Saturday, October 31, 2015

” 7 Haziran’dan 1 Kasım’a Seçimlerde Değişen Yöntem ZORBALlK” – Emrah Tekin Sehat Budak

CIZRE'DE EVLER, ISYERLERI CATISMALAR NEDENIYLE BUYUK HASAR GORMUS VE KULLANILAMAZ HALDE. FOTO: RAMAZAN IMRAG:DHA

CIZRE’DE EVLER, ISYERLERI CATISMALAR NEDENIYLE 
BUYUK HASAR GORMUS VE KULLANILAMAZ HALDE. 
FOTO: RAMAZAN IMRAG:DHA
 Haziran seçimleri sonrası yaşanan sürecin, bir önceki dönem hükümet yetkisini tek başına elinde bulunduran AKP açısından, siyaseten tam bir kilitlenme olduğu açıktı. Bu kilitlenme ilk etkisini, uzun süre açıklama yapmayan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’da ve 7 Haziran öncesi hükümetin başbakanı Davutoğlu’nda gösterdi. “Başkanlık” projesi beklenilen kolaylıkla gerçekleşemeyecek olan siyasi iktidar, ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra, koalisyon görüşmeleri sürecine girildi. Süreç boyunca, kuruldu kurulacak izlenimi sadece ekonomi de değil, halk düzeyinde de hareketlenme yarattı. Ancak, siyasi iktidarını paylaşmaya yanaşmayan eski hükümet, görüşmeleri sonuçsuz bıraktı.
Aslında bu durum şaşırtıcı değil. Devlet iktidarını tekelinde tutan siyasi kampın koalisyonlar aracılığıyla paylaşmak istemediği şey sadece yürütme yetkisi değil. Çünkü devlet iktidarı diye nitelenen kamp, bir siyasi partiden çok daha fazlası. Bürokrasinin önemli kademelerini ellerinde tutuanlardan, devletten sağladığı para akışıyla sermayesini büyüten inşaat ve ticaret sektörü burjuvazisine; kaynağı çevre coğrafyalardaki savaş olan kara parayla zenginleşen finans patronlarından, kısa süre içinde devlet peşkeşi ile yerellerde zenginleşen siyasi ve ekonomik rant çevrelerine; sırtını hükümete dayayıp devlet rantından düzenli olarak pay alan vakıf ve sivil toplum kuruluşlarından, ekonomik sömürünün açlığa tercih edilmesini salık veren hükümetin sendikalarına; özelleştirmelerle artık işletmeci haline gelmiş yetkili memurlardan, varlığını bütün bu ilişki ağını aklamak, gerçeği manipule etmek ve papağanlık olan medya ordusuna; IŞİD’li katillerle ortak bombalama stratejileri geliştiren istihbaratçı, emniyet ve TSK üçgenine devlet iktidarı diye tanımlanan bu kamp, zaten başlı başına büyük bir koalisyon. Bu kadar büyük bir koalisyon, elinde bulunduğu ayrıcalık ve statükodan taviz vermek istemediğinden başka bir koalisyon istememektedir. AKP’nin ve Cumhurbaşkanı’nın siyasi iktidarını kaybettiği tüm senaryolarda, bu koalisyon tüm ayrıcalıklarını kaybedecek.
Bu farklı alanlardaki statüko sahipleri tam da bu yüzden, şu anda karşımızda bir savaş koalisyonu olarak bulunmakta; yeni gelen seçim sürecinde farklı toplumsal süreçlerde zorbalık politikasının işlemesine yardımcı olmaktalar.
Seçim Değil “İcra” Hükümeti
7 Haziran seçimlerinin ardından koalisyon süreci sonuçsuz kalınca, TC tarihinde bir ilk yaşandı. Seçimlerin 1 Kasım tarihinde tekrar yapılması kararlaştırıldıktan sonra, seçime kadarki süre zarfında devletin “hükümetsiz” kalmaması için sembolik de olsa bir hükümet kurulacağı açıklandı.
Meclisteki partilerin oy oranları dağılımı esas alınarak kurulan hükümet, bu süre zarfında tamamen AKP’nin kontrolüne kalan bir organ haline dönüştü. Davutoğlu, başından itibaren hükümetin önündeki “geçici” sıfatını reddetti. Aslında ortaya yeni bir tanım koydu; “İcra Hükümeti”. Normal şartlar altında sembolik görevler üstlenip, seçimlerin tarafsız bir ortamda, tüm partilerin katılımına dayanan dengeli bir siyasi konjonktürde gerçekleşmesini sağlaması gereken bu hükümet, sadece 1 Kasım Seçimlerini değil, sonrasını da etkileyecek bir dizi karar alınıp uygulanması noktasında etkili oldu.
Yeni hükümetin bu yeni özelliği, icraatlerin ne olacağı noktasında kimse de şüphe uyandırmadı! Zaten, icra hükümetine toplumsal muhalefetin koyduğu “Savaş Hükümeti” ismi, hükümetin icraatlerini anlamlandırmak noktasında önemli bir yerde duruyordu. 7 Haziran Seçimleri ile 1 Kasım Seçimleri arasındaki en büyük fark işte bu yöntem değişikliğiydi. Devletin seçim propagandası, önceki seçimlerde olduğu gibi “demokrasi naraları atılarak”, “seçilmiş olmanın meşruiyeti”yle her yapılanı haklılaştırılarak değil; zorbalıkla, şiddetle ve savaşla gerçekleşti.
Savaş Hükümeti’nin “İcraat”ları
Kürdistan’da gerçekleşen OHALvari uygulamalar sırasında yaşanan infazlar ve cenazelere dahi uygulanan şiddet, Suruç ve Ankara’da patlatılan bombalar sonucu yaşanan katliamlar, yeni dönem seçim politikasının ulaştığı boyutun ne oluğunu açıkça gösteriyor.
Gerçekleştirilen Operasyonlar, İnfazlar ve Katliamlar:
-24 Temmuz’da, İstanbul Bağcılar’da özel harekât polislerince evi basılan Günay Özarslan infaz edildi.
-26 Temmuz’da, Amed’in Bağlar ilçesinde 11 yaşındaki Beytullah Aydın, polisler tarafından bir binanın 7’inci katından düşürülerek katledildi.
-27 Temmuz’da, Nisêbîn’de polis saldırısı sonucu 22 yaşındaki Seyithan Dede yaşamını yitirdi.
-29 Temmuz’da, Cızîr’de, polisler durdurmak istedikleri araçtan inip kaçan 17 yaşındaki Hasan Nerse’yi vurduktan sonra ellerini ve ayaklarını kelepçelediler. Hasan ölene kadar sağlık görevlileri de dahil olmak üzere kimse yanına yaklaştırılmadı.
-31 Temmuz’da, Agirî’de bir eve operasyon gerçekleştiren özel harekat polisleri Sezai Yaşar ,kardeşi Ahmet Yaşar ve Mirzettin Görtürk’ü infaz etti.
-18 Ağustos’ta, İstanbul Esenler’de, Kürdistan’daki katliamlara karşı eylem yapanlara polis saldırdı. Saldırıda 17 yaşındaki Fırat Elma polislerce vurularak katledildi.
-20 Ağustos’ta, Şirnex Hezex/İdil’de Cebbar Acar akrepten açılan ateşle katledildi.
-28 Ağustos’ta, Mêrdîn Qoser/Kızıltepe’de “Dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle 28 yaşındaki Mazlum Turan keskin nişancılar tarafından ensinden vurularak katledildi. Aynı tarihte, Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinde Uluyol Polis Karakolu’nun yanında bulunan 28 yaşındaki Erhan Tanrıkulu aracıyla evine giderken, karakoldan üzerinde sıkılan kurşunlar sonucu yaşamını yitirdi.
