Güney Afrika’nın Johannesburg kentinin
kuzeyindeki tozlu tepeler uzun süredir madenciler ve polis güçleri
arasındaki çatışmalara sahne oluyor.
Dünyanın en büyük platin madeni olan Marikana madeninin çalışanları tam 5 aydır grevde.
Bu aynı zamanda Güney Afrika’nın bugüne kadar yaşadığı en uzun süreli grev.
“Artık bitmesini istiyoruz. Okula aç gidiyoruz ve konsantre
olamıyoruz” diyen 18 yaşındaki Thabiso’nun çevresini saran arkadaşları
onaylarcasına başlarını sallıyor. Thabiso ve arkadaşları her gün okula
gitmek için şimdi sakin gözüken Marikana madeninin gri binalarının
önünden geçiyor.
2012 yılında polis tam da bu noktada grevdeki işçilerin üzerine ateş açmış ve 34 madenciyi öldürmüştü.
Anneler şafak sökmeden yol kenarlarında toplanıyor ve yardım kuruluşlarının dağıtacağı gıda yardımlarını beklemeye başlıyor.
12.500 rand için
“Artık paramız da kalmadı. Sefalet içindeyiz. Ama öfkeliyiz de. 12.500 istiyoruz” diyen Wendy, soyadını söylemek istemiyor.
Wendy’nin bahsettiği, 12.500 rand (yaklaşık 1200 ABD Doları), madencilerin yeni işe başlayanlara ödenmesini talep ettği ücret.
Grevin başlamasından hemen önce kurulan Maden İşçileri ve İnşaat
Çalışanları Sendikası, bu ücretin müzakereye dahi açık olmadığını
söylüyor.
Bölgede faaliyet gösteren üç büyük maden şirketi Lonmin, Amplats ve
Impala ise talep edilen ücretin hiçbir şekilde makul olmadığını söylüyor
ve 12.500 randın şu anki ücretin üç katı olduğunun altını çiziyor.
Sendika ve şirketlerin yöneticileri arasında müzakere girişimleri devam ediyor.
Madenciler ise kararlı. “12.500’ü alana kadar savaşacağız. Alamazsak
hepimiz ölmeye bile hazırız” diyen grevdeki maden işçisi Kaiser Madiba,
bizimle konuşurken bir yandan da arkadaşlarıyla “casino” adlı iskambil
oyununu oynamaya devam ediyor.
Madiba ve arkadaşları, maden yakınlarında kurdukları derme çatma
gecekondu mahallesinde yaşamaya devam ediyorlar. 2012’de 34
arkadaşlarının öldürüldüğü noktadan çok da uzak değiller.
Maden şirketleri ise grevden rahatsız. Lonmin, grev nedeniyle şimdiden yıllık üretimin üçte bir oranında azaldığını söylüyor.
Ancak işçilerin geri adım atmaya niyeti yok. Madiba “İflas etseler de
umurumuzda değil. Nasılsa başka bir şirket gelip madeni işletmeye devam
edecek” diyor.
Grev ve geçim sıkıntısı
Ancak madencilerin hepsi saplantılı biçimde greve devam edilmesini desteklemiyor.
Grev uzadıkça aileler üzerindeki geçim baskısı da artıyor. Giderek
daha fazla sayıda işçi tekrar madenlere girip çalışmak istese de, diğer
işçiler tarafından “öldürülmekle” tehdit edildiklerini söylüyorlar.
“İşe gitmemize engel oluyorlar. Bugüne kadar üç kere saldırıya
uğradım” diyen Impala madeni işçisi Fred Mekgwe, karısının düşük
yaptığını ve evinin de yanarak yerle bir olduğunu söylüyor.
Mekgwe, “O paraya ihtiyacım var. Greve karşı değilim ama bazı işçiler grev gözcülüğü kurallarını da ihlâl ediyor” diyor.
‘Ordu müdahale etsin’
Artık can güvenliklerinin kalmadığını ifade eden Mekgwe, “Demokratik
bir ülkede yaşıyoruz ama bu demokrasi bizim için işlemiyor. İnsanlar
öldürülüyor” diyor.
Fred Mekgwe ile konuşmak için evinden uzak güvenli bir bölgeye
gitmiştik. Konuşmamız bittikten sonra yanımıza yaklaşan başka bir
madenci de can güvenliği olmadığını ve korktuğunu söyledi.
“İşe dönmek istiyorum” diyen maden işçisi Thabiso Arelesego, “Evde
yemek kalmadı. En azından 10 işçinin 8’i artık işbaşı yapıp parasını
kazanmak istiyor” diyor ve askerin devreye girmesi gerektiğini söylüyor.
Arelesego, “Belki ordu duruma müdahale etse güvende oluruz. Sadece
mahalleye gelip sokaklarda gözükseler bile güvende hissederiz” diyor.
Reform talepleri
Güney Afrika’nın birincil görevi madenciler ve şirketler arasında bir
uzlaşı sağlamak olabilir. Ancak ülkede sektörün sağlıklı işleyebilmesi
için daha köklü reformlara da ihtiyaç olduğu açık.
Şu ana kadar gelen reform önerileri arasında vardiya sürelerinde
radikal değişiklikler, daha iyi barınma imkanları ve işçilere daha fazla
özlük hakları gibi konular var.
Aynı zamanda, işçilerle toplu sözleşme görüşmelerinin ve yönetici
maaşlarının daha şeffaf biçimde denetlenmesinin de gerekli olduğu ifade
ediliyor.
Madencilik sektörü danışmanı ve sosyolog Gavin Hartford, “Sektörün yapılanma biçimini kökten değiştirmesi gerek” diyor.
“Dünyada sosyal eşitlik düzeyi en kötü olan ülkeler arasındayız”
diyen Hartford, köklü sorunlarla yüzleşilmezse işçi problemlerinin
kalıcı olarak çözülemeyeceğini düşünüyor.
‘Dostane’ çözüm mümkün mü?
Güney Afrika hükümetinin son kabine revizyonunun ardından şimdi yeni
bir madencilik bakanı görevde. Ancak Marikana madenlerindeki işçiler
arasında hükümete ve polis güçlerine karşı kuşku devam ediyor.
Hartford, Güney Afrika’Nın önünde uzun bir yol olduğunu ifade ediyor
ve “Daha insani, üretken bir madencilik sektörü yaratmak için güçlü bir
liderliğe ihtiyaç var” diyor.
Maden ocaklarının yakınındaki yerleşim bölgesi Rustenberg, uzun
süredir devam eden grevler nedeniyle ekonomik olarak çökmüş durumda.
Maden işçisi Mekgwe, “Bu grev bizi hiçbir yere götürmüyor ve ekonomi
uçurumdan aşağı yuvarlanıyor. Kötüye giden sadece madencilik sektörü de
değil” diyor.
Aldığı maaşın kendisine yetmediğini ifade eden Mekgwe, yine de
sorunları dostane biçimde çözmenin hem işçilerin hem de maden
şirketlerinin sorumluluğu olduğunu söylüyor.
