Şimdi kameralar,
kalemler, fotoğraf makineleriyle yollara düşsek… Basın akmaz mı peşimiz sıra?
Bölgenin çığlığını hem bu ülke hem dünya duymaz mı?
Melike Koçakİstanbul
- BİA Haber Merkezi16 Aralık 2015, Çarşamba 18:20
Baştan belirteyim.
Üç kısa bölümlü bu yazıda iki özet, bir hâl-i pür-melâl beyânı, bir de
edebiyat-sanat dünyasına çağrı var. Biraz parçalı, bolca ağrılı. Son
çırpınışlar hanesine yazıla!
İlk özet: Yara
Devletin açtığı
yara'ları iyileştirmeye çalışırken sıralama yapmak kolay değil. ‘Yara'nız
nerenizde açılmışsa siz en çok oradan kanar, acırsınız. Türkiye toplumunun en
derin ‘yara'sı ise 100 yıl önce açılmış ve inkâr edilmiş 1915 Ermeni
Soykırımı'dır. Bununla hesaplaşmamak, yüzleşmemek ve bunu tedavi etmemek daha
sonra açılması muhtemel ‘yara'ların kaderini de belirlemiştir.
"Makbul" olanın dışındakilere baskı, zulüm, ölüm. Çünkü onlar,
devlet ve sahipleri -Türk, Müslüman, Erkek olanlar- için birer tehdittir. Bu
yüzdendir ki ne Kürt halkıyla ne Alevilerle ne kadınlarla barışabilirler. Oysa
biriyle olsun barışmak, faşizm kuşatmasının bir yerinden çatlaması, cerahatin
akması ve yara'ları beraber tedavi edebilme imkânının doğması demektir.
Bunun içinse önce
her birimizin çizilen, öğretilen, dayatılan yollar, kulvarlardan yürüyüp
yürümemeye karar vermesi; düşmeyi, kaybolmayı göze alması gerekir. Aksi
durumda, üç kutsal bileşenli kötücül iktidarın yaşamasını
"sağlamak"la kalmaz kendimizi, kendimizle beraber ana yoldan çıkmayı,
dengeyi bozmayı, düşmeyi göze almış olanları; özgür, özgün, özerk dengeler
kurmak için mücadele edenleri yalnızlaştırır, ölüme terk ederiz. Ve iktidar hep
kazanır, biz hep beraber kaybederiz. Bu, kopkoyu hakikatimiz.
Buraya kadarki
kısım hastalık, teşhis, tedaviye dair iyi bildiklerimizin kıpkısa ama yalansız,
yanlışsız özeti.
İkinci özet:
Direniş
Çok yakın geçmiş.
Devlet, önce “Kürt sorunu yoktur”, “masa da neymiş”, “mutabakat yalan” dedi.
Peşinden, Kürt halkına sen misin HDP'ye bu kadar çok oy veren deyip 7 Haziran
seçim sonuçlarını tanımadı. Halka saldırıları, mezarlıkları bombalaması, Ekin
Wan'ın ölü bedenine işkence ve teşhiriyle istediği ve yöneteceği gerilimi
kurmaya başladı. Suruç, Ankara
katliamlarında failler ortaya çıkarılmadı, "kokteyller" icad edildi.
Bir halkın varlığını ve eşit yurttaşlık haklarını, taleplerini tanımamanın
saldırı dozu gittikçe arttı. Seçilmiş vekillerin seçildikleri illere, ilçelere
girmesi engellendi. Seçilmiş belediye eş başkanları, meclis üyeleri gözaltına
alındı, tutuklandı. Halk, devlet şiddetine karşı kendini savunmak zorundaydı.