-30 Ağustos’ta, Silopî’de uzun namlulu silahlarla 20 yaşındaki Ali Ödük, 22 yaşındaki Halil Can’ı infaz etti. Aynı tarihte, Farqîn/Silvan’da henüz nedeni öğrenilmeyen bir patlama meydana geldi. Patlamada 13 yaşındaki Fırat Simpil yaşamını yitirdi.
-5 Eylül’de, Dersim’de özel harekat polisleri 26 yaşındaki Ayten Günhan’ı katlettiler.
-9 Eylül’de, Cizîr’de, 55 yaşındaki Eşref Edin ve 10 yaşındaki kızı keskin nişancılar tarafından katledildi.
-10 Eylül’de, Dicle Mahallesi’nde oturan amcasının evinden kendi evine dönen Bünyamin İrci, özel harekatçılar tarafından infaz edildikten sonra Nur Mahallesi’ndeki konteynerlerden birine atılırken, aynı gün 10 yaşındaki Selman Ağar ve Sait Nayici keskin nişancılar tarafından katledilirken; Wan’da 12 yaşındaki Rıdvan Abalı tavana asılmış bir şekilde asılı olarak bulundu.
-11 Eylül’de, Cizîr’de 75 yaşındaki Mehmet Erdoğan polislerce katledildi.
-12 Eylül’de, Amed Bağlar’da evinin önünde oturan 18 yaşındaki Ruken Demir, polis tarafından zırhlı araçtan nişan alınarak kafasından vuruldu.
-15 Eylül’de, Wan’da polisin silahla vurup sonra yanına gelip ayağıyla başını ezdiği 18 yaşındaki Vedat Balık yaşamını yitirdi.
-25 Eylül’de, Şirnex Çarşı merkezinden köylere kadar birçok yeri havan topları ve zırhlı araçlarla tarayan devlet 3 kişiyi katletti.
-28 Eylül’de, 9 Eylül’de Farqîn/Silvan’da polis kurşunuyla yaralanan 16 yaşındaki Bilal Mengil tedavi gördüğü Êlîh/Batman’da yaşamını yitirdi. Aynı tarihte, Bismîl’de Agit Yıldız ve Halil Kurtiş özel harekat timlerince katledildi.
-29 Eylül’de, sıkıyönetim kararının kalkmasına rağmen devlet terörünün durmadığı Bismîl’de Elif Şimşek’ten sonra, parkta oturan 12 yaşındaki Berat Güzel adlı bir çocuk daha polis tarafından katledildi.
-1 Ekim’de, Şirnax’ın Yeşilyurt Mahallesi’nde Abdulhamit İnal ile soyadı öğrenilemeyen Erdal isimli bir kişi polis tarafından katledildi.
-3 Ekim’de, Nisêbîn’de ilan edilen sokağa çıkma yasağında keskin nişancılar 50 yaşındaki Ahmet Sönmez’i katletti.
-4 Ekim’de, Amed’de iki ayrı noktada aynı dakikalarda öldürülen Ömer Koç (16) ile Rezan Kaya (20) isimli gençlerin her ikisi de, Kürdistan’a gönderilen JİTEM elemanlarının kullandığı Ford Ranger marka araçlardan açılan ateşler sonucu katledildi.
-5 Ekim’de, Wan Özalp’te, asker ve özel timlerin saldırısında başından vurularak ağır yaralanması sonrası 1 Ekim tarihinden bu yana tedavi altında tutulan Ömer Faruk Satılmış, yaşamını yitirdi.
-6 Ekim’de, Bismîl’de gerçekleşen saldırıda 4 kişi katledildi. Bunlardan 2’sinin polis tarafından kafası kesildi!
-8 Ekim’de, Amed’în Farqîn/Silvan’da 9 yaşındaki Hasan Yılmaz okulunun yakınındaki bir cismin patlaması üzerine yaşamını yitirirdi. Aynı tarihte, Gever’de polis 17 yaşındaki Adem Sevinç’i katletti.
-10 Ekim’de, Sûr’da evinin çatısında güvercinlerine bakan Halil Tüzülerk polislerce katledildi.
-12 Ekim’de, Mêrdîn’de 18 yaşındaki İdris Cebe, polisler tarafından kulağının arkasından tek kurşunla infaz edildi.
-15 Ekim’de, Gever’de 16 yaşındaki Diyar Ertaş, polislere ait zırhlı araçtan açılan ateşle katledildi.
-16 Ekim’de, Gever’de 12 yaşındaki Diyar Akın polis tarafından vurularak katledildi.
Operasyonlar ve Katliamlar:
– 20 Temmuz’da, SGDF’nin çağrısıyla, Kobane’nin yeniden inşa çalışmalarına katılmak üzere farklı şehirlerden Urfa, Suruç’a giden 300 gencin, Amara Kültür Merkezi’nde düzenlediği basın açıklamasına IŞİD bombalı saldırı gerçekleştirdi. 33 kişi yaşamını yitirirken 100’den fazla kişi yaralandı.
-7 Ağustos’ta, Silopî Zap Mahallesi’ni abluka altın alan polis, halkı taradı. Polisin silahlı saldırısı sonucu 58 yaşındaki Hamdin Ulaş, 17 yaşındaki Mehmet Hıdır Tanboğa, 27 yaşındaki Kamuran Bilin yaşamını yitirdi, 7 kişi ise yaralandı. Polisin 6 evi de ateşe verdi. Mehmet Hıdır Tanboğa yaralı halde hastaneye giderken polislerin aracı taraması sonucu infaz edildi.
-13 Ağustos’ta, Agirî’nin Diyadin ilçesinde özel harekat polislerin ilçeyi rastgele taraması sonucu fırında çalışan 16 yaşındaki Orhan Aslan, 15 yaşındaki Muhammet Aydemir ve 29 yaşındaki Havzullah Doğan yaşamını yitirdi.
-17 Ağustos’ta, özyönetim ilan edilmesinin sonrasında Farqîn/Silvan’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokağa çıkma yasağın sürdüğü ilçede 18 Ağustos günü 4 kişi katledildi.
-18 Ağustos’ta sokağa çıkma yasağın devam ettiği Gimgim/Varto’da yaşanan çatışmalarda 4 kişi yaşamını yitirdi. Aynı tarihte Farqîn/Silvan’da başından vurulan 22 yaşındaki Serhat Bilen yaşamını yitirdi.
-19 Ağustos’ta, Farqîn/Silvan’da sokağa çıkma yasağı nedeniyle yaşanan çatışmalarda, 3 kişi yaşamını yitirdi.
-20 Ağustos’ta, Mêrdîn’de artan askeri operasyonlara karşı eylem gerçekleştiren halka polis saldırısı gerçekleştirdi. Gerçekleşen saldırıda 19 yaşındaki Ali Akpınar yaşamını yitirdi.
-27 Ağustos’ta, Gever’de Orman, Kışla ve Mezarlık mahallelerine polis ve askerler tarafından ağır silahlar ve havanlarla saldırı düzenlendi. Düzenlenen saldırıda 4 kişi yaşamını yitirdi. Onlarca kişi yaralandı. Cizîr’de 7 yaşındaki Baran Çağlı ve hastaneye kaldırılmasına polislerin izin vermediği Mesut Sanrı katledildi. Şirnex’ta 16 yaşındaki Adem İrtegün katledildi.
-1 Eylül’de, Colemerg/Hakkari’de özel harekat polislerinin panzerden açtığı ateş sonucu 18 yaşındaki Ali Kaval yaşamını yitirdi.
-4 Eylül’de, Mêrdîr Nisêbîn’de polisler, etrafa rastgele ateş açarak Lokman Süne’yi katlettiler.
