Friday, May 20, 2016

Pangaltı Mkhitaryan Lisesi – İstanbul, Türkiye

Klodya Gültaşyan: Fotoğraflar, Adana

Bu fotoğraflar, Klodya’nın aslen Adanalı olan anne tarafına (Gödelekyan ve Uğurluyan aileleri) ait. Soykırım yıllarında, ailenin sağ kalan fertleri Halep’e ulaşmayı başarırlar; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da İstanbul’a yerleşirler. Klodya’nın büyük büyük büyükanne ve büyük büyük büyükbabası, Mari Gödelekyan (evlenmeden önceki soyadı Uğurluyan) ile Sahag Gödelekyan’dır. İkisi de Adana doğumludur. Sahag, 1918’de Halep’te vefat eder; Mari ise 1964’te İstanbul’da hayata gözlerini kapar. Kızları Valantin Gödelekyan, Klodya’nın büyük büyükannesidir. Bu fotoğraflar, Klodya’nın annesi Tanya Gültaşyan’dan (evlenmeden önceki soyadı Gürünlü) kalmıştır.
Adana. Makruhi Gödelekyan (Sahag’ın annesi), kız ve erkek torunlarıyla birlikte. Fotoğraf: Arabyan Kardeşler.
Adana, Gödelekyan ailesi. Fotoğrafın merkezinde oturan ve kucağında bir bebek tutan kadın, Sahag'ın annesi Makruhi Gödelekyan. Sahag ve karısı Mari fotoğrafın solunda yan yana oturanlar. Mari'nin yanındaki kadının kimliği bilinmiyor ancak belli ki o da Anarad Hığutyun tarikatına mensup rahibelerden biri. Fotoğraftaki diğer kişilerin kimlikleri bilinmiyor.
Adana, 1910. Uğurluyan ve Gödelekyan aileleri. Soldan sağa: Sahag Gödelekyan (oturmuş), Mari Gödelekyan (evlenmeden önceki soyadı Uğurluyan). Ortada oturan kadın Mari’nin annesi, diğer erkekler de Mari’nin kardeşleri.
Adana, 1910. Mari Uğurluyan ile Sahag Gödelekyan’ın düğün fotoğrafı.

Nadin Mangioğlu - fotoğraflar (Divriği)

Siranuş ve Minas Der Minasyan
Mkhitaryan Lisesi öğrencilerinden Nadin Mangioğlu Huşamadyan’ın düzenlediği atölye çalışmasına okulda dijitalize ettiğimiz bu aile fotoğraflarıyla katıldı. Fotoğrafda Divriği bölgesine ait Gasma (şimdi Kesme) köyünden (Sivas) Der Minasyan ailesini görüyoruz. İlk fotoğraftakiler (yukardaki) Siranuş ve Minas Der Minasyan, Nadin Mangioğlu’nun baba tarafından büyükannesi olan Hripsime Mangioğlu’nun (doğumu 1937, İstanbul) anne ve babası. Siranuş ve Minas Divriği’te doğmuşlar.
Ayaktaki, soldan saga; Rupen Der Minasyan (Minas’ın kardeşi), Minas Der Minasyan. Oturan, soldan sağa; Şuşan Der Minasyan (Rupen’in eşi), kucağındaki ise evladı, Siranuş Der Minasyan ve evladı. Fotoğrafta görünen Der Minasyan ailesinin fertleri Divriği’de doğmuşlar. 1915 civarında Minas ve ailesi İstanbul’a taşınır. Fotoğraf Hripsime Mangioğlu’da (İstanbul) bulunmakta.

Burak Fırtına – Fotoğraf (Kayseri)

Murad Menekşe
Burak Fırtına Mkhitaryan Lisesi öğrencilerinden. Getirdiği bu fotoğrafta görünen ise anne tarafından büyük annesinin babası olan, 1890’larda Kayseri’de doğmuş Murad Menekşe. Aile 1920’lerde İstanbul’a göç etmiş. Fotoğraf Burak’ın büyük annesi Ağavni Menekşe’e ait (İstanbul).

Karin Gülbenkoğlu – Fotoğraf (İstanbul)

Sarkis Gülbenkyan
Karin Gülbenkoğlu Mkhitaryan Lisesi öğrencilerinden. Atölye çalışmasına, baba tarafından büyük babası Berç Gülbenkoğlu’nun babası Sarkis Gülbenkyan’ın bir fotoğrafı ile katıldı. İstanbul’da 1900’lü yıllarında doğmuş olan Sarkis Gülbenkyan’ın fotoğrafı şu anda Berç Gülbenkoğlu tarafından muhafaza edilmekte (İstanbul).