Yalnızdı. Yurttaşının güvenliğini sağlamakla yükümlü devlet, yurttaşını düşman
ilan etmiş, ona saldırıyordu. Kadınlara, gençlere, çocuklara ya teslim olun ya
da sizi öldüreceğiz deniyordu. Ve halk direnişi tercih etti. Toprağının, bedeninin,
kalbinin hamuru direnişle mayalanmış bir halktı devletin karşısındaki. Ve evet,
hendek kazdı. Neye karşı? TOMA, akrep, tank ve en ağır silahlara karşı. Hendek
dediğimiz, bir anlamda yaşam koridoruydu. Evden eve ekmek almaya gitmek için
misal. Zira şehirlerde, ilçelerde devlet, yaşamı günlerce ablukaya aldı. Evleri
bombaladı. Camileri. İnsanları başından, karnından tek kurşunla öldürdü. Duvar
yazılamaları yaptı. Nefret, öfke kustu. Yetmedi, HDP Eş Genel Başkanı
Selahattin Demirtaş'a suikast girişiminde bulunuldu. Failler açıklanmadı. HDP
vekilleri ve Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ biber gazı kapsülünün,
kurşunların hedefi haline geldi. Bunların üzeri örtüldü. Tahir Elçi,
katledildi.
Halk kendi kendini
bombalıyor, HDP kendi kendine suikast düzenliyor; PKK, "PKK halktır, halk
burada" sloganları atan halkını katlediyordu! Devlet güdümlü medya, var
gücüyle bunları haber olarak servis ediyordu. Türk çoğunluk buralara bakıp
bakıp Kürtlere, HDP'ye, PKK'ye lanet okuyordu. Vatan haini, bölücüler! Peki,
bölen kimdi, neydi sahiden? Neden durup dururken polisler, askerler ölmeye
başlamıştı? Bunları soran yoktu. Zira, Türk toplumunun mayası en koyu
ırkçılıkla karılmıştı; bu maya devlet, okul, aile, din eliyle şahane ürünler
vermişti. Elbette -çok şükür ki- bu hâlden arınabilmiş olanlar yok değildi, ama
sayıları azdı.
Şu günlerde ise
devlet Kürt halkının toprak, dil, yaşam hakkını işgal ettiğini, kolonyalist
olduğunu bir sms'le ifşa etti. Öğretmenlerini yuvalarına, batıya çağırdı.
Okullara askerini, polisini yerleştirdi. Daha fazla kan , ölüm, acı dedi! Ama elbette Türklere
değil, Kürtlere. Valiler ve kaymakamlarca ilan edilen süresiz sokağa çıkma
yasaklarına yenileri eklendi. Halk sokaklara döküldü. Direniş hattı güçlendi.
Hendekler çoğaldı. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek yaşam hakkını
savunuyor, biz varız, buradayız, kabul
edeceksiniz diyordu.
Hâl-i pür
melâlimizin beyanıdır: Biz'ler
Televizyon değil,
bilgisayar ekranlarımızın başında sosyal medya hesaplarımızdan Şırnak, Cizre,
Silopi, Lice, Silvan, Sur'dan haber almaya, ne olup ne bittiğini takip etmeye
çalışıyoruz. Takipçilerimizle -ki çoğu benzerimiz olan- aldığımız haberleri
paylaşıyoruz. Ne hendek ne direniş ne de devletin yapıp ettikleri konusunda
tereddütümüz var. Yaşatılan zulmü tahmin edemiyoruz, zira hemen hepimiz Batı'da
doğmuş büyümüş olanlarız. Videoların, fotoğrafların gösterdiklerini tahayyül
edemiyoruz. 90'lara dair bildiklerimizi, okuduklarımızı, gördüklerimizi
hatırlıyoruz; ama Kürt halkı diyor ki bu sefer başka! Direnişlerindeki inat ve
ısrarı, kararlılığı anlamakta güçlük çekiyoruz. Hemen hepimizin ortak
hafızasındaki en yakın direniş Gezi direnişi. Fakat bu, izlediğimizin Gezi'yle
hiçbir açıdan benzerliği yok, farkındayız.
Öfkeliyiz.
