordu. Trabzon ruhani önderi Hovhannes
Episkopos Nazlıyan’ın girişimleriyle Samatya Surp Anna Yetimhanesi
bitişiğindeki Alman Okulu da 22 Şubat 1918’de yetimhaneye tahsis edilir. Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Yetimhanesi
Surp Pırgiç Hastanesi bünyesinde kurulan yetimhanenin tarihi oldukça
eskiye dayanmaktadır. Çok yönlü, çok kapsamlı olan ve önemli rol oynayan
bu yetimhane başlı başına bir konu olarak ele alınmayı hak ediyor.
Agos’un önümüzdeki sayıları için bu konuda bir dosya hazırlayacağız. Bakırköy Bezazyan Okulu
Merkez Mütevelli Heyeti himayesinde 8-16 yaşında 45 yetime yuva oldu. Ortaköy Kızlar Yetimhanesi
1909 Adana katliamından kurtulan yetim kızlar için 1913’te açılmıştı.
1918’de Merkez Mütevelli Heyeti himayesine girdi ve burada 245 yetim
barındı. Hasköy Kalfayan Yetimhanesi
1866’da Sırpuhi Kalfayan tarafından kurulan okul 1900’larda yetimhaneye
dönüştürüldü. Kızların eğitimi için önemli bir merkez oldu. 1915’te de
yetim kızların bir kısmı bu okulda barındı. Karagözyan Yetimhanesi
7-15 yaş arası 59 yetim kabul etti.
Pera Yetimhanesi
Bir halk muhtaçlarına sahip çıkıyor
İstanbul’a akın eden sürgünler
arasında acil bakıma ihtiyaç duyan 14 yaş altında fazla sayıda erkek ve
kız çocuk yer alır. Bu durumu dikkate alan 40’ı aşkın Ermeni ticaret
adamı 5 Kasım 1918 günü Osmanlı Ticaret Bankası’nda toplanarak Arsen
Arsenyan başkanlığında Hay Vorpakhınam (Ermeni Himaye-i Eftal
ya da Ermeni Yetim Çocukların bakımı) kurarlar. Amaçları, yetim kalmış
çocukların acil barınma ve beslenme ihtiyaçlarına çözüm bulmaktır. Özel
bir komisyon oluşturarak yetimlerin kimliklerinin tespitini yaparlar,
bazı durumlarda ailelerine ya da yakınlarına teslim edilmesini
sağlarlar. İstanbul’un pek çok semtinde şubeler oluşturur, semtlerde
açılan yetimhanelere yardım eder, gerekirse tüm sorumluğunu üstlenirler. Nişantaşı Yetimhanesi-Okulu
20 Kasım 1918’de Şişli’de bir grup Ermeni bir yetimhane açma fikri ile
yan yana gelir. Semt sakinlerinin maddi ve manevi desteği ile Nişantaşı
Emin Efendi Sokak’ta büyük bir bina kiralanır. Karyola, yatak, elbise,
masa, giyecek, yiyecek ihtiyaçları hazırlanır. Yetimhane 1 Ocak 1919’da
20 yetimle açılır. Bu sayı kısa sürede artarak 65 yetime, ardından 250
yetime yükselir. Yetimhanenin giderleri semt sakinlerinin aylık veya üç
aylık bağışlarıyla karşılanırken sayının artması üzerine masraflar
Merkez Mütevelli Heyeti ve American Board tarafından karşılanır. Pera Yetimhanesi (Esayan Okulu içinde)
Ekim 1918’de 8-10 yetimin bakımıyla başlayan çalışma, tersaneye yanaşan
Türk askerlerinin eğitim gördüğü Tirimüjgan vapurundan alınan 24
yetimin evlere dağıtımı ile devam eder. Ordu tarafından karargâh olarak
kullanılan Esayan Okulu’nun boşaltılmasıyla yetimler bu okulda
toparlanmaya başlar. Semtin mütevelli heyeti yetimlerin barınma,
yiyecek, giyecek sorunlarını çözmek üzere on kişilik bir kurul oluşturur
ve yetimhane 1 Ocak 1919’da faaliyete geçer. 1919 Ekim ayında sonunda
yetim sayısı 125’e yükselir. Beşiktaş Yetimhanesi
1 Ocak 1919’da Episkopos Naroyan öncülüğünde Lutfig Kuyumcuyan
başkanlığında 14 kişiden oluşan heyet yönetiminde 22 yetimle açılır. Arnavutköy Yetimhanesi
25 Aralık1918’de Arnavutköy-Bebek-Kuruçeşme Hayanıver (Ermeniliğe
adanmış) Derneği öncülüğünde açılır ve bu derneğin adıyla anılır.