-4-12 Eylül Cizîr Katliamı: 12 Ağustos’ta ilan edilen özyönetimlerle başlayan halk direnişine, 4 Eylül günü sokağa çıkma yasağı getirilmişti. Yasağın gerçekleştiği ilçeye giriş ve çıkışlar yasaklanmış, elektrik, su ve mobil şebeke ağları kesintiye uğramıştı. Gerçekleşen devlet saldırısında 22 kişi yaşamını yitirmişti. Bunlar arasında 35 günlük bebekten 7 çocuk annesi Meryem Süne de var: Mehmet Emin Levent (21), Hacı Ata Borçin (70), Xetban Bülbül (65), Sait Çağdavul (19), Muhammed Tahir Yaramış (35 günlük), Cemile Çağırga (13), Osman Çağlı (18), İbrahim Çiçek (80), Meryem Süre (53), Özgür Taşkın (20), Seyit Eşref Erdin (60), Zeynep Taşkın (18), Maşallah Edin (35), Sayit Nayici (17), Selman Ağar (10), Bünyamin İrci (15), Mehmet Dikmen (70), Bahattin Sevinik (50), Suphi Saral (50), Mehmet Erdoğan (75) ve Mehmet Emin Açık (70).
-27 Eylül’de, Êlîh/Batman Bismîl’de halkın üzerine ateş açan polis, Şimşek ailesine ait eve bomba attı. Bombalama sonucu 8 yaşındaki Elif Şimşek adlı çocuk yaşamını yitirdi.
-10 Ekim’de, Ankara’da KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin düzenlediği Barış Mitingi’nde meydanda gelen iki ayrı patlamada 106 kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce kişi yaralandı.
-12 Ekim’de, Sûr’da polislerin mahalleyi rastgele taraması sonucu 12 yaşındaki Helin Şen isimli çocuk, başına ve vücuduna isabet eden kurşunlarla yaşamını yitirdi.
-17 Ekim’de, İstanbul Küçük Armutlu’da polisler, evini bastığı Dilek Doğan’ı vurdu.
-19 Ekim’de, Farqîn/Silvan’da 2 gündür devam eden sokağa çıkma yasağında 16 yaşındaki Fırat Gensur katledildi.
Cenazeleri Teşhir:
-10 Ağustos’ta, Gimgim/Varto’da HPG gerillaları ile TC askerleri arasından yaşanan çatışmada Ekin Wan yaşamını yitirdi. Katledilen Ekin Wan’ın soyularak sokaklarda teşhir edilen cenazesine, işkence yapıldı.
-9 Eylül’de, Colemerg/Hakkari’nin Şemzînan ilçesinde HPG’lilere ait olduğu belirtilen 7 cenaze bulundu. Parçalanmış halde bulunan cenazeler ormanlık alanda köylüler tarafından fark edildi.
-16 Eylül’de, Gimgim/Varto’nun Kulan bölgesindeki “Şehit İsmail ve Şehit Ronahi Şehitliği”nin çevresindeki alanları bombalandı.
-22 Eylül’de, Qers Sarıkamış’ta yaşamını yitiren bir HPG’linin kollarına ip geçiren askerler, uçurumdan aşağı sarkıttıkları cenazesi ile fotoğraf çekerek sosyal medyada paylaştı.
-2 Ekim’de, Amed Farqîn/Silvan’da, asker ve polislerin halka yönelik saldırısı sonucu aralarında 16 yaşındaki Vedat Akcan’ında olduğu 4 kişi yaşamını yitirdi. Vedat Akcanım cenazesi polislerce yerde sürüklendi.
– 2 Ekim’de, Şirnex’ta özel harekat timleri, Hacı Lokman Birlik’i katletti. Özel harekat timlerince infaz edilen Birlik’in cansız bedeni akrep tipi zırhlı araca halatla bağlanarak yerde sürüklenerek işkence edildi.
-16 Ekim’de, Dersim’de gerilla mezarlığı ve içinde bulunan cemevi bombalanarak yerle bir edildi.Dersim Katliamı’nda katledilenlerin kemiklerinin olduğu mezarlıklar bombalandı.
Meydan Gazetesi- 7 Haziran'dan 1 kasıma 2
İki seçim arası zaman diliminde, zorbalığın ulaştığı boyutu anlamak açısından yukarıda verdiğimiz tarih ve yerlerde yaşananları bir veriden çok daha fazlası olarak okumak gerek. Özellikle Ankara bombalaması sonucu iyice belirginleşen devlet- IŞİD ilişkisi, belge düzeyinde ispatlanmış durumda. Delil yetersizliğinden serbest bırakılan IŞİD çeteleri, Amed-Suruç-Ankara bombalamalarını gerçekleştirenlerin telefon kayıtları, seyahat özgürlüğü kapsamında değerlendirilen Suriye sınırından giriş-çıkışları, yaşanan katliamların, infazların ve operasyonların sorumlusu konumundakinin kim olduğunu açık bir şekilde gösteriyor.
Seçimleri Zorlaştırmak
1 Kasım Seçimleri’nin yaklaştığı süre içinde seçim propagandasını zorbalık aracılığıyla gerçekleştiren devlet, her seçim takındığı “demokratik” maskesinden uzak bir şekilde İstanbul’dan, Çorum’a HDP binalarına dönük saldırıları organize etmekle kalmadı, Kürtlere ait iş yerleri de bu saldırılardan nasibini aldı. Seçim zorbalığı bütün bunların dışında, seçimler yaklaşırken teknik açıdan da artmaya devam etmekte. Yüksek Seçim Kurulu’nun aksi yöndeki kararına rağmen özellikle Kürdistan’da seçim sandıklarının yerleri değiştirildi. Sandıklar taşındıktan sonra oluşan durumda, Cizre’de 66 bin kişi, 6 okulda, 93 sandıkta oy kullanacak. Bunun gerçek olması için, dakikada 32 oy kullanılması gerekiyor. Cudi, Silopi, Batman ve Ağrı Tutak’ta da durum benzer.
“İcra Hükümeti”, aynı süre içinde 9 ilde 18 belediye eşbaşkanı ve 2 il genel başkanı tutukladı. HDP’nin seçim beyannamesi, içerisinde “özyönetim” ibaresi geçtiğinden dolayı yasaklandı. Tüm bu teknik zorlamalar yetmezmiş gibi Davutoğlu Van Mitingi’nde “Biz olmazsak bu sokaklarda Beyaz Toroslar gezer” diye Kürt halkına alttan mesaj vererek zorbalık politikasını miting düzeyinde bile işletti. Özellikle ‘90lı yıllarda devlet tarafından bu araçlarla kaçırılıp katledilen insanlar anımsatılıp, Kürt halkı korkutulmaya çalışıldı. Sanki Kürdistan’da şu an yaşanmakta olanlar çok da farklıymış gibi…
Yakın zamanda farklı mecralarda konuşulan seçim sürecine ilişkin ihtimallerden biri de, Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’nın 78. maddesine dayanarak “Savaş halinde seçimleri bir yıl erteleme yetkisi”ne başvurup, İcra Hükümeti’nin ömrünü biraz daha uzatma durumu.
Değişen Yöntem, Değişmeyen Ne?
Seçimlerde bir yöntem değişikliğine gidildiğini kabul etmek gerekiyor. Savaşla bu kadar iç içe geçmiş bir seçim süreci daha önceki dönemlerde bu kadar açıktan işledi mi bilinmez, ancak açık bir gerçek var o da değişmeyenin devletin tutumu olduğu. İçinden geçmekte olduğumuz süreci iyi analiz etmek çok önemli. Çünkü bu süreç, 1 Kasım Seçimleri sonrasında oluşabilecek bir durumun öngörülmesi noktasında yararlı olacaktır. 1 Kasım Seçimleri sonrası oluşamayan bir hükümet, devletin zorbalık uygulamalarının benzer bir şekilde devam edeceğini gösterirken; tam tersi olarak seçim sonrası ortaya çıkan güçlü bir hükümet neyin göstergesi olacaktır? Devletin 2 seçim arasındaki süreçteki gayrı meşru uygulamalarının bir meşruluğa kavuşacağının… Devlet zorbalığından bir şey kaybetmeden siyasi, ekonomik ve toplumsal baskısını “seçilmiş” olmanın kılıfıyla uygulayacaktır. Yani 7 Haziran öncesinde olduğu gibi.
Emrah Tekin – Serhat Budak