Utanıyoruz. Kahroluyoruz. Kürt halkı gibi örgütlü değiliz. Ruh halimizi eyleme
çevirecek örgütlenmeyi beceremiyoruz. Buradan bakmaya devam ederek, susarak
suça ortak olduğumuzun farkındayız. Sol, sosyalist, muhalif, anarşist... çeşit
çeşit ideolojilere sahip olanlarız. Akıldan yoksun bir vicdan siyasetinden
çoktan geçmişiz. Örgütlü sol, sosyalist, muhalif çevrelerin kendi iç dertleri,
çekişmeleri, hesapları, anlaşmazlıklarına tanığız. Bu, yeni değil. Şimdiyi
sistemli biçimde, kısa ve uzun vadeli örgütleyebilecek beceri, akıl, pratiklere
sahip olup olmadıkları konusunda kaygılı, tedirgin, inaçsızız. Bir kesimimiz
HDP'li. Herhangi bir örgüt üzerinden değil. Aklımız, kalbimizle. Hayallerimiz,
hakikatlerimizle örtüştüğü, bize umut ve direnme gücü verdiği için.
Bildirgelerini, belgelerini, programlarını okuyup; takip edip, izleyip,
dinleyip HDP'li olmuşuz. Devlet, HDP'ye sokakta, basında, kadroları üzerinden
bunca saldırıp onu köşeye sıkıştırıp etkisiz hale getirmeye çalışırken sadece
Kürt halkını değil batıda bizi de cezalandırıyor. Görüyor, biliyoruz.
Geldiğimiz noktada tek eylem biçimi olarak Tünel'den Galatasaray'a yürüyüp
basın açıklaması yapıp dağılmak ya da dağıtılmak ile imza kampanyaları arasına
sıkışmış durumdayız. Devletin, imha ve inkâr politikalarını yürütebilmesi için
çok elverişli bir zemin. Kürt coğrafyasını ayrı Batı'yı ayrı ablukaya alıp,
hemen hemen aynı araçları farklı biçimlerde kullanıp kendi çıkarları her ne ise
onları kazanana, bizleri sindirine kadar yoluna devam etmek.
Bütün bunları
umursamayan bir çoğunluk var elbette. Onlara göre çünkü ölenler Kürt, çünkü/ama
hendek!
Onları geçelim.
Kendimize bakalım.
Çağrıdır: Kaleme,
kameraya, sese...
Merkezdeyiz.
Yazar, şair, yayıncı, gazeteci, sinema, tiyatro oyuncusu, yönetmen,
akademisyen... Çok fazla insan var içimizde, çevremizde. Bir kısmı epeyce
popüler. İzleyici, dinleyici, okur kitleleri; etki alanları çok geniş.
Uluslararası düzeyde ve batının yerellerinde etkili, ses getirecek kişiler.
Fakat onlar da tivit atıyor, demeç veriyor sadece. Peki, bu güçlerini şimdi
kullanmayacaklarsa ne zaman kullanacaklar? Kültürel genlerinde filmin, romanın,
öykünün, şiirin, oyunun çok da olmadığı, her açıdan parçük pürçük bu toplum
böylesi dönemlerde önce bunları terk etmez mi, terk etmiyor mu?
Hayır hayır, ne
ortak bir metinin imzalanmasından ne aydınlar açıklamasından söz ediyorum.
Bizzat eylemlilik halinde olmaya çağırıyorum. Beraberce. Kobanê için 2014
yılında yapmış; çok kalabalıkça koridor aç demiş, barış için cümleler kurmuş,
Suruç'a gitmiştik.
Şimdi de
kameralar, kalemler, fotoğraf makineleriyle yollara düşsek… Basın akmaz mı
peşimiz sıra? Bölgenin çığlığını hem bu ülke hem dünya duymaz mı? Ankara'da,
İzmir'de, İstanbul'da, Eskişehir 'de
hep beraber toplantılar düzenlesek; o çığlıklardan dökülenleri anlatsak
insanlara olmaz mı? İstiklal'de, pazar yerlerinde, kahvelerde, alışveriş
merkezlerinde... binbir biçimde, "İnsanlar öldürülüyor. Barış, hemen
şimdi!" desek, olmaz mı? Murathan Mungan'ın "Kardeşlerim ölüyor
kalbimin doğusunda" dizesi bir hakikatken, sosyal medya hesaplarından
paylaşmak yerine alıp o dizeleri boynumuza assak da yürüsek sokak sokak, olmaz
mı?