Giderlerin önemli bir kısmını dernek organizasyonları, bağışlar ve
Merkezi Yardım Heyeti’nin katkılarıyla karşılanır. 85 erkek, 15 kızdan
oluşan yetim sayısı 1919’da 129 olur. Boyacıköy Yetimhanesi
12 Kasım 1918’de semt sakinlerini tarafından açılır. İki kadın, üç
erkekten oluşan yönetim yetimhanenin tüm giderlerini semt sakinlerinin
katkılarıyla karşılar. Semtin Ermeni okuluna ait iki oda ve yemekhanesi
yetimlere tahsis edilir. 7-12 yaş arası 11 yetim kız barınır ve aynı
okulda diğer öğrencilerle birlikte eğitim görür. Kadıköy Yetimhanesi
3 Ocak 1919’da Kadıköy kilisesi mütevelli heyetinin girişimiyle
faaliyete geçer. Gerekli hazırlıkların tamamlanmasıyla 27 Mart 1919’da
kendilerine teslim edilen 42 yetimle açılır. Yetimhane giderleri semt
sakinlerinin aylık ve üç aylık bağışlarıyla, daha sonra ise Merkez
Mütevelli Heyeti’nin katkılarıyla karşılanır. Yetimhane, Aramyan Okulu
içindeki bir binada yer alır. Yetim sayısı daha sonraki dönemde 100
çocuğa ulaşır. Üsküdar Yetimhanesi
13 Kasım 1918’de Selamsız, İcadiye ve Yenimahalle Ermeni mütevelli
heyetlerinden 12 kişiden oluşan bir komisyon tarafından Surp Haç
Kilisesi’ne ait bir evin yetimhaneye dönüştürülmesiyle açılır. Açılışta
55 olan yetim sayısı daha sonra 152 olur. Bu nedenle kimi itirazlara
rağmen Home School binası kiralanır ve yetimhane oraya taşınır. Aynı
zamanda Berberyan Okulu’nun bir bölümü de kamp olarak kullanılır.
Giderleri bağışlar ve Merkez Mütevelli Heyeti tarafından karşılanır,
yetimler semt okullarında eğitim görür. Gedikpaşa Yetimhanesi
11 Kasım 1918’de bir grup semt sakininin Yetimleri Himaye Komisyonu
kurmasıyla başlar. 16 erkek yetim uygun bir bina bulunana kadar kilise
idare binasına ait iki odada barınır. Yetimlerin sayısının artması
üzerine Ocak 1919’da Surp Hovhannes Kilisesine ait özel bir binaya
taşınır. Giderleri küçük bağışlar, American Board ve Merkezi Mütevelli
Heyeti tarafından karşılanır. Yetimhanede tümü erkek olan 7-15 yaş arası
46 yetim barınır. Narlıkapı Yetimhanesi
10 Ocak 1919’da semt sakinlerinin Simon Çömlekçiyan başkanlığında
oluşturduğu bir heyet tarafından 12 yetimle açılır. Giderleri aylık
bağışlar ve American Board ve Merkez Mütevelli Heyeti tarafından
karşılanır. 16 kız, 49 erkekten oluşan yetimler Ermeni okullarına ait
iki binada kalır. Kaynakça:
1. Kurken Etilyan, Kağtanagan Vorpanotsner (Göçmen Yetimhaneleri), 48 sayfa, Tiflis 1916, Ebokha Matbaası.
2. Azkayin Khınamadarutyun, Inthanur Değagakir (Ulusal Yardım ve Bakım Organizasyonu, Genel Rapor) 1920, İstanbul, M. Hovagimyan Matbaası, 510 sayfa.
3. Mütareke İstanbul’unda Ermeni Faaliyetleri, Önder Duman, Ermeni Araştırmaları Dergisi, Sayı 16-17.
4. Kağtanagan Vorpanotsner (Göçmen Yetimhaneleri), adlı
çalışmada yer alan yetimler ile ilgili detaylı listeler Gomidas
Enstitüsü tarafından dijital hale getirilmiştir. İlgi duyan
okuyucularımız www.gomidas.org/submissions/show/14 sitesinden For full articlebölümünde yer alan 151 sayfalık listenin tümüne ulaşabilir.
AGHET [produced by NDR (German public television)], a new award-winning
documentary made by German filmmaker Eric Friedler compellingly proves
the truth of the genocide of the Armenian people. Using the actual words
of 23 German, American and other nationals who witnessed the events,
and armed with archival materials, AGHET expertly takes on the challenge
that PM Erdogan hurled at the world by stating: »Prove it.« AGHET
incorporates never-before-seen footage and documents - making it one of
the best researched and presented documentaries on the Armenian
Genocide. More than just a historic retelling of the Genocide, the film
also delves into the ongoing campaign of denial that the Turkish
government has mounted since these events occurred in World War I.
AGHET
was debuted on NDR in April, 2010. Friedler has assembled an impeccable
cast, who bring to life the original texts of German and U.S.
diplomatic dispatches and eyewitness accounts, interspersed with
never-before-seen footage of the Genocide and its political aftermath.
The film, applauded by Nobel Prize laureate Gunter Grass, has sparked
renewed debate throughout Europe and has won several international
awards. It is now being showcased around the world on television, in
major film festivals and has been seen by members of the U.S. Congress. The
documents presented in AGHET, amongst others, come from the Ministry of
Foreign Affairs in Berlin, the American National Archives, the Library
of Congress and archives in France, Denmark, Sweden, Armenia, Russia and
Turkey. The military archives of Turkey, though, are still not publicly
accessible. Besides, Turkey is in possession of the microfilms of
the German, diplomatic, original-documents from the Ministry of Foreign
Affairs in Berlin for more than 10 years. These microfilms however, have
not yet been translated into Turkish and consequently are still
unapproachable for the Turkish historiography, the Turkish historians
and the general Turkish public. Down to the present day there was no
reaction from Turkey concerning this enormous German evidence.