Zulal Kalataş – Tas (Sivas), matbu notalar (İstanbul)

Bakır tas, Sivas
Zulal Kalataş Mkhitaryan Lisesi öğrencilerinden. Sivas’a ait bu tası ve 1913’te İstanbul’da yayınlanmış bir kitapçığı beraberinden getirmişti. Tas, aslen sivaslı olan Zulal’ın baba tarafından atalarına ait. Nota kitapçığı ise zamanında Zulal’ların aile dostu olan Hayguhi Hazeryan’a (doğumu Şahdanyan) aitti. Tas ve kitapçık Zulal’ın annesi Şuşan Kalataş tarafından muhafaza edilmekte.
«Ov medzaskanç tu lezu» (Ey muhteşem dil) şarkısının notalarının kitapçığı. Notaya aktaran ve derleyen Komitas. Kitapçık 1913’te, Ermeni alfabesinin yaratılışının 1500. yılı vesilesiyle İstanbul’da yayınlanmış.

Şarkının sözleri N. Mezburyan’a, düzenlemesi ise Komitas’a ait.

Tuesday, May 17, 2016

Mete Tunçay: ‘Atatürk dönemi yargısı içler acısı’



“Atatürk döneminde yargı da içler acısı vaziyette. Yüksek yargıçlar, Atatürk’ün antikomünist nutkunu, Eskişehir tren istasyonunda gece hazırolda dinliyorlar.”
“Milli Mücadele, İslam dini istismar edilerek kuruldu. Din devleti oluyoruz havası yaratıldı. İçki yasaklandı. Atatürk, kanuna aykırı olarak içki içti.”
“Atatürk, orduyu güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu birine verdi. Planı, güçlü bir orduya ihtiyaç duymadan, bölgesel paktlarla savaş riskini ötelemekti.”
* * *
NEDEN: METE TUNÇAY
Bugün yaşadığımız bütün çarpıklıkların kökü yakın tarihimizde yatıyor. Zaten bu yüzden yakın tarihimizi öğrenmemiz, bütün gerçekleri bilmemiz, bunları açıkça tartışmamız engelleniyor. Geçmişimiz, özellikle de yakın tarihimiz, eğitimin her aşamasında sansürleniyor, çarpıtılıyor. Gerçeklerin üstü yalanlarla örtülmeye çalışılıyor. Oysa, bugün bir türlü çözemediğimiz temel sorunlarımızın kaynağını, bu ülkede ordunun ve yargının konumunu, Atatürkçülük ideolojisiyle ‘tek parti’ ideolojisinin ilişkisini ancak yakın tarihimizi bildiğimizde açıkça görebiliriz ve düğümleri çözebiliriz. Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay’la yakın tarihimizi, Atatürk’ü, Atatürk’ün dinle, dindarlarla, Kürtlerle olan ilişkisini, orduya, yargıya ve siyasete bakışını, yönetim anlayışını, tek adamlığını, mücadele arkadaşlarının başlarına gelenleri, İstiklal Mahkemeleri’ni konuştuk. ‘Türkiye’de Sol Akımlar’ ve geçtiğimiz günlerde dördüncü baskısı yapılan ‘Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması’ isimli kitaplarıyla Türkiye’nin yakın dönem siyasi düşünceler tarihinin araştırılmasına ve erken Cumhuriyet döneminin anlaşılmasına büyük katkıda bulunan Prof. Dr. Mete Tunçay, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyor.
* * *
İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?
Kuruculara tek tek bakacak olursak, Cumhuriyet’i askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden bahseder.
M. Kemal, Milli Mücadele’ye niye daha geç katılıyor?
Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam İzzet Paşa’nın hükümetine girmek ve harbiye nâzırı olmak istiyor. “Ben harbiye nâzırı olmak istiyorum” diye de açıkça söylüyor. İzzet Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman Milli Mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi beklenemezdi...

M. Kemal niye çok istediği halde, Osmanlı ordusunun başına getirilmedi peki?
İzzet Paşa istemedi. İttihatçıların tabii kendi kadroları var. M. Kemal de bir zamanlar İttihat Terakki’ye girmiş olmakla birlikte hep yanlış şeylerin arkasına düşüyor.

Nasıl yani?
İttihat Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde yer alıyor. Kendisinden yaşça küçük olan ve haklı olarak hep kızdığı, kıskandığı Enver Paşa’nın hizbinde yer almıyor. Sonra İttihat Terakki’nin genel sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı oluyor. Fethi Okyar bu makamdan düşüp de Sofya’ya sürülünce, “bu belayı da al yanında götür” diye M. Kemal’i de Sofya’ya ateşe militer olarak gönderiyorlar. Sorunuza, Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ve yargının yerine gelince... Bizde Cumhuriyet’i kuran kadro tamamen askerin içinden çıktı. Bunda şaşılacak bir şey de yok.