Sendika.org
Diyarbakır’da iki çocuğu öldüren özel harekat
polislerinin 8 yıldır süren davalarında polislerin, çocukların
elbiselerini mahkeme kararı olmaksızın imha ettiği ve delilleri
kararttığı ortaya çıktı
Diyarbakır’da
28 Mart 2006 tarihinde halka yönelik gerçekleşen polis saldırısında
atılan gaz fişeği ile yaşamını yitiren 8 yaşındaki Enes Ata ile 14
yaşındaki Mahsun Mızrak’ın ölümüne sebep oldukları gerekçesiyle 3
polisin yargılanmasına devam edildi. Diyarbakır 1. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde görülen duruşmaya tutuksuz sanık polis polisler katılmadı.
Taraf’ın haberine göre Baba Selamettin Ata, oğlu Enes’in 8 yaşında
olduğunu, kendisinden izin alarak teyzesine gittiğini, teyzesinin
gelmediğini söylemesi üzerine sokaklarda aramaya başladığını anlattı.
Enes’in bir kişinin kucağında görüldüğünün söylenmesi üzerine hastaneye
giden baba Ata, savcının otopsiden çıkan kurşunu gösterdiğini ve her
şeyin açık olduğunu söyledi. Ata, oğlunu öldürenlerden şikayetçi
olduğunu dile getirdi.
Ata ailesinin avukatı Gamze Yalçın, Emniyet Müdürlüğü’nden dava
dosyasına gönderilen bir imha tutanağına dikkat çekti. Enes’in
vurulduğunda üzerinde bulunan elbiselerin herhangi bir mahkeme kararı
olmadan imha edildiğini söyleyen Yalçın, “Bu delillerin karartılması
anlamına gelir. Bu konuda imza tutanağını düzenleyen kişiler hakkında
suç duyurusunda bulunulması gerektiğini düşünüyoruz. Sanıkların kuvvetli
suç şüphesi nedeniyle tutuklanmasını talep ediyoruz” dedi.
Mahkeme, sanık ifadelerinin alınması için duruşmayı ileri bir tarihe erteledi.
Sizin hiç babanız-anneniz hapse girdi mi? Anneler ya da babalar günlerinde gözleriniz buğulandı mı? Okulda “veli” toplantılarına “velisi”
hiç gel-e-meyen çocuklardan oldunuz mu? Babasıyla dışarıda gökyüzü
altında çekilmiş bir tek fotoğrafı olmayan çocuklardan mısınız? Ya da
bir parkta annesiyle hiç el ele yürüyememiş? Okumayı öğrendiğinizde
hapishaneye mektuplar yazıp “Görülmüştür” damgalı mektuplar aldınız mı? Görüş günlerinde mi büyüdünüz? Yoksa, bizzat hapishanede büyüyen çocuklardan mısınız? Ekin Şinar gibi. Ekin’in annesi de babası da hapiste. Hapishanede 3. yılına giriyor. Annesi Gazal Dülek anlatıyor:
“İlk tutuklandığımda kızım Ekin Şinar, henüz 10 aylıktı.
(...) Ekin Şinar 1 yaşına geldiğinde (o sırada babası henüz
tutuklanmamıştı) dışarıda zaman geçirsin ve babasına alışsın diye onu
ara sıra dışarıya yollamaya başladım. İlk gittiğinde bir hafta dışarıda
kaldı. Dönüşünde sütümü bir daha emmedi. (...) Şimdi ise 37 ayını
dolduran çocuklar için dışarıda kreşe gitme hakkımızı kullanıyoruz.
Servisle sabah götürülüp akşam beşte getiriliyor. Orada yaşadığı tek
sıkıntı diğer çocukların anne babalarının kreşe çocuklarını karşılamaya
geldiğini görüp bizim neden gelemediğimizi anlayamamak.”
Gazal Dülek, kızını ayda bir açık görüşlerde “Babasının kaldığı hapishaneye götürülsün” diye dışarı yolladığını da ekliyor. Ekin, annesiyle babasını hiç bir arada görmemiş.
Adil Okay’ın “Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi...” kitabı “görüş günlerinde büyüyen çocukların” hikâyelerinden oluşuyor. Okay, can acıtan, yürek yakan hayatları anlatıyor. Örneğin Turan Demir’in hikâyesi. 20 yıldır cezaevinde, sessiz çığlığı nasıl da dokunaklı. “Kızım
şu anda 21 yaşında, üniversite öğrencisi ama ben onu toplam 21 defa
görmüşüm ya da görmemişim, toplam 21 defa dokunamamış, sarılamamış,
kucağıma alamamışım. (...) Kızım büyüdü Dicle Üniversitesi’ne başladı bu
sene. Oysa ben onun çocuk kalmasını isterdim: Ben çıkacaktım birlikte
büyüyecektik ama olmadı...” diyor. Sonra kızı Eylem büyümüş ve o da hapse düşmüş. Babasına, “Dışarıda olsaydım bu pazartesi seni görmeye gelecektim...” diye mektup yazmış...
Ve, 30 yıldır cezaevinde olan Cuma Özkan’ın hikâyesi: 1993 yılında tutuklandıktan üç ay sonra kızı Şehriban dünyaya gelmiş Şehriban, artık 20 yaşında. Cezaevi ziyaretlerinde, görüş günlerinde büyümüş. Babasını hiç özgür görmemiş...
E‘Zindan’ adlı çocuk
Ebedin Abi, müebbetlik, 17 yıldır cezaevinde. Yakalandığında kızı Hebun bir yaşındaymış. Kasım Karataş 23 yıldır hapiste, kızı Gülistan 23 yaşında. Yani babasını hiç özgür görmemiş. Gülistan evlenirken de babası kızını mektupla tebrik etmiş. “Biricik kızının en en anlamlı ve mutlu gününde onu yalnız bırakmayan konuklarına” mektupla teşekkür etmiş. Cevat Yerdegül, 20 yıldır cezaevinde. Uzun zamandır görmediği kızı Mizgin bir gün cezaevine getirildiğinde tanıyamamış. Çocukları Mizgin ve Mazlum hapishanenin “babalarının diğer evi” olduğunu sanıyormuş. Erdal Süsem’in “oğluyla dışarıda çekilmiş fotoğrafı yok”. 63 yaşındaki Şükriye Kardaş’ın 6 çocuğu da cezaevindeymiş... Ya, 21 yıldır cezaevinde olan Ali Benek’in dört çocuğunun hikâyesi? Yakalandığında eşi hamileymiş, doğan çocuğuna “Zindan” adını vermişler. Neyse ki, Ali Benek’in itirazı sonucunda “Hakkı” diye değiştirilmiş...