AGHET
represents a significant contribution to political and cultural
awareness not only for Armenians worldwide, but also more importantly
for the non-Armenian world community.
*** Brief list of those states which have acknowledged the Armenian Genocide:
• Town council of Cerchiara di Calabria, Italy – 2011
• Brazil, Campinas (Sao Paolo), Resolution – December 16, 2011
• Sweden_Parliament_Resolution – March 11, 2010
• U.S._House Committee_Resolution – March 4, 2010
• U.S._House Committee_Resolution – October 10, 2007
• Chile, Senate, Resolution – Jule 07, 2007
• Argentina, Law, January 11, 2007
• Argentina, Senate, Special Statement – April 19, 2006
• Lithuania, Assembly, Resolution – December 15, 2005
• European Parliament, Resolution – September 28, 2005
• Venezuela, National Assembly, Resolution – July 14, 2005
• Germany, Parliament, Resolution – June 15, 2005
• Argentina, Senate, Resolution – April 20, 2005
• Poland, Parliament, Resolution – April 19, 2005
• Netherlands, Parliament, Resolution – December 21, 2004
• Slovakia, National Assembly, Resolution – November 30, 2004
• Canada, House of Commons, Resolution – April 21, 2004
• Argentina, Senate, Declaration – March 31, 2004
• Uruguay, Law – March 26, 2004
• Argentina, Draft Law – March 18, 2004
• Switzerland (Helvetic Confederation), National Council, Resolution – December 16, 2003
• Argentina, Senate, Resolution – August 20, 2003
• Canada, Senate, Resolution – June 13, 2002
• European, Parliament, Resolution – February 28, 2002
• Common Declaration of His Holiness John Paul II and His Holiness Karekin
II at Holy Etchmiadzin, Republic of Armenia – September 27, 2001
• Prayer of John Paul II, Memorial of Tzitzernagaberd – September 26, 2001
• France, Law – January 29, 2001
• Italy, Chamber of Deputies, Resolution – November 16, 2000
• European Parliament, Resolution – November 15, 2000
• France, Senate, Draft Law – November 7, 2000
• Lebanon, Parliament, Resolution – May 11, 2000
• Sweden, Parliament, Report – March 29, 2000
• France, National Assembly, Draft Law – May 28, 1998
• Belgium, Senate, Resolution – March 26, 1998
• Lebanon, Chamber of Deputies, Resolution – April 3, 1997
• U.S., House of Representatives, Resolution 3540 – June 11, 1996
• Greece (Hellenic Republic), Parliament, Resolution – April 25, 1996
• Canada, House of Commons, Resolution – April 23, 1996
• Russia, Duma, Resolution – April 14, 1995
• Argentina, Senate, Resolution – May 5, 1993
• European Parliament, Resolution – June 18, 1987
• U.S., House of Representatives, Joint Resolution 247 – September 12, 1984
• Cyprus, House of Representatives, Resolution – April 29, 1982
• U.S., House of Representatives, Joint Resolution 148 – April 9, 1975
• Uruguay, Senate and House of Representatives,Resolution – April 20, 1965
• U.S., Senate, Resolution 359 – May 11, 1920
• U.S., Congress, An Act to Incorporate Near East Relief – August 6, 1919
• U.S., Senate, Concurrent Resolution 12 – February 9, 1916
• France, Great Britain, and Russia, Joint Declaration – May 24, 1915
Kesablı yaşlı Ermeniler, muhalifler
tarafından Türkiye’ye getirildi ve bir şov malzemesi olarak kullanıldı.
Gazete sutunlarını, “Türkiye Ermenilere kucak açtı” minvalinde haberler
süsledi. Vakıflıköy’e giden Karin Karakaşlı, Kesab’dan getirilen
Suriyeli Ermenilerle görüşerek olayın iç yüzünü yazdı.
10 Nisan 2014 Perşembe 15:33
KARİN KARAKAŞLI karinkarakasli@agos.com.tr FOTOĞRAFLAR: BERGE ARABİAN Önce bir silah sesi, sonrasında
çığlıklarla gökyüzünde uçuşarak dağılan bir kuş sürüsü… Kesab’daki
Ermeniler denince aklıma gelen ilk imge bu. Ermeniler ve Kesab, bin
yıllık bir tarihten sonra ayrı düştü. Çok değil, Suriye’deki son iki
yıllık savaş dehşetinde bile cennet mekân kalan ve Halep başta olmak
üzere bombaların yağdığı şehirlerden can havliyle kaçanların kendini
attığı o bir zamanların sayfiye yeri Kesab, artık bir hayalet şehir. Son
ana kadar kasabada kalan kırk kadar yaşlı Ermeni’nin yarısı da şimdi
Vakıflı Köyü’nde. Talihin cilvesi bizi böyle
buluşturacakmış, diyor hepsi de. Ne de olsa iki köy de aynı tarih ve
coğrafyanın devamı. Ermenicenin aynı yerel ağzını konuşuyor, usul usul
anlaşıyorlar. Büyük şehirlilerin rüyası, portakal ve limon bahçeli
Vakıflı Köyü, bir sığınma yeri olmuş. Köyün iki pansiyonuna yerleşen
Kesablı Ermeniler arkalarında kalan dehşeti, önlerindeki belirsizliği ve
bir masal gibi sayıkladıkları eski hayatlarını bir arada sırtlıyor. O yükten nasipleniyorum yanlarında ben
de. İçimde 21 farklı hikâye var. Büyük politikaların ve küçük
entrikaların savurduğu bu insanların her biri, kendi hayatını emanet
ediyor aslında. Ve yazmaya koyulurken en çok onların onurunu ve bu
hayatların özgünlüğünü korumanın derdindeyim aslında. Ellerinde minik
plastik poşetler, üstelerinde haftalardır kalan tek kıyafetleri ile
geldikleri bu yerde, hikâyelerini de ellerinden çalarsan, neleri kalır
geriye?