STK'lar, sendikalar,
Barış Bloğu, her haliyle kanıksanmış ve etkisizleşmiş Galatasaray önüne çağrı
yapmak yerine başka eylemlilik biçimleri üzerine düşünseler toplumun farklı
kesimlerini de kapsayacak şekilde. Bunları söyleyeceklere, söyleyenlere burun
kıvırıp ilk toplantıda kaçırmasalar.
Mümkün değil mi
hiçbiri? Mümkün olanı bulmak için bir araya gelinsin, gelelim o halde.
Hiçbirini
beceremedik mi? O halde yazarlar kalemlerini, şarkıcılar mikrofonlarını,
yönetmenler kameralarını, artık kimin aracı ne ise Taksim Meydanı'nda toplanıp
kırsınlar, bundan böyle üretmek yok desinler! Hangi Türkiye'de, kime, ne
yazacaklar, çekecekler? Bir SMS ile çalıştığı yeri bırakıp memleketine dönen
öğretmene bunca öfkelenen batı, yazarına, oyuncusuna, sinemacısına niye sormaz,
“sSvaş varken sen n'apıyorsun, huuu” diye. Üç beş ay sonra direniş öyküleri
antolojisi hazırlamak, direniş filmleri, barış şarkıları konserleri, filmleri
festivalleri yapmak; delik deşik edilen evlerin, direnen çocukların
fotoğraflarından sergiler düzenlemek; paneller, sempozyumlar, atölyeler yapmak
kolay. Mesele bu barbarlığa, zulme karşı şimdi hemen ve n'apılacağı.
N'apacağımız?
Son niyetine:
Beraber eylem ya da çürüme
Öfkemiz koyu,
utancımız samimi, kahrımız sahici. Kıvranıyoruz. Kutsal ittifakın iktidarı,
kendinden olmayan herkese karşı yürüttüğü savaşının şiddetini artırıyor.
Görüyoruz. Bekleyiş, kısa ve uzun vadede çeşitli kıyım ve kırımlara ortak
edecek hepimizi. Biliyoruz.
Hakikaten
özgürleşmek için, gittikçe daralan bu kötülük iktidarının ablukasına ve açtığı
yaralara karşı ezberlenmiş mücadele biçimlerinin dışına çıkacak yollar bulmak
zorundayız. Sadece siyaset bileşenleriyle değil; edebiyat, sanat, sinema,
tiyatro, basın, akademi dünyasının insanları ile halklar arasında yan yana
gelme, birbirine değme dokunma, diyalog kurma zeminleri bulmamız şart. Bunlar
içinde hepimizin, her kesimin üç beş sallanmayı, dengeyi kaybetmeyi, buradan
yürü denen yolların dışına çıkıp patikalara sapmayı göze alması zorunlu.
Yaşamak ve mücadele etmek için. Bu ağrılı ve ağır bekleyiş, dilsiz ve eylemsiz
kalış hepimizi yakacak. Barışçıl, eşit, özgür, adil, demokratik bir yaşam asla
mümkün olmayacak. Sığınaklar, adacıklar kalmayacak çekilecek. Kitaplar,
filmler, oyunlar, şarkılar, sergiler, bienaller; hayat, hayal, hakikat çürüyecek.
Belki hâlâ vakit
vardır. Emin değilim. Şayet yoksa haber edin.
"Vasiyetimdir:
Melike Koçak
Melike Koçak,
Uludağ Üniversitesi Edebiyat Bölümü mezunu. 5 sene Uluslararası Bakalorya
Programı'nda çalıştı. Çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde öykü,
eleştiri, deneme yazıları yazıyor. "Beşinci Pencere" ve "99
Beyit / Divan Şiirinden Beyitler, Çözümlemeler, Yaklaşımlar" adlı
kitapların yazarlarından. 5 senedir edebiyat öğretmenliği yaptığı Notre Dame De
Sion Fransız Lisesi'nden öğrencilerin çıkardığı fanzin sebebiyle kovuldu.
Foto: Sebastiao Salgado
Foto: Sebastiao Salgado