10 yıldır seslerini duymadım
Alattin Öget müebbet-lik, 6 yıldır tek kişilik hücrede. Eski eşi ile
resmi nikâhları olmadığından soyadları tutmadığı için 16 yıl boyunca iki
oğlu hiç ziyaretine gelememiş. Oğullarının büyümelerini fotoğraflardan
izlemiş. Celil Kaçmaz, 16 yıldır hapiste. “Yakalandıktan sonra
tam 6 yıl çocuklarımı göremedim. Cezaevinde bir arkadaşımın yol parasını
temin etmesi suretiyle 2002’de çocuklar görüşüme gelebildiler. Ve tam
10 yıl oldu seslerini duyamadım, yüzlerini göremedim” diyor. Eşinin ailesi korucuymuş, yolları ayrılınca çocuklarından da uzak düşmüş...
Aklımdan çıkmadılar
12 Eylül’den sonra Fransa’da mülteci olan ve 1994’te Türkiye’ye dönünce yakalanıp mübebbet hapse mahkûm edilen Mehmet Gök’ün
hikâyesi insanın boğazına kocaman bir yumru gibi oturuyor. Gök, tam 26
yıldır çocuklarıyla iletişim kuramamış. Çocukları anneleriyle Fransa’da
kalmış. “Ben en son çocuklarımı gördüğümde küçük oğlum Siyar 3,
büyük olan Cumali 6 yaşındaydı. Aradan 26 yıl geçti. Bu 26 yıl boyunca
onları hiç göremedim ama hiç aklımdan hayalimden çıkmadılar” diyor... Çocuklarının ne bir fotoğrafı var ne de bir gün karşılaşsa hangi dilde iletişim kuracağını bilebiliyor...
‘Annemin çalıştığı yer’
Ve sonra o çocuklar büyüyor, bu kez kendileri “içeri” düşmeye başlıyor. Ailelerin ikinci kuşak cezaevi ziyaretleri başlıyor. Sarp Kuray ile kızı Zeynep Kuray gibi. Gazeteci Zeynep Kuray, Bakırköy Cezaevi’nde annesi Meral Kurum ile kalan çocuk Renas’ı anlatmış:
“Meral Kurum boş bir iddianameyle 11 yıl hapse mahkûm edildi.
3 yaşındaki oğlu Renas, cezaevini annesinin işyeri sanıyor,
‘voltacılık’ oynuyor, leğen ve çekpas sopasıyla oyuncak yapıyor. (...)
Gardiyanlardan korktuğu için cezaevinin kreşine gidemeyen ve her an
annesinden koparılma endişesiyle yaşayan Renas’ın sık sık annesine ‘Anne
artık burada çalışmayı bırak’ demesi tüm yaşananları özetliyor.”
Torunlarını görüş gününde tanıdı
“Türkiye’de en çok hapiste yatan kişi” olarak anılan Tahir Canan, 58 yaşında ve bunun 32 yılını cezaevinde geçirmiş. Oğlu İlhan Canan,
34 yaşında. Tahir Canan 1991 yılında şartlı salıverilme yasasıyla
bırakılmış, sonra tekrar tutuklanmış. Bugün 21 yaşında olan kızı İmran bu arada doğmuş. 6 torununu görüş günlerinden tanıyan Tahir Canan, bir mektubunda şöyle diyor:
“Sevgili Eftelyam, deden de sizi özledi. Kocaman bir yaşamda yan yana
olamadık. Belki yakında birlikte oluruz. Sizlerle gezer dolaşırız. Büyük
bir aile olarak yaşarız. Siz bana bilgisayar kullanmayı öğretirsiniz,
ben de size satranç oynamayı...” Tahir Canan, Adil Okay’ın kitabını hapishanede okumuş. Kitapta “Ey ülkemin aydınları, Emile Zola’ları buraya bakın” denildiğini söylüyor.
Çocukların gözü yolda
Adil Okay, kitaptaki kahramanlarının hikâyelerine, yaşamlarına aşina. Hapishaneyi, işkenceyi, sürgünü biliyor. “Niye böyle bir kitap yazmaya karar verdiniz” diye sorduk, şu yanıtı verdi:
“Hem ben, hem babam şair Süleyman Okay cezaevlerini tanıyoruz. Hem
dışarıda görüş günlerinde kuyrukta bekledik hem de görüş günlerinde
içeride ziyaretçi beklediğimiz oldu. 20 yıl sürgünden sonra ülkeye
döndüm. Memlekete gelince koşulların uzaktan izlediğimden çok daha kötü
olduğunu, ülkenin açık cezaevine dönüştüğünü gördüm. İdealleri için,
daha güzel bir dünya ütopyasıyla hapishaneye doldurulan mahpuslarla
yazışmaya başladım. 2012 yılında, 23 yıldır zindanda olan Kasım
Karataş’ın 25 yaşındaki kızı beni düğününe davet etmişti. Kasım’ın
kızına Gaziantep Hapishanesi’nden yolladığı mektubu düğünde okuma görevi
de bana düşmüştü. Mektup, düğünde bulunan herkesi ağlattı. İşte bu
olay(lar) beni düşünmeye, araştırmaya ve yazmaya teşvik etti. ”
Adil Okay, “görüş günlerinde büyüyen çocuklar”ın bazılarının konuşmak istemediğini, bazılarına da soru sormanın kendisine “zor, ağır geldiğini”, bu nedenle birebir görüşme yerine yazışarak bilgi edindiğini anlatıyor. “Dışarıda
annesinin babasının yolunu gözleyen on binlerce çocuk var. Bu mektuplar
benim bitmeyen kâbuslarım oldu. Kitapta amacım ağlamak-ağlatmak
değildi. Okuyucuları empati yapmaya sevk etmekti. Öfkelendirmek ve bu
öfkenin itiraza dönüşmesini sağlamak istedim” diyor. Cezaevlerinde 130 bin kişi var.
‘Koşullar değişmeli’
On binlerce ailenin mağduriyetlerinin giderilmesi, hayatlarının
kolaylaştırılması için ne yapılmalı? Okay, bu soruya da şu yanıtı
veriyor: “Öncelikle var olan yasalar hakkaniyetle
uygulanmalıdır. Artı, var olan yasalar mahpusların lehine
iyileştirilmelidir. Keyfi cezaları biliyoruz. Geçmişte hücre yasağı
vardı, şimdi F tipi ile herkes hücrede olduğu için iletişim yasakları
başladı. Görüş yasakları arkasından mektup-telefon yasakları başladı.
Sürgünler ayrı bir ceza. Bir hapishanede serbest olan renkli kalemler,
diğerinde yasak. Çocukları olan mahpuslara (adli-politik tümüne) açık
görüş hakkı genişletilebilir. Mahpuslar ailelerinin-çocuklarının
bulunduğu kentteki hapishanelerde kalmak istiyorlar, sürgünle
cezalandırmak yerine bu sağlanabilir. Düşünün çocuklar ve eşler 15-20
saat yolculuk yapıp açık görüşe geliyorlar. Tabii asıl beklentimiz
öncelikle politik mahpusların hemen serbest bırakılmasıdır. Adına af mı
denir, şartlı tahliye mi denir fark etmez.”