Savaşı yaşayanla, teninde hissedenle doğrudan karşılaşmak başka bir
terbiye. Anaokul öğretmeni Dzovinar Sulyan’ın deyişiyle “Dayağı yiyen
ile sayanın durumu bir olmaz.” Herkes o dayağın acısını hafifletmenin
derdinde. Sabah, öğlen, akşam Vakıflı Köy’ün sakinleri, bu Tanrı
misafirleri için nöbetleşe sofralar kuruyor. Her biri evinin, bağının,
bahçesinin, koyununun, meyvesinin yasını tutan bu insanları sığındıkları
odalarda rahat ettirmeye çalışıyor. Televizyonlar Lübnan, Suriye, Mısır
ve Ermenistan kanallarına ayarlı. Aileler pür dikkat hava durumu izler
gibi, Kesab’la ilgili son haberleri dinliyorlar. Sanki haberlerde
bahsedildikçe, bir kâbustan uyanıp da bunları gerçekten yaşadıklarına ve
dahası o kâbus öncesinde sıradan güzelim hayatlara sahip olduklarına
inanmak ister gibiler. Gerisi derin suskunluk...
Burası kayıt makinelerinin iflas ettiği yer. Uzatacak mikrofonum yok.
Dizlerinin dibinde oturmayı, dinlemeyi, anlamayı, anlatmayı deniyorum.
Onlar konuştukça muhaliflerin hazırladığı ‘Ermenilerin kılına zarar
vermedik’ mizanseni ve bu mizansende Türkiye’nin rolü apaçık ortaya
çıkıyor. Hepsi de üç gün içinde olup bitenlere gafil avlanmış.
Kaçabilenler gitmiş, geriye kalan kelaynaklar ise evleri kuşatan muhalif
grupların elinde Kesab’daki bir Haleplinin genişçe evinden, Halep yolu
üzerinde Dama’daki bir çiftliğe, oradan sınıra ve nihayet Vakıflı
Köyü’ne kadar sürüklenmiş. Çiftlikte her an öldürülmeyi bekleyerek
geçirdikleri o iki haftayı, bitmek bilmez yolları ve kucaklarında
bitiştirdikleri ellerine bakıp da anlattıkları eski hayatlarını
paylaştılar. İlk durak
Üç erkek kardeş Hagop, Asbed ve Babken Curyan ile Babken’in Lübnanlı
eşi Nıvart, benim hikâye yolculuğumun da ilk durağı oldu. Kardeşlerin
yeşil gözlü yaşlı anneleri Karun’u ise sonradan pansiyon odasında
görüyorum. Kesab doğumlu kardeşler, bir dönem yerleştikleri Lübnan’ı da
iç savaş yüzünden terke etmek zorunda kalmış. O dönem hepsi de oto
tamirciliği, eczacılık gibi farklı işlerde çalışırken Kesab’da da
çiftçilik yapmışlar. Hagop Bey “Evimizi, toprağımızı bıraktık. Ben
gelmişim 75 yaşıma, bu yaştan sonra dilenecek miyiz? Burada çok şükür
her şeyimizle ilgileniyorlar ama biz alışmamışız ayağımıza yemek
getirilmesine. Çalışmak isteriz” diyor.
Asbed Curyan sözü alıp o son üç günü anlatıyor: “Üç yılda hep bir
saldırı dedikodusu olurdu. Son hafta da Facebook’ta burayı işgal
edecekleri şeklinde bir şeyler okuyanlar olmuş. On beş gün önce Perşembe
akşamüstü bombalama başladı. Cuma da artınca, arabası olanlar panik
halinde kaçıştı. Cumartesi gününe kadar mukavemet eden askerler vardı.
Sonra ne oldu anlamadık, birden milisler evleri kuşattı. Anladık ki
askerler çekilmiş. Telefon, internet kesildi. Pazar sabahı kapıya
dayandılar. Hepsi uzun sakallıydı. Kapıları kırıp ellerimizi havaya
kaldırdılar. Bizi önce ev sahibi Halepli olan birinin büyükçe evine
götürdüler. Hepimizi gruplar halinde orada topladılar. İki gün orada
mahsur kaldık. Ameliyat olmuştum, eve gidip ilaç almak için izin
istedim. Başka bir şey alamadık. Evin içi yağmalanmış, kapıya
motosikletle girmişler, motosiklet yan yatmış, benzin akmış yerlere. Cam
çerçeve inmiş. Sonrasında da bir daha ev bark görmedim zaten.”