Friday, October 30, 2015

Türkiye genelev tarihçesi

  
Umumhane olarak bilinen, gençlerin tabirinde ise “mektep” olarak geçen ilk Genelevler, İstanbul’da 19.Yy’ın sonlarına doğru, özellikle de Kırım savaşı (1853-1856) zamanında askerlerin temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla açılmış ve kurumsallaşmaya başlamıştır. Galata’da ve daha sonrasında Beyoğlu’nda açılan ve oldukça rağbet gören genelevler, günümüzde birçok zorluklarla karşılaşmış olsa dahi hala yerlerini koruyup, hizmetlerini sürdürmektedirler.
Kerhane sözcüğünün, Farsça ’da “işyeri, fabrika” anlamına gelen “kâr-hane ‘den geldiği düşüncesi yanlıştır. Kelimenin aslı Arapça “kerh” sözcüğüdür: “iğrenme, tiksinme” anlamına gelir kerh. Zamanla Kerh’in sonuna Farsça “ev” demek olan “haneyi” eklenmiş, “kerhhane” olmuştur. Kelime söylene söylene hafiflemiş, “h”nin biri düşmüş, neticede bugünkü ismiyle “kerhane”  haline gelmiştir. Peki, 19.Yy’ın sonunda genelevler birden bire mi ortaya çıkmıştır? Tabi ki hayır. O döneme kadar fuhuş amacıyla kullanılan çeşitli evler vardır. Fakat bu evlerde ya bir tek kişi çalışmakta, ya da mekânlar geçici olarak faaliyet göstermekte ve zaptiye korkusundan sık sık mekân değiştirmektedir. Dolayısıyla gözle görülür bir ticarethane olarak varlıklarını sürdürmemektedirler.
    
Bugün Türkiye’de Genelevlerin yaklaşık olarak % 85’i illegal olarak yürütülmektedir. Bunun sebebi ise, Türkiye’de 100.000’den fazla Seks işçisinin çalışıyor olması ama sadece 15.000 seks işçisinin resmi olarak çalışılmasına izin verilmesidir. Genelevler ( resmi olanlar ) genellikle belirli sokaklarda toplanırlar. Zürefa ve Abanoz Sokağı, İstanbul’un en eski ve en tarihi Sokakları arasında yer alırlar. Bugün hala işlevlerini yerine getiren sokaklardan Zürefa Sokağın incelenip irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
   II. Abdulhamit döneminde hizmete açılan Zürefa sokak, Cumhuriyet’in ilanından sonra Zürafa Sokak ismini almıştır. Zürefa’nın, Zürafa olarak değiştirilmesi aslında, çok büyük bir yanlışlıktır. Zürefa, Osmanlıca ’da lezbiyen anlamına gelmektedir. Fakat bu anlamı bilmeyen insanlar tarafından, bir hayvan ismine dönüştürülmüştür.
Hızla değişen İstanbul’da yüz yılı aşkın süredir belki de hiç değişmeyen tek alandır.  Her seçim döneminde defalarca değiştirilen İstanbul kaldırımlarına Zürafa Sokak’ta hiç rastlayamazsınız. Sokağın hemen yanı başında olan hamam ise çok uzun yıllar boyunca Zürafa sokaktan iyi rant sağlamıştır. Zürafa Sokak, Karaköy ile Taksim’in tam ayrıştığı noktada tünelin yanı başında olması dolayısıyla dünyanın en iyi liman kentlerinden olan İstanbul’da özellikle gemiciler için vazgeçilmez bir mekân haline gelmiştir. O zamanlar en büyük ekonomik kaynaklardan biri olan Zürafa Sokak bugünlerde kapatılma durumu ile burun burunadır.  Jeopolitik konumu sebebi ile arazisinin oldukça kıymetli olduğu Zürafa Sokak “ muhafazakâr yaşama uymayan ahlaki sebepler” başlığı altında kapatılmak istense de asıl amacın daha farklı olduğu bilinmektedir. Özellikle de Zürafa Sokağın en çok Ramazan ve Kurban Bayramında ziyaret edildiği çoğu müşterinin kapıdan çevrildiği bilgisi göz önünde bulundurulursa.

Matild Manukyan


Zürafa sokaktan bahsedip Matild Manukyan’ı es geçmek doğru olmaz. 2001 Yılında vefatına kadar Zürafa Sokakta 14 tane genelevi bulunan Matlid Manukyan 20.Yy’ın en önemli işkadınlarından biridir. 1914 yılında doğan Notre Dame de Sion lisesini bitirdikten sonra terziliğe başlayan daha sonralarda ise, daha fazla para kazanmayı hedefleyen Matlid Manukyan, babasından kalan iki evde genelev işletmeciliğine başlamıştır. Yaptığı işi kocasından dahi gizleyen Manukyan sayısız kez vergi rekortmeni olmuştur. Tam bir Genelev Kraliçesidir. Defalarca kez yargılanmış ve ya Tanrı’nın ya da parasının yardımı ile hepsinden beraat etmiştir.
Zürafa Sokak bugün kapısında kimlik kontrol eden polis memuruyla, girişinde cüzi bir miktar karşılığı emanetçilik tapan kıraathanesiyle,” Salı günleri muayene var kapalıyız” yazısıyla hala ayakta duruyor. Bir gün içeri girip mahremiyetini içinde yaşayan gizemli alana bir göz atmak isterseniz;
- See more at: http://www.gazetebilkent.com/2014/02/27/turkiye-genelev-tarihcesi-i-

Tuesday, October 27, 2015

‘Hitler Atatürk hayranıydı’ denilen kitapta ne anlatılıyor?


Adolf Hitler’in Mustafa Kemal Atatürk’e duyduğu hayranlığa dair belge ve iddiaları derleyen yeni bir kitap yayımlandı. Stefan Ihrig’in kaleme alığı ‘Nazilerin Hayalindeki Atatürk (Atatürk in the Nazi Imagination)‘ isimli kitapta, Hitler’in 1’inci Dünya Savaşı sonrasında Atatürk’ün Anadolu’da verdiği mücadeleden ve bazı politikalarından ilham aldığına dair tezler sıralanıyor.
Kitapta, ‘çaresiz ve perişan haldeki‘ Almanya’nın gözünde, Türkiye’de yaşananların ‘milliyetçi bir hayalin gerçekleşmesi‘ olarak algılandığı belirtiliyor; tarihsel bir perspektiften, savaş sonrası ‘küllerinden doğmak isteyen‘ Almanların, kurtuluş mücadelesini kazanan bir Türkiye’ye nasıl baktığı anlatılıyor.

Yıldıray Oğur ve Hilal Kaplan’ın da gündeminde

Harvard Üniversitesi Yayınları tarafından 27 Kasım 2014’te yayımlanan kitap, hükümete yakın yazarlar tarafından da adeta altın madeni muamelesi gördü. Türkiye gazetesinden Yıldıray Oğur iki gündürköşesini bu kitaba ayırırken, bugün Yeni Şafak’tan Hilal Kaplan da aynı konuyu ele aldı. İki yazar da, Hitler’in Atatürk hayranlığını ‘Atatürk’ün suçuymuş‘ gibi lanse ederek dillerine doladı.
Amerikan haber sitesi Daily Beast’in derlemesine göre, kitapta öne çıkan belge ve iddialar arasında şunlar yer alıyor:

‘Hitler ve Goebbels kişisel olarak hayrandı’

ataturk kitap* Hitler, iktidara yükselirken İtalyan diktatör Benito Mussolini’yi değil, Atatürk’ü örnek aldı. Öyle ki, Türkiye’yi kendisinin ‘parlayan yıldız‘ı olarak görüyordu.
* Naziler, ‘Türk Ulusal Hareketi’ni model aldı; Hitler ve propaganda bakanı Joseph Goebbels Atatürk’e kişisel hayranlık besliyordu.
* 1’inci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanlar, özellikle de ülkedeki muhafazakar kesimler, Paris Barış Konferansı’nda kendilerine adil davranılmadığına, hatta bürokratlar ve Berlin’deki azınlıklar tarafından ihanete uğradıklarına inanıyordu. 1’inci Dünya Savaşı’nda kendileri gibi yenilgiye uğrayan Türklerinse, Sevr Anlaşması’ndan sonra ‘küllerinden doğması‘, Almanları derinden etkiledi.
Ihrig bu konuda şu ifadeleri kullanıyor: ”Çaresiz ve perişan haldeki Almanya’nın gözünde, bu durum milliyetçi bir hayalin gerçek olması ya da daha ziyade bir tür aşırı ulusal bir pornografiydi.’