![soma](https://lh3.googleusercontent.com/blogger_img_proxy/AEn0k_v2h9xXw3Rbq_0IVsmtJ_UrBVA80FstsInBcsblqmMggKyvNKdP7wKLjZDiByPxhIDq5YfJM-ujlIDFZwJSy89xc2u2w58x-aRn2S1cnFxjCGdgdthTqxYQQaAyajxvoKS5blF5=s0-d)
Duygu Erdem
13 Mayıs gecesinden itibaren madene giderek orada video ve fotograf
çekimleri yapan ve kayıtlarını kollektif mecralarda yayan bir sinema
öğrencisinin katliamın nasıl hazırlandığına dair gözlemleri: “Hepinize
sesleniyorum, elinizi vicdanınıza koymayın artık!”
Sözü uzatmayacağım ve bir katliamın nasıl hazırlandığına dair gözlemlerimi paylaşacağım.
- İşçi Ölümlerinin gerçekleştiği
işletmenin tünel boyuna oranla resmi olarak üç yeryüzü bağlantısı olması
gerektiği halde burada tek bağlantı noktası var. Bu, işletmenin yasal
prosedüre uymadığı çok açık gösteriyor. Fakat işin garibi AKP‘li bakanların bu işletmede gizli hisseleri var. Bunu Somalı birine sorduğumda; “Soma’da çocuklar bile bunu biliyor”
dedi. İşte tam da bu usülsüzlük yüzünden tahliyeler ancak bir noktadan
yapılabildi. İşçi cesetleri çıkarılırken yaşanan rezalet, yöntemsizlik
ve yığılma da bu usülsüzlüğün bir sonucu.
- Tahliyelerin dışında, bu tek bağlantı noktası beraberinde yeraltında
tek ve güçlü bir hava akımı yaratıyor. Bu da bir yangında yayılan
gazın, çökmede yayılan tozun çok kısa ve yoğun bir şekilde her yanı
kaplamasına sebep oluyor. Bu yüzden işçilerin büyük kısmı zaten daha
banttayken, yoldayken can vermiş. Bizlere bildirilen oksijen maskelerini
taktıkları için 1 saate kadar yaşabilecek koşulları ve gıdalarının
olduğu haberi yalanlanmış oluyor. Aşağı inip çıkan işçilerin söylediğine
göre, orada elektrik kesik ve elektrik kesik olduğu için bir çok işçi
mahsur kaldı. Yani işletmenin olası bir çökme, grizu patlaması, metan
gazı sıkışması, alev alma durumunda elektriği kesmeyecek bir sistem
kurması gerekiyordu. Zaten tek tahliye noktası olan işletmede işçiler
elektrik olmadan kurtulamazlar. Buna istinaden medyada olayın sebebi
elektrik panosunun yanması olarak lansediliyor; bu sayede patronlar
sistem eksikliği üzerinden zarara girmeyecekler.
- Ölüler, yaralılar, kayıplar bir yana dursun, aşağıda patlama
olduğunda kaç tane insanın olduğunu hiç kimse cevaplayamıyor. Çünkü
medyada da yer bulduğu üzere 15 yaşında bir çocuk da vardı işçilerin
arasında. Tüm işçi ve çavuşların da bahsettiği gibi içerde sigortasız işçiler
de var. Kapasiteyi aşan bir rakamla, 3 vardiya / 8 saat çalışma
koşulları tüneller için de işçiler için de ciddi yıpranma getiriyor.
- Bir ilçede ucuz iş gücü ve hammadde var diye Türkiye’nin en büyük
şirketini kur ama oraya beraberinde maden işçiliği dışında hiç bir
istihdam sağlama. Üstelik bu işletme eskiden devlete ait bir işletmeydi.
Hastanelerin durumu çok vahim olduğundan aşırı kalabalık ve yetersizdi,
morglar ölülere yer bulamadı. Haberlerde çıkan rakamların üzerine epey
eklemek lazım çünkü civardaki kesimhaneler ve tesisler soğuk hava
depoları ve kamyonlar tahsis edildi. İçerde olan yüzlerce işçinin
ailelerine ve yakınlarına hiç bir haber verilmedi, Soma’ya 20km
uzaklıktaki maden ocağına gelen kadınlar eşlerini veya çocuklarını
görmek için sabaha kadar tüm cesetleri izlemek zorunda kaldılar.
Bazıları ancak kafa lambalarından çıkan numaralarla öğrendiler, çünkü
baktıkları cesetler tanınmaz haldeydi.
- Son olarak; AFAD, AKUT, SAR, JANDARMA, POLİS, HIZIR ACİL ve daha
açılımlarını bilmediğim bir sürü kurum o tahliye deliğine saldırdılar ve
yığıldılar. Ancak aşağı yollanan ve zehirlenerek geri dönen aktif
kurtarma ekipleri yine işçilerdi. Saat 01:30 civarında mahsur kaldığı
yerden kurtarılan, hastaneden taburcu edilen bir işçiyi sabah saat 06.00
da yine o tahliye yerinde aktif çalışırken gördüm.
Soma’daki maden ocağında yaşanan işçi katliamını; doğal bir afetmiş
gibi milli yasa çevirenlerin bütün oyunlarını sabaha kadar Soma’da arama
kurtarmalara katılan yüzlerce işçi, aile, jandarma, gönüllü, polis;
onlarca mühendis, basın mensubu gördü, zihnine ve tüm kayıt cihazlarına
kaydetti.
Hepinize sesleniyorum, elinizi vicdanınıza koymayın artık!
P24'ün Dünya Basın Özgürlüğü Günü'nde başlattığı Mehmet Ali Birand Konuşmaları'nın ilkini Ahmet Altan yaptı
![](https://lh3.googleusercontent.com/blogger_img_proxy/AEn0k_v2AnUJUJCuhvIATlL3lJLDpwsAEyoI_eAhVU_op9RuiC1GZUhIWR78pvLRIZbKly4ZO95nKHGoCjwZv11AcSqclrTZ0mdyuef8W4axH_03TkwDzML2PtK1G_Yug1HeA8uiza0x8fcPHOI0GiyHkrQCdTLmzUpH4-Ay0Vd4t6IHFbAgm543SuVsZRkCezKga4JuM83hc1_fxTWsE8oM8hZvKFNeSA=s0-d)
19 Eylül 2013’te Hasan Cemal’in başkanlığında kurulan Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24), geçen yıl hayatını kaybeden gazeteci Mehmet Ali Birand anısına özel bir konuşma serisi başlattı.
Konuşmaların ilkini,
3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde, edebiyatçılığının yanı sıra
gazeteciliğin de her kademesinde çalışmış bir yazar olan Ahmet Altan
gerçekleştirdi. P24'ün İsveç Başkonsolosluğu'nun ev sahipliğinde
düzenlediği Dünya Basın Özgürlüğü Günü programının diğer konuşmacıları Cemre Birand, Cihan Aktaş, M. Gökhan Ahi, Şafak Pavey ve Şirin Payzın oldular.