Tutsakların ikinci konaklama yeri, Halep yolu üzerinde Kürt Dağı da
denen Dama olmuş. “Çiftlik yeriydi. Ama tavuklar dahil ortalıkta hiçbir
şey yok. Beton üzerini boydan boya halı kaplamışlar. Dua ettiklerini
söylediler. Ayakkabılarımızı çıkarıp girdik. Hiç eşya yoktu içerde. Her
birimize ikişer battaniye verdiler. On beş gün orada kaldık. Yemek
verdiler. Arada bol bol Müslümanlık vaazı da verdiler. Gelin siz de
dönün bu dine, dediler. Önce herkese Kesab’daki evlerine döneceğini
söylediler. Çiftlikten çıkınca doğrudan tepedeki Katolik Kilisesi’ne
götürdüler. Televizyon kanalları hazır bizi bekliyordu. Bizi çektiler.
Eve dönüp eşyamızı toplayalım dedik. Gideceğiniz yerde, Türkiye’de her
şey olacak deyip izin vermediler. Pasaport ve kimliklerimize de el
koymuşlardı. Onları sonradan dağıttılar ama bir kısmımızınki halen
eksik.”
Kayıplar ev bark ve kimlikle sınırlı değil. Babken Curyan’ın eşi
Nıvart’ın Lübnan’da bir kızı bir de minik torunu var. Ama aklı fikri 23
yaşındaki oğlu Kevork’ta. Milisler oğlanı almış götürmüş. O gün bugün
kendisinden tek bir haber yokmuş annenin bildiği. “Oğlum mutfak
yapımında çalışır. Bahçe işleriyle uğraşıyordu bir de son günlerde.
Ayağında askeri botlar vardı iş yaparken. Acaba onun için mi
götürdüler?” diye soruyor.
Bazı soruların cevabı yoktur. Susuyorum. ‘Üç yüz koyunum gitti’
Yesayi Ayntablıyan, kızkardeşi Silva, eşi Hasmig ve 35 yaşındaki kızı
Ani Ayntablıyan ile gelmiş Vakıflı Köyü’ne. 1958’de yabancı okullar
kapatılınca yarıda kalan Amerikan Lisesi’ndeki eğitimine yanıyor halen.
Abisi, “Lübnan’daki Kesab” diyebileceğimiz Ancar’a gitmiş, oradan
elektronik mühendisi olarak ABD’ye geçmiş. “Ailede biri de fedakârlık
edecek ne yapalım?” diyor.
Yanlış anlaşılmasın, karşımda gerçek bir savaşçı var. “Suriye’de elma
ağacı konusunda üzerime yoktur. Eşimle birlikte 11 elma ağacı ile
başladık, 2 güzel bahçe kurduk” diyor gururla. Arap-İsrail savaşı
sırasında bahçeye yakın yere bomba düşünce Yesayi Bey’i de
tutuklamışlar. Suçsuz yere 45 gün askeri hapishanede işkence görmüş,
ardından salıverilmiş. Merkez yerdeki güzel topraklarını da mafya usulü
kaçırıp tehdit ederek ele geçirmeye çalışmışlar. “Ben hep sıfırdan
başladım hayata. En son da bu sürüyü büyüttüm yıllarca. Şimdi bilmem ki
ne oldu 300 koyunum.”
“Patlama olduğunda dağda koyunları otlatıyorduk. Daha önce uçağın
düşürülüşünü de gördük. Kızım, sınırdan askerlerin çekildiğini
söyleyince endişelendim” diye anlatıyor son dönemi ve ekliyor: “Demeye
kalmadan Allahuekber sesleriyle milisler geldi. Kızıma başını kapatması
için bağırdılar. Kendi şapkamı verdim ona. Silah sordular. Dedik yok
bizde silah. Cep telefonlarını aldılar. Tıktılar bizi o çiftliğe.
‘Korkmayın bizim Ermeniyle işimiz yok. Derdimiz Alevilerle. Alevi, babam
olsa gebertirim’ dediler. Dönüş yolunda da Katolik Kilisesi’ne
soktular. ‘Göreceksiniz kiliseyi temizledik. Bir tek haçını indirdik’
dediler. ‘Pis miydi ki kilise’ diye sordum. Cevap vermediler. Kilisenin
içi televizyoncularla dolmuş. Biz Der Voğormya diye dua ederken kameraya
çektiler. Zaten tam o anda da bomba patladı. Gördünüz mü Esad’ın
adamları bombalıyor” dediler. Yine yola çıkarılıp sınırda Yayladağı
Kaymakamı tarafından karşılandık. Bize yemek verildi ve Vakıflı’daki
Ermenilerin yanına gideceğimiz söylendi. Şimdi işte burdayız.”
Evin içinden pek çıkamayan Halepli iki akraba Anahid Aharonyan ve
Nerses Tangukyan’ın yanına gidiyorum. Yaşlı bir nine de döşekte yatıyor.
Bahsi geçen tüm o çiftlik günlerinden bu kadar yaşlı insanların nasıl
geçtiği ayrı bir muamma. Anahid Hanım, Nerses Bey’in ayaklarını
gösteriyor. “İyi kötü yürüyebiliyordu bastonla. Günlerdir sandalye
üzerinde oturmaktan, betonda yatmaktan bak nasıl şişti şimdi. Bizi
buracıkta öldürün dedik. Olmaz dediler. Kucaklarda taşıyıp zorla
arabalara bindirdiler.” ‘Sen çalışırsın, onlar yer’
Yine yatakta yanına vardığım Zaven Hovsepyan da yollarda bitap düşmüş.