‘Aşk hikayesi’ yaşanıyordu

* Alman gazeteleri 29 Haziran 1919’da, Paris’te imzalanan ve toprak kaybedip devasa bir tazminat ödemek zorunda bırakan Versay Barış Anlaşması’nı manşetlerine taşımıştı. Sadece iki gün sonraysa, Daily Beast’in deyimiyle, ‘Mustafa Kemal Paşa’yla bir aşk hikayesi‘ başladı. Türkiye, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’na dair haberler gazete manşetlerine yükseldi.

Nazi gazetesi özel ilgi gösterdi

hitler
* Sonraki dört buçuk yıl boyunca, muhafazakar Kreuzzeitung gazetesinde Türkiye hakkında tam 2 bin 200 parça haber veya analiz yayımlandı.
* Nazi bağlantılı Heimatland gazetesi, 1 Eylül-15 Ekim 1923 arasında sayfalarının sekizde birini Atatürk’e ayırdı.

‘Sert’ yöntemini taklit etmek istediler

* Bu dönemde Almanya çapındaki gazeteler Türkiye’den Almanya’nın ‘rol modeli‘ diye söz ediyor, milliyetçi kanaat önderleri Anadolu’nun ‘Bize istediğimizi verin yoksa savaşmaya devam ederiz‘ yollu müzakere taktiğini yüceltip Almanya’nın ‘İtilaf Devletleri‘ne boyun eğdiğini savunuyordu.
Ihrig kitabında, Almanların gözünden Türkiye’de yaşananları şöyle açıklıyor: ”Türkiye’nin devrimi, revizyonist bir milliyetçi rüyanın gerçeğe dönüşmüş haliydi. Hatta, savaş alanında güç yoluyla ve efsanevi dönemeçlerden geçilerek sağlandığı için bu rüyanın fetişleşmiş bir versiyonu gerçeklemişti.’

Ankara-Münih benzetmesi

* Kitaba göre, Alman muhafazakarlar o dönemde Türkiye’ye ulusal kaderinde aktif bir rol üstlendiği için övgüler düzüyordu. Atatürk’ün birleşik bir ulusal mücadele başlatmak için İstanbul’u değil Ankara’yı seçmesi de onlar için önemliydi. Zira Hitler ve müttefikleri de hareketlerinin çıkış noktasını Berlin değil, Münih olarak görüyordu. Kitaba göre, sonradan Atatürk’ün hayat hikayesi de bir ‘Führer‘in önemini anlatmak için kullanılacaktı.

‘Mussolini değil, Atatürk’

* Kitapta, Hitler’in iktidar yolunda Mussolini’den etkilendiğine dair yaygın bir kanı olduğuna dikkat çekilse de şu ifadelere yer veriliyor: ”Mussolini’nin, faşist İtalya’nın sonradan kazanacağı öneme dayanarak Almanya üzerinde sahip olduğu varsayılan rol modeli işlevi, birçok yazarın İtalya’yı gereğinden fazla önemsemesine yol açtı. Bu nedenle, çok az tarihçi Atatürk’ten darbe öncesi atmosferin bir parçası olarak söz eder.” Ihrig bu noktada, Mussolini’nin de kendisine ‘Milanolu Mustafa Kemal‘ dediğini yazıyor.
* Ihrig’e göre, Nazilerin iki gazetesi Heimatland ve Völkischer Beobachter, 1921 kadar erken bir tarihte ‘Türk yöntemleri‘ni savunuyordu. Buna göre Naziler, Türkiye’nin bağımsızlığının ancak savaşla mümkün olabildiğine dikkat çekiyor, Atatürk’ün azınlıklara ve muhaliflere yaptığı baskıyı hatırlatıyordu.

Nazi ideologlarından özel ilgi

* Kitaba göre, Nazi ideologlarından Hans Trobst, Türkiye’nin Ermeniler ve Rumlar gibi ‘kan emici‘ler ve ‘parazitler‘den ‘ulusal arınma‘ süreci hakkında yazılar kaleme almıştı. Trobst daha sonra Türkiye hakkındaki yazıları okuması için Hitler’le tanışmaya çağırıldı. Kitapta, Hitler’in sekreterinin bizzat aşırı sağcı lider adına Trobst’a bir mektup gönderdiği de belirtiliyor. Buna göre mektupta ”Sizin Türkiye’de tanık olduğunuz şey, bizim kendimizi özgürleştirmek için gelecekte yapmamız gereken şey” deniliyordu.

‘Birahane Darbesi Atatürk’ten esinlendi’

* Kitapta, Türkiye’nin ‘yöntem’lerine duyulan ilginin, Hitler’in Bavyera’da yönetimi ele geçirmek için giriştiği başarısız Birahane Darbesi’nin temellerini oluşturduğu da savunuluyor. Ihrig’in iddiasına göre, Hitler bu girişimin başarısız olmasının ardından ilhamını Türkiye’den aldığı sert yöntemlerden vazgeçip Mussolini gibi meşru, siyasi bir yol benimsemeye karar verdi.

Mahkemede Atatürk’ü örnek gösterdi

* Hitler, Birahane Darbesi’nin ardından yargılandığı davada da kendisini savunurken, iktidarı ele geçirme girişiminin haince olmadığını öne sürdü; ‘ulusunun özgürlüğünü kazanmayı amaçladığını‘ söyleyerek Atatürk ve Mussolini’yi örnek gösterdi.
* Hitler 1933’te Milliyet’e verdiği söyleşide, Atatürk’ü ‘yüzyılın en önemli adamı‘ diye niteledi; ‘Atatürk’ün Türkiye’yi kurmak için liderlik ettiği başarılı kurtuluş mücadelesinin, 1920’lerin karanlığında kendisine, Nasyonel Sosyalist hareketin de başarılı olacağına dair güven verdiğini‘ söyledi. Hitler Türkiye’deki hareketi, ‘parlayan yıldızı‘ olarak niteledi.

‘Mussolini ilk öğrencisiydi, ben de ikinci’

* Hitler 1938 yılında, gazetecilere ve siyasetçilere kendi doğumgününde yaptığı açıklamada, bir ülkenin kaybettiği kaynakları yeniden seferber etmesinin ve canlandırmasının mümkün olduğunu ilk kez Atatürk’ün gösterdiğini söyledi. Hitler Atatürk’ten bu bağlamda bir ‘öğretmen‘ olarak söz ediyor, ”Mussolini ilk öğrencisiydi, ben de ikinci” diyordu.

İktidara gelince yeniden hatırladılar

* Ihrig’e göre, Birahane Darbesi sonrasında Almanların Türkiye’ye ilgisi azalsa da, Nazilerin iktidara yükselmesiyle Türkiye yeniden gündeme geldi. İhrig, Nazilerin, ‘halk tarafından sorgulanmadan takip edilecek bir führer’in gerekliliği‘ni savunurken, tek bir siyasi parti için bastırırken, ‘ulusal fedakarlık gereğinden söz ederken ve düşmanlara karşı birleşik bir cephe sunabilmek için iç muhalefeti bastırmak zorunluluğu‘na dikkat çekerken, Atatürk’ü örnek gösterdiğini yazdı.

Propaganda Bakanlığı bile ‘Çok yazdınız’ demiş

* Kitaba göre, Naziler döneminde Almanlar Türkiye’ye öyle saplantılı bir biçimde yaklaşıyordu ki Propaganda Bakanlığı 1937’de Türkiye hakkındaki olumlu haberlerin miktarının ‘dayanılmaz‘ noktalara geldiğinden şikayet etti.