Gazeteciliği, "yüzde
99'u alçaklık ve korkaklık olan, ama dürüst ve cesur yüzde 1'lik
kısmıyla dünyayı değiştirmeye yardımcı bir meslek" olarak tarif eden
Ahmet Altan, konuşmasında, gazetecilerin sadece devletten değil,
patronlarından ve okurlarından da bağımsız davranabilmesinin önemini
vurguladı.
Ahmet Altan’ın “Gazeteciler Ne İşe Yarar” başlıklı, “Mehmet Ali Birand Konuşması”nın tam metni şöyle:
Gazetecilik nedir?
Bana sorarsanız yüzde
doksan dokuzu alçaklık ve korkaklık, yüzde biri ise dürüstlük ve cesaret
olan bir meslektir. Ve o yüzde birlik kısmıyla dünyayı da hayatı da
değiştirmekte büyük rol oynar.
“Niye alçaktır” sorusunun cevabını vermeden önce, bu korkunç
alçaklıklara birkaç tane sizin de çok iyi bildiğiniz tarihi örnek vermek
istiyorum.
Sacco ile Vanzetti 1927’de cinayetten mahkum olarak idam edilen iki İtalyan anarşistiydi bildiğiniz gibi.
Suçları hiçbir zaman kesin bir şekilde kanıtlanamadı ama bu belirsizlik onları ölümden kurtarmaya yetmedi.
Niye?
Ünlü bir tarih profesörü olan Arthur Schlesinger, bu korkunç
olayla ilgili çocukluk anısını anlatırken bu “niye”nin de cevabını
veriyor aslında.
“O yaz New Hampshire’daki bir kamptaydım ve gazeteleri beyzbol
sonuçlarını öğrenmek için okurdum. 1927 yazında dokuz yaşındaydım. Maç
sonuçlarına bakmak için bir Boston gazetesi aldım ve anlatamayacağım bir
şokla ‘Sacco ve Vanzetti idam edildi’ başlığını okudum. Kamp
yöneticilerinden birinin diğerine o sırada ‘Allaha şükür bu piçleri
hallettiler sonunda’ dediğini duydum.”
O kamp yöneticisini böyle insafsızca, vicdansızca, rezilce konuşturan işte o sözünü ettiğim basının alçaklığıdır.
Sıradan bir öğretmen olan o Amerikalı adam, davanın detaylarını
bilmiyordu, bugün bile belirsizliğini koruyan bu davayla ilgili açık
noktalar hakkında bir bilgisi yoktu ama o iki anarşist İtalyanın idam
edilmesi gerektiğine inanıyordu.
Bu inanca nasıl ulaşmıştı, belki de dürüst bir adam olan o kamp
yöneticisini, haksız bir idamın vicdani sorumluları arasına kim
sokmuştu?
Tek bir cevabı var bunun.
Gazeteler ve gazeteciler.
Sacco ile Vanzetti davası sırasında “göçmen işçiler” hakkında korkunç yazılar çıkıyordu Amerikan basınında.
Sacco ile Vanzetti yakalandıktan bir yıl sonra 1922’de Saturday
Evening Post’ta Kenneth Roberts, “açlık sınırında yaşayan çok sayıda
insan Amerika’ya gelip düşük ücretlerle çalışıyor. Para biriktirmek
kararlılığıyla pislik ve karanlık içinde yaşıyorlar. Amerikan
işçilerinin düzgün bir hayat sürmelerini sağlayacak paraların bir
parçasını alıyorlar. Bu, Amerika’da hayat standardını düşürüyor” diye
yazmıştı.
Ve, bu inanç Amerikan kamuoyu tarafından benimseniyordu.
Eğer böylesine bir kamuoyu oluşmasa o iki İtalyanı elektrikli sandalyeye o kadar kolay oturtamazlardı.
Peki, bir bilinen örnek de Almanya’dan verelim.
Şu ünlü Reichtag yangını.
Hitler faşizminin önünü açan bu büyük kırılma noktasında, Meclis’i komünistlerin yaktığına Alman halkını kim inandırdı?
Kim bu yangını bahane ederek Hitler’in faşist diktatörlüğünün yolunu açtı?
Cevabını benden daha iyi bildiğinize eminim.
Alman basını.
Bir de Fransa’ya bakalım.
Şu zavallı Yüzbaşı Dreyfus.
Yahudi Yüzbaşı Dreyfus.
Alman casusu olmakla suçlanmıştı ama casuslukla alakası yoktu.
Bile bile mahkum ettiler sırf o sırada Fransa’daki Yahudi düşmanlığından yararlanarak.
Yahudi düşmanlığı nasıl topluma yayılmıştı peki, kim yaymıştı bu düşmanlığı?
Cevabı biliyorsunuz.
Peki, hep bildiğiniz şeylerden söz etmeyeyim, biraz da bilmediklerinize değineyim.
Daha az dramatik bir iki örnek vereyim.
Kendi ülkemde olanlardan, kendi başıma gelenlerden, bizzat yaşadıklarımdan.
Benim babam çok ünlü bir solcu yazar, ayrıca İstanbul’un ilk sosyalist milletvekillerinden.
Babamın sosyalist kavganın tam göbeğinde olduğu, benim
çocukluktan gençliğe geçtiğim yıllarda bir gün eve gelen gazetelerin
birinin manşetinde kocaman bir yazı gördüm.
Babaannemin genelevde çalışmış olduğunu ve “vesikası” bulunduğunu yazıyordu.
Babaannem, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı olan İsmet Paşa’nın topçu okulundaki komutanı olan bir generalin kızıydı.
Zavallı kadına gazeteyi o sabah gitiği bankada göstermişler, o da
düşüp bayılmıştı. O sıralarda altmışlı yaşlarında olan babaannem
ayıldığında ilk sözü küçük bir kız çocuğu gibi “ya babam bunu görseydi”
olmuştu.
Büyüdüğümde ben de bu gazeteciliğe ve kavgalara karıştım.
On, on iki yıl kadar önce Almanya’da bir romanım yayınlandığında
oraya gitmiştim, bir de Türk dinleyicilerin geldiği bir toplantıda
konuşmuştum.
Türkiye’ye döndüm.
Sabahleyin, kapının önüne bırakılan gazeteleri aldım, gazete
tomarının en üstündeki gazetenin dokuz sütuna manşetinde kocaman
puntolarla yazılmış iki kelime vardı:
“Fransız Ahmet.”
Önce anlamadım. Sonra haberi okudum. Benim hakkımdaydı.
Almanya’daki konuşmamda hiç söylemediğim sözleri söylediğimi, Türkleri
aşağıladığımı iddia ediyordu.
“Ben öyle sözler söylemedim” diye açıklama yaptım, ertesi gün
gazetenin yöneticisi, “bunlar böyle hem söyler hem inkar ederler” diye
yazdı.
Gazetenin iki sayfasını benim öyle söylediğimi iddia eden insanların “tanıklıklarına” ayırdı.
Kimse beni savunmadı. Büyük televizyonlara beni çıkarmıyorlardı,
ben de küçük televizyonları teker teker dolaşıp gazetenin yalan
yazdığını anlatıyordum ama pek inandıramıyordum insanları.