35 yıllık beton ustası ve bahçıvan Zaven Bey, “O ki azınlıksın, sen
çalışırsın onlar yer” diye özetliyor tekmil hayatını. Rejim zamanında
da Kesab’daki yaklaşık 500 bahçıvanın her gün birer kasa rüşvet
verdiğini ama hayatları boyunca 500 kasalık gelirleri olmadığını
anlatıyor. Kasabanın bir anda boşaltılmasına ve Ermenilerin bu duruma
gafil avlanmasına öfkeli. “Bizim idareciler sahne gördü mü ‘Çok yaşasın
dilimiz, var olun halkımız’ diye atıp tutar. Ama iş icraata gelince
sıfır. Zaten halkın üçte biri Muhaberat’a çalışan muhbir olmuş. Birleşme
denen şey yok. Kiliselerin din adamları vaazlarını bile onay için
rejime sunmak zorunda. İşte şimdi bu haldeyiz.”
Iraklı eşini kaybetmiş. Kızı, kendi deyişiyle yabancıyla evlenmiş.
ABD’deki kardeşlerle bağı kopuk bu son dönemde. Bir hayali Ermenistan
kalmış, oraya varmak istiyor. “İki dedem de çöllerde öldü. O dönem
Fransa üzerimize güldü, şimdi bu topraklar kime yar olacak?” diye
soruyor. Aklı da Kesab’da kurulan müzede kalmış. “Dünyanın dört bir
yanından Ermeni kültürüne dair parçaları getirdiler. Bak şimdi Kesab
kendi paramparça oldu.”
O dağılmışlığın en kıymetli parçaları şimdi Vakıflı Köyü’nde. Türkiye
Ermeni toplumu için de soydaşlarına el uzatma, bildik bir acıya derman
olma vakti. Surp Asdavazin Ermeni Kilisesi Vakfı’nın hesabı, (Ziraat
Bankası Hesap No: 33222327-5001 Iban: TR83 0001 0004 4633 2223 2750 01)
herkesin katkısını bekliyor. Elbette anlattığım bunca hikâyenin maddi
olarak telafi edilebilecek bir yanı yok. Ama her tür desteğin Kesab ile
Vakıflı Köyü’nü aynı Ermenice ağızda buluşturan o geçmişi anımsayıp,
geleceği birlikte inşa etme gibi bir anlamı var.
Bana emanet edilen hikâyeler bunu emrediyor. Ben de şimdi o hikâyeleri sizlere teslim ediyorum.
Bir Rus aristokratı: Movses Arabian
Beni ayağa kalkarak karşılayan hüzünlü beyefendi Marc Chagall’ın
tablolarındaki ince uzun yüzlü, derin bakışlı erkekleri anımsatıyor.
Movses Arabian ve kızkardeşi Marta Arabian, kışı Lazkiye’de yazı
Kesab’da geçiren ve birlikte yaşayan iki kardeş. Sürgün yolunda kaybolan
Marta Arabian’ın ilaçlarına muadil aranıyor. Başı döndüğü için elinde
bir baston var sürekli. Bir ağaç dalını anımsatan o bastonu için
“Kesab’dan getirdim. Yaslanıyorum ki burada düşmeyeyim” diyor. Dünyanın
en güzel ifadelerinden birinin sahibi Movses Arabian ise “Ermenistan ve
ABD’de akrabalarımız var. Beni bu saç sakalla görmelerini istemem”
diyerek sadece arkadan fotoğraflanmayı kabul ediyor. İki kardeş de
durumlarının ne olacağı belli olana kadar protesto olarak en eski
kıyafetleri ile durmaya karar vermişler.
Sonraki saatlerde Movses Bey’i Vakıflı Köyü’nün yokuşunu arşınlarken
görüyorum. Kesab’da da hep böyle yürüyüşe çıkarmış. Hiçbir yere sığamaz
bir hali var. Tam Lazkiye’deki evlerine doğru yola çıkacakları Cumartesi
günü, milisler evi kuşatmış. Kendisinden diğer Ermeni evlerini
göstermesini istemişler. Sonrası upuzun bir yol. “Ablam yürüyemez”
deyince, şoförü yaralı bir milisin aracıyla Halepli’nin geniş evine
gelmişler. “Akşam çok soğuk oldu. Evim bir kilometre ötede. Gidip
ayakkabı, ceket alalım dedim. Yanımıza birini verdiler. Yürüdük, evden
iki küçük poşetle bizi yine arabalara koyup Dama tarafına götürdüler”
diye anımsıyor.