Atatürk büstüne bayılıyordu

* Kitapta, Hitler’in Atatürk saplantısının stratejik olduğu kadar kişisel de olduğu savunuluyor. Buna verilen örnekler şöyle: Hitler’in Josef Thorak tarafından yapılan Atatürk büstünü ‘en çok değer verdiği eşyalarından‘ biri olarak görmesi; dönemin Türkiye büyükelçisi Kemalettin Sami Paşa’nın ölümü nedeniyle Naziler’in paramiliter örgütü Fırtına Birliği’nin (SA) karargahında bayrakların indirilmesi; Hitler’in Sami Paşa için resmi cenaze emri vermesi.

Kristal Gece’ye rağmen manşet

* Atatürk’ün ölümü, meşum Kristal Gece’den, yani SA’nın Almanya ve Avusturya’da Yahudilere karşı örgütlediği ırkçı saldırılardan sadece bir gün sonra meydana geldi. Buna rağmen, gazetelerde çok geniş yer buldu.
KAYNAK: http://www.diken.com.tr/hitler-ataturk-hayraniydi-denilen-kitapta-ne-anlatiliyor/

Thursday, October 22, 2015

Kadın düşmanı yazarlar Filiz Gazi

Anlaşılması güç manalar bahşedilecek kadar karışık değiliz biz kadınlar. İtiraf ediyorum, bu söylenti erkeğin işine geldiği kadar bizim de işimize geliyor, o kadar.

Bu yazıya afili cümlelerle başlamak vardı. Kadınlar şöyledir, kadınlar böyledir diye. Esrarengiz tanımlamalar, sırrı çözülmemiş yaratıklar minvalinde “Buyur, ne dedin” dedirtecek açıklamalar, garip garip kadın konulu aforizmalar, “haa” ve “hıı” tepkilerinin çıkmasına olanak sağlayan vurucu tespitler falan filan. Bunlardan en basiti “Kadınları anlamak zordur dostum!” teranesi. Yok böyle bir şey, hepsi hikaye.
Bundan birkaç hafta önce zeki bir adam olduğu söylenen Stephen Hawking, “En çok ne hakkında düşünüyorsunuz?” sorusuna “Kadınlar… Onlar tam bir gizem” demişti.

Gerçek yanıtını ataerki esaslı kadın efsanesinin ardına saklamıştı. “Arzuluyorum, sevişmek istiyorum. Gözüme uyku girmiyor” yanıtını verememişti. Hoş tamam bu anlaşılabilir ama yaratıcı zekâsını kullanmayıp (belki de yoktur) ekseriyetle kadınlardan yana şansları bahtsız giden erkeklerin kullandığı “Öyle Düşün Ki Mutlu Ol” (ÖDMO) serisinden teranelere başvurmuştu. Sen de mi Stephen!
Tıp literatüründe Mizojini diye bir hastalık var.  Kadınlardan nefret etme hastalığı. Her tıp terimine inanmam ama domuz gribine inanmadım bu hastalığa inandığım kadar. Örnekler gırla diyelim.

Dünya edebiyatının tanınmış ismi Lermontov “Çağımızın Bir Kahramanı“ndaAleksandroviç Peçorin karakterine şunları söyletir: “Dostum, ben kadınları küçük görmemek için onlardan nefret ederim, yoksa yaşam çok iğrenç bir komedi olurdu.”
Belirtiler aşağı yukarı buna yakın. Kadınlar anlaşılamayacak türden nefret edilecek şeyler gözüktüğü sürece yaşam çok daha kolay, çok daha anlaşılabilir. Bu aynı zamanda ikaz veren kadın-erkek hatta kadın-kadın ilişkilerinde bir denge unsuru da olabiliyor. “O artık seni sevmiyor” gerçekliği, yerini “Kadın dünyası oğlum (ya da kızım) kendi haline bırak”a bırakıyor. Duyurulur, kısa süreli terk edilme psikolojisi için bire bir ilaçtır bu.
Sokrates‘e niçin böyle bir kadınla evlendiği sorulduğunda “At terbiyecisinin en huysuz atlarla çalışması gerekir” demiş. Karısına âşık olduğunu ve her türlü huysuzluğuna katlanabileceğini söyleyememiş.
Nietzsche, “En tatlı kadın dahi acıdır” tespitinin yanında “Kadınların yanına mı gidiyorsun? Kamçıyı unutma” tembihini vermiş. “Ulan anamı ağlattı kadınlar, bir tane bile beni mutlu edecek kadın bulamadım” diyememiş. Kendisinde kusur aramamasını, bünyesinde hayattan bezdiren özellikler bulundurmasını aklına getirmemesini anlamaya çalışalım. Nietzchedir bu, o kadarını hoş görelim.

Pavese “Yaşama Uğraşı“nda, “Kadınların her zaman ‘ölüm gibi acı’, kötülük yatağı, aldatıcı, sürtük ve Delila oluşlarının temel nedeni sadece şudur: Bir erkek, eğer hadım değilse, her kadınla kendini tatmin edebilir. Oysa kadınlar kolay kolay elde edemezler bu özgürlük veren mutluluğu; hiç değilse, her erkekle, çoğu zaman da sevdikleri erkekle ve özellikle onu sevdikleri için gerçekleştiremezler bu mutluluğu” der.
Cümlenin meali: Kadınlar her erkekle yatamazlar. O yüzden hırs yaparlar. Kötü şeylere dadanırlar. Duyduğum en mantıklı antropolojik kadın karalama kampanyasından seçme bu tespitin kendi içinde çıkmazları olduğu kesin.
Hadi bizden olsun, one night stand (bir gecelik ilişki) ilişkileri bu tespitin dışında tutalım. İyi niyetli davrandığımız kesin ama yine de genel bir yargının içine dahil olamayacak kadar özgür takılır insanın tıyneti. Eğrisiyle doğrusuyla uzun uzadıya tartışılabilir. İyi niyetli davrandığımızı söylemiştim.
Pavese aynı notlarında “Kadınlar düşman bir ırktır, tıpkı Almanlar gibi” dediği için bu tartışmayı keselim.

Nobel ödüllü Elias Canetti‘nin 518 sayfalık “Körleşme” romanı neredeyse tüm sayfalar boyunca kadın düşmanlığı üzerine kuruludur. Buda ve Konfüçyüs’ün kadın düşmanı olduğunu da bu romandan öğrenmiştim. Cümle cümle örnek veremem, romandaki kafayı sıyırmış Prof. Kien‘in yalancısıyım.
Bu saydığım pek çoğu sevdiğim yazar, filozof olan adamlarla, isimleri ne kadar yan yana koyulması doğru olur bilemem. Zati bu yan yanalık kaynağın aynı yer olduğu düşünüldüğünde anlam bozulmasına uğramıyor.
Rojin‘e “aşüfte” diyen TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in ahlak yargıları nasıl sadece kadına işliyorsa, Nietzche’nin kırbacı da benzer içerikte sadece kadına indirilebiliyor.
Türkiye’de yığınla böyle adam var. İsimlerini buraya yazsam bir türlü, yazmasam bir türlü.
Bulmaca değiliz fakat bu kadın efsanesine kendini kaptıran çok kadın olduğunu söyleyebilirim.
“Şifrelerle açılan kapılar” yalanı kapitalizmin bizlere yakıştırmış olduğu bir özellik. Tek taş yüzük delisi kadınlar bunun kanıtı. “Özel” nefret gerektirecek niteliklere sahip değiliz.
İstatistiğe vurmak istemiyorum ama dünya tarihinin katliamları, her türlü nefret aşılayan politikaları en çok da erkek bireyler tarafından oluşturulmuştur. Anlaşılması güç manalar bahşedilecek kadar karışık değiliz. İtiraf ediyorum. Bu söylenti erkeğin işine geldiği kadar bizim de işimize geliyor, o kadar.
Collette Dowling, “Erkeksiz kadın, yarım insandır” demiş. İlk akla gelen bakış açısıyla değerlendirmeyin. “Sindrella Kompleksi” kitabında bu tespitini uzun uzun anlatır.
Modern kadının geldiği konuma bakıldığında haklı olduğu yönleri de vardır. Bu tespit bile karşılıklı her iki cinsin ve tercihlerin işine gelir. İlginç olan kadın değil, insan ilişkileridir ve herkesin kaptığı, kapıştığı rollerdir.