Sonra bir gün Almanya’dan bir Türk meslektaş telefon etti, “ben o
gün sizin konuşmanızı izledim ve Köln Radyosu adına kaydettim,
isterseniz size bandı göndereyim” dedi.
O bant sayesinde ancak kanıtlayabildim gazetenin yalan yazdığını, özür dilediler.
Bir küçük örnek daha anlatıp sonra neden gazetelerin böyle
alçaklıklar yaptığını becerebildiğim kadarıyla daha genel bir çerçevede
değerlendirmeye çalışacağım.
Gene o sıralarda Aldatmak diye bir roman yazmıştım. Bir sabah
gene büyük gazetelerden birinin sürmanşetinde “romanı çaldığım” iddiası
yayınlandı.
İddiayı ileri süren gazeteci, “benim kitabımı okumadığını ama
konuyu karısının kendisine anlattığını ve bunun Arthur Hailey’nin
kitabından yürütme olduğunu” söylüyordu.
Bir basın toplantısı yapıp “bu iddianın tümüyle yalan olduğunu” söyledim.
Ertesi gün “benim kitabı çaldığımı” iddia eden gazete söylediklerimi çarpıtan bir başlık attı.
Gazetenin yayın müdürüyle bir gün karşılaştım ve ona “neden
söylediklerimi çarpıttığını” sordum, bana cevabı hiç unutulmaz bir
cevaptı.
“O kadar da gazetecilik yapacağız” demişti.
Gazetecilik buydu ona göre. Sadece ona göre değil birçok gazeteciye göre öyleydi. Gerçekleri çarpıtmak.
Benim kitabımı okumadığını ama benim o kitabı çaldığımı
“anladığını” söyleyen gazetecinin ise geçtiğimiz günlerde bir ses kaydı
yayınlandı, başbakanın adamına “kamuoyu yoklamalarındaki rakamları
hükümetin işine gelecek biçimde çarpıtmayı” öneriyordu.
Sanırım hem dünyadan hem de Türkiye’den yeterince örnek verdim.
Şimdi gelelim temel sorumuza, neden gazeteciler böyle alçaklıklar yapıyor?
Gazeteciliğin üç büyük düşmanı vardır.
Devlet, gazete patronları ve gazete okurları.
Devletler, gazeteleri kendi propaganda araçları olarak kullanmaya çalışırlar ve çoğunlukla da kullanırlar.
“Sırlarının” gazetelerde yayınlanmasına engel olmaya uğraşırlar ve genellikle de başarırlar.
Biliyorsunuz en ünlü örneklerinden biri, “Domuzlar Körfezi”
çıkartmasını haber alan Amerikan gazetesinin bunu “devletin isteği”
üzerine yayınlamamasıdır.
Daha sonra Başkan Kennedy, “keşke yayınlasalardı, bu felaketi yaşamamızı önlerlerdi” demişti.
Bugün gelişmiş ülkelerdeki gazeteler bir ölçüde bu devlet
baskısından kurtulmayı başardılar ama hiçbir zaman yüzde yüz
kurtulamazlar. Bunun bir nedeni devletle “iyi geçinmek” arzusu ise,
diğer ve belki de daha önemli nedeni gazetecilerin birçoğunun “devlet
çıkarlarını” gazetecilik mesleğinin ilkelerinden daha önemli görmesidir.
Bir gazeteci için “devlet çıkarı” diye bir kavram yoktur, olamaz.
“Devlet çıkarını” korumak “devlette çalışanların” işidir. Gazetecilerin
işi de gerçekleri açıklamaktır.
Toplumsal bir işbölümüdür bu. Toplumlar, gazeteciliği bunun için
keşfetmiştir, gizli olanları, saklananları bulup çıkarsınlar, halka
anlatsınlar diye. Eğer gazeteciler de devlet görevlileri gibi düşünmeye
başlarsa bu toplumsal işbölümü aksar.
Neyin “devletin çıkarına” olduğuna devleti yönetenler sadece
kendileri karar vermek ister. Peki ya devleti yönetenler yanlış karar
veriyorsa, ya “devlet çıkarına” sandıkları şey aslında devletin ve
toplumun çıkarına aykırıysa? Gazeteciler olmadan, gerçekler açıklanmadan
bu nasıl anlaşılacak?
Gazetecilerin, devlet konusunda kendi mesleklerinden uzaklaşıp
“devlet görevlisi” kılığına girmesi toplum için en büyük tehlikelerden
biridir ve bu büyük tehlike dünyanın her yerinde, her toplum için
vardır.
Dediğim gibi gelişmiş ülkelerde gazeteler yavaş yavaş bu büyük
yanılgıdan kurtuluyor ama Türkiye gibi yeterince gelişmemiş ülkelerde bu
büyük mesleki ahlaksızlık hâlâ devam ediyor.
Bizim ülke, “devletin çıkarı” için gerçekleri saklamayı
gazetecilik sanan gazetecilerle dolu, bir de hiç utamadan bunu övünerek
söylediklerini işitiyoruz.
“Ben bu haberi basmazdım” diyen gazetecilerle dolu etraf.
“Basmazmış, çünkü bu devletin lehine olmazmış.”
O gazetecilere sormak isterim:
“Sana ne devletten?”
Sen devletten sorumlu değilsin, sen sadece toplumuna ve mesleğine
karşı sorumlusun ve o sorumluluk da gerçekliğine emin olduğun her
haberi basmanı emrediyor.
Basmadığın, gerçekleri sakladığın zaman toplumun sana olan
güvenini kötüye kullanıyorsun demektir, ki bu da seni alçak bir sahtekar
yapar.
Gazeteciliğin başındaki ikinci bela, gazete patronlarıdır.
Gazete patronları hem devletle hem de ilan verenlerle iyi geçinmek ister.
Keskin muhalefetten, ilan verecekleri kızdıracak haberlerden
hoşlanmazlar, sürekli olarak yanlarında çalışan gazetecileri frenlemeye
çalışırlar.
Gazete yönetenler de gazete patronlarının bu arzularından
haberdar olarak, bu istekle çok fazla çatışmamaya uğraşarak işlerini
yaparlar.
Zordur gazete patronlarıyla uğraşmak, insanı işten atarlar çünkü.
Bunun yakınen biliyorum, çünkü çok işten atıldım.
Ben ilk genel yayın yönetmenliğim sadece on gün sürmüştü, sanırım en kısa genel müdürlük konusundaki rekor hala bendedir.
Bir keresinde de “Atakürt” diye bir yazı yazdım diye atılmıştım
işten. Gazete beni sadece işten atmakla kalmamış, bir de ertesi gün
birinci sayfaya, tepeden aşağıya inen iki sütunluk bir yazı yerleştirip,
beni “okuyucu tepkisinden dolayı kovduklarını” yazmıştı.
Dünyanın her yerinde gazeteciler için gazete patronlarıyla
uğraşmak zor bir dengedir. İşini kaybetmeden ama ahlaksızlık da etmeden
yerinde kalmak özellikle de gazete yönetenler için çok zordur.