Beton yerleri halı kaplı, döşeği, koltuğu, kanepesi olamayan bu
çiftlikte kadın ve erkek olarak iki gruba ayrılıp üzerlerinde iki
battaniye ile iki hafta kalmışlar. “Beş vakit namaz kılıyor, siz niye
dua etmiyorsunuz diye bizi de çağırıyorlardı” diye anımsıyor Movses
Arabyan o dönemi. “Ben de günde üç kere ve Pazar günleri kilisede dua
ettiğimizi anlattım.” İsa Mesih’in Tanrı’nın oğlu olmadığını söyleyip
haçı yere çalmışlar. Movses Arabyan, o günlere dair konuşurken en çok
kaybettiği poşetini anlatıyor. Eve girerken kargaşada el konan poşete
dair yaşadığı gelgit, psikolojik savaşın ibret hikâyesi: “İçinde
defterler ve başka şeyler vardı. Girişteki nöbetçiye söyledim. Bugün geç
oldu yarın bakarız, dedi. Ertesi gün söyledim. Bizim büyüğümüz Emir’e
sorarız dedi. En sonunda Emir’e de söyledim ama bir iki parçası dışında
poşeti bulamadım.”
Kesab’da kilisede onları hazır nazır bekleyen televizyoncuları ve tam
da o anda patlaması tutan bombayı hafif gülümseyerek anlatıyor o da.
“İradeleri olunca bizi hududa götürdüler” diye özetliyor sürecin sonunu.
Akşam yemeğine, atkısını sarmalayarak yaptığı muhteşem bir kalpakla
katılıyor. Bedenen buradalar ama iki kardeşin de gözü bir an önce
Lazkiye’ya dönmekte. Movses Arabian’dan geriye bir de o sözü kalıyor:
“Or mın e gantsni, keri martı inç gısbase/Gündür geçer, esir insan ne
bekler…”
‘Tanrım neredeydin acaba?’
Serop ve Dzovinar Sulyan, akşam sofrasında karşılaştığım diğer iki
misafir. Kilise jamgoçu olan Serop Sulyan, kalın beyaz bıyıkları ve yün
takkesi ile William Saroyan öykülerinden fırlamış gibi. Travma sonrası,
belki de hayatının en tayin edici şeyini söyleyerek başlıyorsundur artık
konuşmalara, çünkü o da pat diye “1961’den 68’e tam 7 yıl askerlik
yaptım Suriye’de” diye giriyor söze. İkinci cümlesi de hayatının diğer
sac ayağını tamamlıyor. “On yaşında şabik giyerek ayinlerde yerimi
aldım. O gün bugün kilisedeyim. Kilisemizin papazı Halep’ten gelirdi. O
gidince ben sahip çıktım her şeye. 8 farklı makamla ilahi söylerim.”
Eşi Dzovinar ise anaokul öğretmeni. İki yıl sonra emekliye
ayrılıyormuş. Olayların patlak verdiği hafta sonunun arifesine,
öğretmenler ve anneler günü denk gelmiş. Tatil sonrası bir bakmış ki en
büyüğü altı yaşında olan okulun minik kuzucukları ortada yok. Milisler
tarafından alıp götürüldükleri o esaret günlerini anlatırken gözleri
ağlamaktan kıpkırmızı: “Ölümü her an tenimizde hissettik günlerce.
Çeçen, Libyalı, Mağripli, Mısırlı, Vahabi karışıktılar. Kesab’daki evde
üst kattan bulup getirdikleri ne kadar Meryem Ana heykeli ve haç varsa
gelip önümüzde yerde paramparça ettiler. Günler sonra Kesab’daki o
Katolik Kilisesi’ne doğru sokarlarken bizi, bir de baktım ki ortalıktan
ne bir kuş kalmış, ne de bir kedi. Ağaçlar desen, hep kapkara.” Gözünü
hırsla silip bana bakıyor bir an. ”Okula bakamadım. Karanlıktı göremedim
hiç. Çocuklar hâlâ rüyama giriyor.” Başını eğiyor sonra. Kucağına doğru
fısıldıyor. “Tanrım, neredeydin acaba?”
‘Bir kadın sevdim ayrıldık, bir daha da evlenmedim’
Gönlümü çalan bu beyefendi kendi gelip beni buldu. Zaten öte türlü
bakışlarıyla karşılaşıp konuşmak mümkün olmazdı. Fazla ortalıkta
görünmeyen, canı istemediğinde hemen bir köşeye çekiliveren biri o.
Hokis, canım diyerek başladığı konuşmasının ilk cümlesi de bir soru
oldu: “Bil bakalım ben kaç yaşındayım?” Bilemedim yaşını, bilemeyeceğim
ve göstermediği kadar yaşlı olmasının gururuyla “88 yaşındayım” dedi ve
ekledi. “1 Mayıs doğum günüm.”
Hagop ve Vazken Giragosyan iki kardeş olarak buradalar. Hagop Bey
fotoğrafçı. Yedi ayrı kamera ile bir ömür ve son gün, son ana kadar
işinin başında çalışmış, Vazken Bey ise ayakkabıcı. Resim çekilmek
istediler benimle. “Hatıramız olsun” dedi Hagop Giragosyan ve ben soru
soramadan ikinci ve üçüncü cümlelerini sıraladı. “Hayatımda bir kez âşık
oldum, ayrıldık. Bir daha da evlenmedim. Dünyanın bütün güzel çocukları
benimdir.”