Filiz Gazi (bianet.org)

Monday, October 19, 2015

Öcalan ve Perinçek ilişkisi

"Terör örgütü elebaşı" Abdullah Öcalan'ın eski avukatı İrfan Dündar, Öcalan ile Doğu Perinçek'in bir dönem, milletvekillerinin belirlenmesi için ortak liste oluşturmaya çalıştıklarını anlattı.

Öcalan'ın yakalanmasından sonra avukatların Perinçek'ten aldıkları notları Öcalan'a ilettiklerini ifade eden Dündar, Perinçek'in örgütün yönlendirilmesinde Öcalan'a yol gösterdiğini söyledi.
KCK iddianamesinde Dündar'a Öcalan ile Ergenekon davasının tutuklu sanığı İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in ilişkisi de soruldu. Öcalan'ın siyasal bilgiler fakültesinde okuduğu yıllarda, Perinçek'in Ankara Hukuk Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaptığını bildiğini anlatan Dündar, ikilinin bu yıllardan tanıştığını söyledi. 1980'li yıllarda PKK ile Doğu Perinçek'in kurduğu Aydınlık grubunun karşılıklı silahlı çatışmalara girdiklerini ifade eden Dündar, "İki taraftan da ölenler oluyor. 1991 yılında Doğu Perinçek, PKK'nın Bekaa Vadisi'nde bulunan kamplarını ziyarete gidiyor. Burada Abdullah Öcalan ile görüşüyor. Daha sonra bu görüşmeler Doğu Perinçek'in başında bulunduğu gruba ait olan 2000'e Doğru dergisinde yayınlanıyor. Bu derginin yayınlanmasından sonra Türkiye ve dünya kamuoyunda PKK terör örgütü ve Abdullah Öcalan tanınmaya başlandı. Böylece Abdullah Öcalan ve PKK herkes tarafından tanınmış oldu. Bu örgüt için dönüm noktalarından biridir. Bu olaylardan sonra PKK'nın üst yönetimi ile görüşmek için basın mensupları PKK kamplarına gitmiştir" dedi.
Bu süreçten sonra aralarında çatışma bulunan Doğu Perinçek ile Abdullah Öcalan arasında yakınlaşma başladığını söyleyen Dündar, 1991 yılı genel seçimlerinde aday olacak HEP milletvekillerinin birlikte seçilmesi ve milletvekillerinin isimlerinin belirlenmesi konusunda ortak listeler oluşturulmaya başlandığını ancak aralarında anlaşmazlık çıktığını kaydetti.01_d.20120419101156.jpg
02_d.20120419101205.jpg
03_d.20120419101215.jpg
04_d.20120419101223.jpg
05_d.20120419101230.jpg
06_d.20120419101240.jpg
07_d.20120419101252.jpg
08_d.20120419101300.jpg
09_d.jpg
10_d.20120419101315.jpg
1999 yılında Öcalan'ın yakalanmasından sonra Perinçek'in Öcalan'ın avukatı Doğan Erbaş aracılığıyla defalarca haberleştiğini aktaran Dündar, "Bu görüşmelerin birisinde ben de vardım. Doğan Erbaş ve ben birlikte İşçi Partisi İstanbul il binasına gittik. Burada Doğu Perinçek vardı. Buradaki görüşmemizde Doğu Perinçek bize Öcalan'ın Demokratik Cumhuriyet fikrini olumlu bulduğunu söyledi. Abdullah Öcalan'a götürmemiz için bize kitap verdi. Benim bu görüşmelerden anladığım Doğu Perinçek, Abdullah Öcalan'ın PKK terör örgütünü yönlendirmesinde yol gösterdiği ve fikir babalığı yaptığını biliyorduk. Daha sonraki yıllarda avukat arkadaşlarım Doğu Perinçek ile yine görüştüler ve ondan alınan notları Öcalan'a ilettiler" ifadesini kulandı.
Dündar, Öcalan'ın avukatı olan Doğan Erbaş'ın kardeşi Abuzer Erbaş'ın İzmir ve Aydın'da İP'in yönetiminde yer aldığını duyduğunu da anlattı.
İSTANBUL HABER AJANSI

Wednesday, October 14, 2015

Irkçılığı normalleştirmeyin!

EFE KEREM SÖZERİ
PKK’ye tepki göstermekle, Kürtlerden nefret etmek arasında kalın bir çizgi var. Devlet çizgiyi çiğnedikçe, sivil Kürtler şiddet görüyor

Artık her haber “son dakika” olarak ekranımıza ulaşıyor. Öyle ki, Başbakan Davutoğlu’ndan bile önce Dağlıca saldırısının haberini alabiliyoruz.

Fakat ekrandaki haberlerde neyin gizlendiğini okumak için gazetecilerin sormadığı soruları düşünmek, haberi pek çok kaynaktan kazıyarak çıkarmak gerekiyor.

Dün gece, Doğan Haber Ajansı'nın "Bu iddia bir beldeyi ayağa kaldırdı!" başlığıyla ve artık standart olan ‘flaş / şok’ görseliyle paylaştığı bir haber şu:
 
Normal günlerde olsak, bir haber ajansının "tık tuzağı"ndan medet umması eleştirilmeli:

Haberdeki 5N1K’yi ancak linkine tıklayınca öğrenebilecek olmak bizi her gün onlarca gereksiz “şok”a sokuyor, hiç de önemli olmayan “son dakika”lara koşturtuyor. Ve, DHA bunu ilk kez yapmıyor;DHA’nın bu tweet’ten önceki son 12 saat içinde yazdığı 28 tweet’in 11’inde haberin içeriği başlıktan özellikle gizlenmiş.

Fakat bu haber sadece olayı değil, nefret suçunu da, nefret söylemini de gizliyor; haber yapmıyor.

DHA’nın orijinal haber metni şöyle:

“BOLU'nun Mudurnu ilçesine bağlı Taşkesti Beldesi'nde okul inşaatında çalışan işçilerin bayrağa hakarette bulunduğu iddiasıyla yüzlerce kişi okulun etrafından [sic] toplanıp işçileri aradı.

“Taşkesti Beldesi'nde okul inşaatında çalışan işçilerin Türk Bayrağı'na hakarette bulunduğu iddiasıyla yüzlerce kişi inşaat çevresinde toplandı. Çevrede kalabalık grubun toplandığını gören 8 işçi kaldıkları konteynırdan ayrılıp, inşaat halindeki okulun çatısına çıkarak saklandılar. Kalabalık arasından sıyrılıp, okula giren bazı kişiler, işçileri aradı. Kalabalık bir grubun okul çevresinde toplandığı bilgisi üzerine olay [sic] jandarma ekipleri gitti. Olaylara müdahale eden jandarma, çevrede toplanan kalabalığı ikna [sic] dağıtmak için çalışmalarını sürdürüyor. BOLU (DHA)”

Halbuki, haberi DHA’dan alan Evrensel, olayın ne olduğunu başlıkta aynen aktarmış, olayın faillerinin görselini koymaktan da çekinmemiş:

Evrensel, DHA’nın metninde gizlediği haberi videodan izleyip yazmış:

"Mudurnu'da ırkçı grup Kürt işçilerin çalıştığı inşaatı bastı"

“Bolu'nun Mudurnu ilçesine bağlı Taşkesti Beldesi'nde okul inşaatında çalışan Kürt işçilerin "bayrağa hakarette bulunduğu" şeklindeki iddianın yayılması sonrası yüzlerce kişi inşaatın devam ettiği okulu sardı.