Hem gazete yönetip hem ahlakını korumak yeryüzünün en zor
işlerinden biridir ve “ben bunu aynen böyle yaptım” diyebilecek çok az
gazete yöneticisi bulunur dünyada.
Gazetelerde ne tür ahlaksızlıklar yapıldığını anlamak için sadece
“yayınlanan” haberlere bakmak yetmez, asıl hangi haberleri
yayınlamadıklarına bakmak gerekir… Ki o haberlerin hangileri olduğunu,
dürüst gazeteciler o haberleri yayınlamadıkça okuyucular asla bilemez.
Gazeteciliğin en büyük alçaklığı ve sahtekarlığı belki de yayınladıklarından çok “yayınlamadıkları” haberlerde saklıdır.
Ben daima “en iyi gazetenin” diğer gazetelerin yayınlamadıkları
haberleri yayınlayarak yapılacağına inandım, hâlâ da öyle inanıyorum.
Diğer gazetelerin yayınlamadığı haberleri yayınlayan “küçük” bir gazete, “büyük” gazetelerden daha etkili olur.
Biz Taraf diye bir gazete çıkarmıştık, sanırım o gazete benim bu inancımı kanıtladı.
Gazetenin patronuna, gazete çıkmadan önce “biz otuz bin satarsak
Türkiye’yi sarsarız” demişim, böyle dediğimi unutmuştum, daha sonra
gazetenin patronu anlattı bana o konuşmayı, ben öyle söylediğimde
içinden “benim uydurduğumu” düşünmüş.
Biz daha otuz bin satışa ulaşmadan sarstık Türkiye’yi.
Bunu da bir gerçeği açıklamak için değil, övünmek için
söylüyorum. Gazetecilerin övünmekten, “ilk biz yaptık” demekten
hoşlanmak gibi bir zaafı vardır ama o başka bir konuşmanın konusu.
Gelelim gazetecilerin başındaki belaların en zorlusuna, gazete okuyucusuna.
Toplumlar, bütün canlı organizmalar gibi değişmekten hoşlanmazlar
ve bütün canlı organizmalar gibi yaşayabilmek için değişmeye
muhtaçtırlar.
Garip bir duygusal ikilem yaratır bu.
Gazetelerin, alçaklıklara hizmet eden yüzde doksan dokuzluk
bölümü toplumun “değişmek” istemeyen tarafına hitap eder, yüzde birlik
dürüst yanı da değişmek zorunda olan tarafına.
Sıradan bir gazete okuru yeryüzünün her yanında milletiyle,
vatanıyla, diniyle, diliyle ilgili övgüler okumaktan hoşlanır. Bütün
siyasetçiler de bunu bilir, sürekli olarak halkı överler.
“Dünyanın en şanlı geçmişine” sahip olmayan bir ülke yoktur,
bütün ülkeler “dünyanın en şanlı geçmişine” sahip olduklarına inanırlar.
Burada, “nasıl oluyor da aynı anda bütün ülkeler dünyanın en
şanlı geçmişine sahip oluyorlar” diye sormayan bir ahmaklıktan söz
ediyoruz.
Bu, insanlığın ortak ahmaklığı ve gazeteciliğin en büyük belası.
Eğer söylemek zorunda olduğunuz gerçek, “dünyanın en şanlı
geçmişine sahip olduğuna inanan” okurlarınızın inançlarıyla ters
düşecekse ne yapacaksınız?
Size hemen fevkalade güncel bir örnek vereyim.
Ermeni soykırımı.
Biliyorsunuz 1915’in yüzüncü yılına yaklaşırken Türkiye’de bu
konu da gündeme girdi. Başbakan “soykırım” demeden, ortadan bir ifadeyle
Ermenilere taziye diledi.
Eğer bugün bir gazete Ermeni soykırımından “soykırım” diye
sözeder de yaşanan gerçekleri anlatırsa, ilk tepkiyi devletten önce
okuyucusundan görecektir.
Bu okuyucu baskısına direnebilecek çok az gazete vardır.
Okuyucu, inançlarına, ezberlenmiş düşüncelerine, yerleşik bilgilerine aykırı haberler ve yorumlar istemez.
Türk devletiyle Kürt örgütü PKK arasında yakın zamana kadar savaş
vardı. Bu savaşla ilgili gerçekleri ne Türk okuyucular okumak isterdi
ne Kürt okuyucular. İkisi de kendi savaşçılarının kahramanlığını ve
haklılığını duymak isterdi.
Büyük gazetelerin hepsi Türk gazeteleri olduğu için hep Türk
askerlerinin haklılığı ve kahramanlığı yazıldı. Kürtlerin uğradığı
haksızlığı yazan neredeyse bir tek Türk gazetesi yoktu.
Bu sadece devletin, patronun baskısından değildi, bu asıl okuyucu baskısındandı.
Bu baskıya boyun eğdikleri için, sürekli Kürtleri haksız
gösterdikleri için, devlet barışmaya karar verdiğinde gazeteler
okuyucularına barışın yararını anlatmakta çok zorlandılar.
Devlet propagandasının, devlet denetimindeki eğitim sisteminin,
resmî tarihin yarattığı şartlanmış bir okuyucuyla karşı karşıya dünyanın
bütün gazeteleri. Gelişmiş dünyada bu bir parça değişmekle birlikte
tümden de değişmiş değil.
Üstesinden gelinmesi en zor mesele de budur.
Size gene kendi yaşadığımız bir örneği anlatayım.
Üç dört yıl kadar önce Kürdistan’ın küçük bir mezrasından bir
muhtar bizim gazeteyi aradı. Bir askerî birlikten atılan bir havan
topuyla küçük bir kız çocuğunun parçalandığını anlattı.
Olay yerine bir muhabir gönderdik.
Korkunç bir gerçek vardı.
Ceylan ismindeki minicik bir kız çocuğu annesine “bana makarna
yap” dedikten sonra evlerinin önünde oynamaya çıkmış, mezranın
karşısındaki tepeye yerleşmiş askerî birlikten atılan bir havan topuyla
paramparça olmuştu.
Haberi manşetten yayınladık.
Ertesi gün Türk basınında tek bir satır haber çıkmadı bu olayla ilgili.
İkinci günü haberi manşetten yeni ayrıntılarla sürdürdük.
Türk basınında gene tek satır çıkmadı.
Üçüncü gün haberi gene manşetten devam ettirmek istediğimizde,
yazıişlerindeki arkadaşlarımızdan biri, “boşuna zorlamayın Ahmet Bey”
dedi bana, “hiç bir tepki yaratmıyor bu haber.”
Biz gene de üçüncü gün küçük kızın annesinin konuşmasını
manşetten yayınladık. Annesi, “kızımın parçalarını eteklerime doldurdum”
diyordu.
Ancak üçüncü haberden sonra Taraf’ı kaynak göstererek diğer
gazeteler bu habere yer verdi ve o küçük kız haksızlığın sembolü haline
geldi.