Akşam yemeğinde Hagop Giragosyan’ın dizinin dibine oturdum. Başından
hiç çıkarmadığı kasketin içerisinde sakladığı anahtarı gösterdi. Elimi
silmem için cebinden peçete çıkardı. “Temiz, bunu al” dedi. Geldiği gibi
de sessizce çekildi odasına, yemekten sonra. Hagop Giragosyan’a hiç
soru sormadım ama en çok onu anladım. Gece evde Berge’e “İnsan bunca şey
yaşadıktan sonra ilk olarak aşkını mı anlatır?” diye sordum. “Tabii
öyle yapar, ben de öyle başlardım konuşmaya” dedi. “İyi de, sen de
sıradan ve iyi bir örnek değilsin bu konuda” dedim, gülüştük karşılıklı.
Sonrasındaysa ikimizin de çok etkilendiği insana dair en tayin edici bu
tespiti paylaştı. “Biliyor musun, bu bir hasret hikâyesi. Önce aşkını
kaybetmiş, bir ömür hasretini çekmiş. Şimdi evini, yurdunu kaybetmişken,
ilk hasretine geri dönmesinden daha doğal ne olabilir?..”
15 gün süren esaret
Geçtiğimiz hafta, Sırpuhi ve Satenik Titizyan kardeşlerin Vakıflı
Köyü'ne gelişi üzerine, Türkiye ve dünya kamuoyuna yayılan Kesablı
Ermenilerle ilgili gelişmeler, 5 Nisan Cumartesi gecesi yaş ortalaması
hayli yüksek 19 Kesablı Ermeni'nin daha Yayladağı'ndan giriş yaparak
köye gelmesiyle, bir kez daha gündeme geldi.
Rejim askerlerinin çekilmesi ve muhalif milislerin evlerini kuşatması
üzerine tutsak düşen, önce Halepli bir Ermeni'nin el konan konağında,
ardından Dama ya da Kürt Dağı diye bilinen Halep yolu üzerindeki bölgede
boşaltılmış bir çiftlikte alıkonan kafile, yaklaşık on beş günlük bir
tutsaklıktan sonra hududa getirildi.
İlk gün, Türk Kızılayı'nın da kıyafet ve eşya yardımında bulunduğu
Kesablı Ermeniler,Vakıflı Köyü içerisindeki iki pansiyona yerleştirildi.
Sabah, öğlen ve akşam öğünlerini her seferinde köyün bir sakini
üstleniyor. Yemeklerini köy halkıyla birlikte yiyorlar ve civar Alevi
köyünden de vatandaşlar yemekler konusunda dayanışma gösteriyor. 9 Nisan
Çarşamba günü ABD'nin Adana Konsolosu Elçisi John Espinoza'nın da köyü
ziyaret ederek bizzat eşlik ettiği yemek, Alevi komşular tarafından
tedarik edildi.
Haftalardır süren korku ve dehşet sonrası, ileri yaşlarda olmanın da
etkisiyle çeşitli sağlık sorunlarıyla boğuşan Kesablılar, kendilerine
kucak açan Vakıflı Köyü, ardlarında bıraktıkları memleketlerine coğrafi
ve tarihi açıdan çok yakın görseler de akılları halen aile ve
akrabalarının barındığı Lazkiye ya da Halep'e geri dönebilmekte. Suriye
ile Türkiye arasında doğrudan diplomatik ilişki olmadığından, öncelikle
Lübnan'a ulaşmayı istiyorlar. Bir kısmı yakınları olduğu için Lübnan'a
yerleşmeyi düşünüyor. Ancak maalesef bazılarının pasaportuna el
konulmuş. Türkiye Ermenileri Patrikliği adına Başepiskopos Aram Ateşyan,
Antilias Gatoğigosu I. Aram’ı arayarak, Vakıflı Köyü’ne sığınan
Kesablılara yardımı olmasını istedi. I. Aram ise konuyla yakından
ilgilendiklerini ve ellerinden gelen her türlü yardımı yapacaklarını
ifade etti. Türkiye Ermenileri Patrikliği Ruhani Kurulu adına 5 bin TL
bağışla açılan yardım kampanyası için 3 hesap numarası bildirildi. Kesablı Ermeniler İçin ibaresiyle TL Hesabı: Türkiye Ermenlieri
Patrikliği Yapı Kredi Bankası - Kumkapı şubesi, şube kodu:047, hesap
no: 11549696 IBAN Kod: TR430006701000000011549696 Kesablı Ermeniler İçin ibaresiyle Euro Hesabı: Türkiye
Ermenileri Patrikliği Yapı Kredi Bankası - Kumkapı şubesi, şube
kodu:047, hesap no: 23634286 IBAN KOD: TR570006701000000023634286 Kesablı Ermeniler İçin Dolar Hesabı: Türkiye Ermenlieri
Patrikliği Yapı Kredi Bankası - Kumkapı şubesi, şube kodu:047, hesap no:
11549769 IBAN KOD: TR120006701000000011549769
Oleg Dou
is a Moscow based photographer who mixes photography with design
Oleg Dou transforms photographic images of human faces, manipulating
them with computer software to produce stylized features and airbrushed
skin. When Dou’s parents, a painter and dress designer, gave him a copy
of Photoshop at age 13, he began to alter images of his school friends’
and teachers’ faces. Initially inspired by a 19th-century tradition of
capturing child funeral portraits, for which the body would be dressed
in costume and prepared in intricate detail, Dou is interested in
producing images that are both alluring and unsettling. “I am looking
for something bordering between the beautiful and the repulsive, living
and dead,” he has said. “I want to attain the feeling of presence one
can get when walking by a plastic manikin…”