“Grubun toplandığını gören 8 işçi kaldıkları konteynerden ayrılarak inşaat halindeki okulun çatısına çıkarak saklanmak zorunda kaldı. Bazı kişiler okulun içine girerek işçilerin eşyalarını aşağı atıp yaktı.

“Kalabalık bir grubun okul çevresinde toplandığı bilgisi üzerine olay [sic] jandarma ekipleri gitti. Jandarma ekiplerinin ikna çalışması sırasında DHA kamerasına yansıyan görüntülerde bir kişinin "Kur'an çarpsın içeri girsek hepsini indiririz" dediği duyuluyor.

“ ‘Silvan'da bugün 14 leş aldık’ diyerek ırkçı grubu ikna etmeye çalışan jandarmaya ise “ ‘Korumayın bunları’ diyerek tepki gösteriliyor.”

DHA’nın habere dair videosu şurada.

Videoda önce ellerinde kalaslarla bekleyen birkaç yüz kişilik bir grup genç erkek görülüyor. Sonra inşaatın içine giren daha küçük bir grup işçilerin eşyalarını pencereden fırlatıyor, dışarıdakilerse o eşyaları ateşe vermeye çalışıyorlar.

Tüm bunlar olup biterken, Jandarma’nın bu ırkçı grubu "sakinleştirmek" için aldığı önlemi görüyoruz:

25 kilometre öteden, Avdullar köyünden bir "şehit" babası (2009'da Eruh'ta öldürülen Emrah Temel'in babası Ahmet Temel) gece vakti olay yerine getirilmiş, gençleri ikna etmek için Jandarma aracının megafonundan en şefkatli diliyle çabalıyor:

“Askerimize polisimize yardımcı olmak için binanın etrafını biraz açacağız, bunu sizden rica ediyorum... Bunları çıkarıp derhal cezalarını vereceklerine söz verdiler.”

Sonra, Göynük İlçe Jandarma Komutanı Kürt işçileri linç etmekte ısrarlı kalabalığı ikna etmek için şunları söylüyor:

“Arkadaşlar, inanın mücadeleyi orada müthiş bir şekilde sürdürüyoruz. Bugün, arkadaşlar telefonla bildirdi, Silvan'da 14 tane leş aldık. (Alkışlar)”

Hatta sonra Bolu Valisi de geliyor:

Eğer bu memleketin ekmeğini yiyip de bu memlekete hainlik etmek isteyen varsa bunun cezasını görecektir. Devlet, birliğine karşı, milletin beraberliğine karşı bir eylem gördüğü takdirde gereken her türlü cezayı verecek. Bundan emin olun. Bu oyuna gelindiği takdirde Türkiye'nin birliği ve beraberliği yok olacak. Memleketimize yazık olur. Biz bu birliğimizi o hainlere ve ayrılıkçılara karşı bozmadığımız müddetçe bir arada olduğumuz müddetçe kimse bu vatana bir şey yapamaz.”
  Suç olan ne, fail kim?


Öncelikle şuradan başlayalım:

Türkiye bayrağını aşağılama (TCK/300) suçunun oluşabilmesi için, aşağılama fiilinin alenen ve aşağılama saikiyle işlenmesi gerekli.

Fakat, işçilerin Türkiye bayrağına sözlü hakaret ettikleri bile muamma.

Anadolu Ajansı’nın “Mudurnu’da Gerginlik” başlığıyla verdiği habere göre, işçiler marketten alışveriş yaparken bir işçinin telefonunda PKK bayrağı olduğu iddia edilmiş ve kavga çıkmış, kavganın büyümesi üzerine işçiler inşaata sığınmışlar.

Bolu’nun Sesi sitesine göre işçiler vatandaşlarla konuşurken “terör örgütü propagandası” yapmışlar.

Posta’nın DHA’yı kaynak gösterdiği haberinde ise başka bir başlangıç var. Türkiye bayrağıyla gezen kişiler işçilerin bayrağa saygı duymalarını istiyor, işçiler ise, iddiaya göre, “herkes kendi bayrağına saygı duysun” diyor. İhlas Haber Ajansı da olayın başlangıcını benzer şekilde aktarıyor.

Hiçbir haber metninde işçilerin bayrağa hakaret ettiği açık değil; fakat tüm haber metinlerinde ortak olan kalabalığın onları linç etmek istediği ve devlet görevlilerinin ayrımcı bir söylemle kalabalığı sakinleştirmeye çalıştığı.

Kalabalığın işçilere yönelik videoya kaydedilmiş sözlü saldırıları içinde tehdit (TCK/106) ve hakaret (TCK/125) var; fiziki saldırıları ise konut dokunulmazlığının ihlali (TCK/116) ve mala nitelikli zarar verme (TCK/151) özelliği taşıyor. Konut dokunulmazlığının gece vakti tehditle ihlal edilmesi, işçilerin mallarına yakılarak zarar verilmesi hep cezayı artırıcı nitelikler.

Hatta olay “herkes kendi bayrağına saygı duysun” sözüyle başlamışsa, inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme (TCK/115) de söz konusu.

Hal böyleyken, olay yerinde kanunları korumakla yükümlü olan jandarma görevlisi asıl suçu engellemeye çalışmıyor, aksine, kalabalığı daha da coşturan bir şekilde “Silvan’da 14 tane leş aldık” diyor. Bu da kişinin hatırasına hakaret (TDK/130) suçu.

“Bir kimsenin öldükten sonra hatırasına en az üç kişiyle ihtilat ederek hakaret eden kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Ceza, hakaretin alenen işlenmesi halinde, altıda biri oranında artırılır.”

Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “leş” hayvan ölüsü demektir; ve PKK üyesi bile olsa kanun önünde tüm vatandaşlar eşit olduğu için, öncelikle bu jandarma görevlisi hakkında soruşturma başlatılmalı.

Vali ise Kürt işçilere karşı linç girişiminde bulunmuş bir topluluğa hitap ederken böyle bir konuşma yapıyorsa, halkı kin ve düşmanlığa tahrik ediyor demektir (TCK/216).

“Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Valinin bu konuşmasından sonra o işçilerin Mudurnu’da can güvenliklerinin olduğunu iddia etmek mümkün değil (yazı yayıma hazırlanırken bin kişiye ulaşan kalabalık okul inşaatını ateşe vermiş, işçiler gece 3.20’de zırhlı araca konarak kaçırılmış). Normal şartlarda Bolu Valisi’nin görevden alınması ve hakkında soruşturma açılması gerekiyor.

Ama normal şartlarda değiliz, çünkü ırkçılık böyle normalleştiriliyor.

31 Temmuz’da Adana Pozantı Emniyet Müdürlüğü’ne saldırı düzenleyen HPG militanları saldırı sırasında ölmüş, ırkçı bir grup ise hastaneyi basıp cenazeleri yakmak istemişti.

Hürriyet’e ve HDP ofislerine yapılan saldırılarla birlikte artık başka bir düzlemdeyiz.

Diyarbakır otobüslerinin Mersin'de taşlandığı, telefonda Kürtçe konuşanların İstanbul'daöldürüldüğü bu düzlemde sıradan Kürtlerin bile Batı’da can güvenliği yok. Kalanlar, her an komşuları tarafından bile linç edilme tehdidi ile kalıyor.

Erdoğan’ın “HDP terör destekli parti” dediği Mayıs ayında, Diyarbakır’da mahalle basan polisler “T.C. BURADA” yazıyorlardı duvarlara. Şimdi Cizre’de yanına “CCC Türk İntikam Tugayı” diye ekliyor, Kürtlere “Hepiniz Ermenisiniz” diye hakaret(!) ediyorlar.

Batı’dakilerse Cizre’yi, Silopi’yi, Sur’u “oh olsun” diye değilse eğer, kabullenir bir sessizlikle izliyor.

PKK için “bölücü” deniyor ama, bizi asıl bu normalleştirilen ırkçılık bölüyor.