Bu haberi yaynlamakta zorlanan gazeteler sadece devletten,
ordudan, patrondan değil kendi okuyucularının tepkisinden de
korkuyorlardı.
Tabii bir başka gerçek daha var burada söylenmesi gereken.
Gazetecilerin çoğunluğu, o şartlanmış halkın tepkilerine
sahipler, aynı şartlanmışlığın, aynı eğitimin, aynı resmî ideolojinin
kurbanları onlar da… Onun için halkın tepkisinin ne olacağını çok iyi
biliyor, okuyucu o tepkiyi göstermeden önce kendileri o tepkiyi
gösteriyorlar.
Bu şartlanmışlıkları onların gazeteciliğini önlüyor.
Nasıl bazen “devletle bütünleşip” devlet gibi düşünüyorlarsa,
bazen de okuyucularıyla bütünleşip okuyucuları gibi düşünüyorlar. Böyle
yaptıklarının farkına bile varmıyorlar.
Ve böyle yaparak okuyucularına karşı sorumluluklarına ve mesleklerine ihanet ediyorlar.
Gazetecinin sadece devletten değil, okuyucunun şartlanmışlığından kendisini arındırması, kendisini bundan kurtarması gerekir.
Okuyucunun “değişmek istemeyen” yanı gerçeklerden rahatsız oluyor
ama aynı okuyucunun farkına bile varmadığı “değişim” ihtiyacı da
gerçeklerin onun ilgisini çekmesini sağlıyor.
Cesaretle ve dürüstçe davranan gazeteci o tepkiyle birlikte o
ilgiyi de çekiyor ve gazetecilik varlığını bu ikili gerginlik sayesinde
sürdürüyor.
Biliyorsunuz, Seymour Hersh, My-Lai katliamının iç yüzünü yazdı ve bu haberiyle Pulitzer kazandı.
Size basit bir soru sorayım:
Hersh, bu katliamı bilen tek gazeteci miydi yoksa bunu yayınlayan tek gazeteci miydi?
Kesin cevabı bilmiyorum ama benim tahminim ilk bilen değil ilk yayınlayan gazeteci olduğudur.
Böyle zorlu vakalarda bilgi genellikle tek gazetecide olmaz ama
cesaret çoğunlukla böyle tek bir gazetecide, gazeteciliğin “yüzde
birinde” görülür.
İşte o yüzde bir de hayatı ve dünyayı değiştirir.
Hersh’ün o haberi, Amerikan halkının Vietnam savaşıyla ilgili algısının değişiminde büyük bir pay sahibidir.
Hersh, devlet gibi düşünseydi, patron gibi düşünseydi, okuyucu
gibi düşünseydi o haberi yayınlayamazdı, gazeteci gibi düşündü, gazeteci
gibi davrandı ve bugün adı İstanbul’un bir köşesinde bu cesareti
sayesinde anılıyor.
Gazeteciliğin yüzde doksan dokuzu unutulur, yüzde biri hatırlanır.
O yüzden, devletle, patronla, en önemlisi okuyucuyla çatışmayı göze alır gerçek gazeteci.
Yüzde doksan dokuzunun gerçekleri sakladığı bir mesleğin yüzde
biri olmak, karanlık bir odada çakılan bir kibrit gibi olmaktır, herkes
seni görür.
Karanlıkta yanan bir kibrit, aydınlıkta yanan bir projektörden daha parlaktır.
Onun için kimsenin yazmaya cesaret edemediği gerçekleri yazan
gazeteciler hemen fark edilir. Öfke toplar, tepki çeker ama unutulmaz
olur.
Bunu çok iyi biliyoruz, çünkü bugün bu konuşmayı karanlık bir
odaya dönen bir toplumda yapmaktayız, gelişmiş ülkelerin yavaş yavaş
geride bıraktığı o karanlığın ne olduğunu biz burada hâlâ en koyu
biçimde yaşıyoruz.
Gazeteciliğin en ağır baskılar altında olduğu bir dönemden geçiyor Türkiye.
Tek bir eleştiri bile istemeyen bir hükümet var. Basının büyük
bölümüne bizzat sahip. Sahip olmadıklarını ise çeşitli biçimlerde tehdit
ediyor.
Hoşuna gitmeyen gerçekleri yazanları vatan hainliğiyle suçluyor.
Kendi çıkarıyla vatanın çıkarının aynı olduğunu söyleyen bir yönetim bu.
Sadece yaptıklarından hoşnut olmadıkları gazetecileri değil,
karılarının ya da kocalarının yaptıklarından hoşnut kalmadıkları
gazetecileri bile işlerinden çıkartıyorlar.
İşsiz gazetecilerin sayısı her gün artıyor.
Yandaşlarını zengin edip, muhaliflerini açlığa mahkum etmeye uğraşıyorlar.
Çok ağır baskılar altında bugün Türk basını.
Bizim basın, sihirbazların kazlarına benzer, ne kadar
bastırırsanız bastırın o baskının altında ezilerek ve itiraz etmeden
varlığını sürdürür, bugün de sürdürüyor.
Yüzde doksan dokuzu alçakça davranıyor. Gerçekleri saklıyor, çarpıtıyor, gerçeği söyleyenlere saldırıyor.
Ama burada da yüzde bir var.
Karanlıkta bir kibrit gibi, etraflarını aydınlatıp gerçekleri söyleyebilmek için kendilerini tüketerek yanıyorlar.
Onların ışığını görüyor, onların ışığıyla umutlanıyor, onların cesaretine ve dürüstlüğüne güveniyoruz.
Epeyce uzayan bu konuşmayı bitirirken, dünyanın her yanındaki o
yüzde biri, o koyu karanlıktaki alevleri, bir ışık yakmak için
kendilerini de yakanları saygıyla ve minnetle selamlayıp, buraya gelip
beni dinlemek nezaketini gösterdiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.
P24: Her yıl tekrarlanacak
Bağımsız Gazetecilik Platformu P24, açılışını Ahmet Altan'ın yaptığı Birand Konuşmaları için, şu açıklamayı yaptı:
"Mehmet Ali Birand’ı içine kapanmış bir memleketin pencerelerini
dünyaya açmasındaki rolüyle, Türkiye medyasının ve Türkiye’nin ufkunu
genişleten, tabuları kırarak zihinlerimizin özgürleşmesine yardım eden
haberciliğiyle hatırlıyoruz.
Bu konuşmalarla Birand’ı anarken, esas olarak ufkumuzu geniş,
zihnimizi özgür tutmanın yolları üzerine düşünmeyi hedefliyoruz.
Her yıl tekrarlamayı planladığımız Mehmet Ali Birand Konuşmaları’nın
amacı, Türkiye ve dünyada gazeteciliğin hallerine ilişkin gözlemde
bulunan ve bu mesleğin önemi, işlevi, nasıl yapıldığı, nasıl
yapılabileceği üzerine düşünmenin yollarını açan kalıcı metinler
sunmak."