Yeryüzünde askerlerin kurduğu başka hangi cumhuriyet var?
Afrika’da var ama... Avrupa’da askerlerin yarattığı bir devleti düşünmek zor. Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını kırdıktan sonra demokratik olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu, De Gaulle’ün prestiji olmasaydı, darbe yapacaktı. Çok da uzak bir geçmiş değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının yerine gelince... Yargı hiçbir zaman ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre, yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç olmadı.

Yargı kime bağımlı oldu?
Öncelikle orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar da bunu açıkça ortaya koşmuştu. Bakın... Cumhuriyet’in kuruluşunda ordu çok önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet’te Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk askerî diktatörlük modelini Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket kurdu. Enver ve Cemal Paşalar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken Cumhuriyet de geniş ölçüde askerî bir nitelik taşır. Mesela 30 Ağustos 1926...

30 Ağustos 1926’da ne yaşandı?
30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele’yi başlatan ve Cumhuriyet’i kuran ‘ilk beş’in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan ötürü İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay geçti ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa, Cumhuriyet’in başbakanı İsmet Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi.

Bundan ne anlamalıyım?
Bir kere, Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, Başbakan İnönü de asker... Bir taraftan Karabekir asıl isteniyor, diğer taraftan da “paşamız orgeneral olsun” diye terfi ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet’in başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde, “askerler, Milli Mücadele’yi yaptılar ve Cumhuriyet’i kurduktan sonra üniformalarını çıkardılar” diye hikâyeler anlatılıyor ya... Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.

Atatürk’ün, askerlerin siyasete bulaşmasını istemediği ve hatta onlara,“Beyler ya üniformanızı çıkarın, siyasete girin, ya da üniformanızla kışlada kalın” dediği söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?
Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok. Üstelik Atatürk’ün kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925’te Kastamonu’da şapka nutkunu söylüyor ya... Atatürk oraya mareşal üniformasıyla, ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde kamçısıyla gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil giyiniyor ve şapka nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor. Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.

Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?
Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya kadarki seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini seçmiyor.

Kimi seçiyorlar?
Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. “Halk, bütün gerilikleri getiriyor” diye düşünülüyor. Zaten Halk Partisi’nde de bir asker ağırlığı var. Bugün hâlâ tartıştığımız ‘vesayet’ kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti kuranlar...

Evet... Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?
Bunlar, 19. yüzyıldaki pozitivistlerden etkilendiler. 19. yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin gelişmesi dünyada insanlara, “Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocuklukhikâyeleridir” duygusunu verdi ve bu pozitivist ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, “bunlar kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar falan” dendi.

Cumhuriyet’in kurucuları bu korkularında haklılar mıydı? Halkın kararına bırakılsa, yeni Cumhuriyet, gerçekten bir din devleti olur muydu?
Biz hiçbir zaman din devleti olmazdık. Çünkü imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı tarihçiler, Osmanlı’dan teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir imparatorluk, din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün dinlere saygı göstermek zorundadır.

Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?
Hem evet, hem hayır. 19. yüzyılda Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi. Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele sırasında içki yasağı kanunu çıkarıldı. Meclis’teki dindarların bir zaferiydi bu. İçki yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu. O gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri taleplerinin olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir tehlike yok.
Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne oldu?
Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu birine teslim etti. “Her general, bir önceki savaşa hazırlanır” diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle... “Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!” diye Antalya’ya demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz’den Gölcük’ü dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için Gölcük’ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete okumasına bile izin vermiyor.

Nasıl?
Fevzi Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece “Fevzi” diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.

Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine,Cumhuriyet’in genelkurmay başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun başına böyle tutucu birini getiriyor?
Atatürk’ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943’e kadar, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti: “Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı.”

Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?
Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir orduya ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek istiyordu işi.

Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki, yargının durumu neydi?
Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul’a giderken Eskişehir’e uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda hazırolda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için “bunlar hafif akıllı adamlardır” dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli sanırım.

Atatürk’ün ölümünden sonra, ordu ve yargı Cumhuriyet’i koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?
Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince... Atatürk döneminde geri plana itilen ordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında birden bire, “savaşa girecek olursak” diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye’ye daha fazla öğrenci alındı. Nitekim 1960’ta, 300 generalin 275’i tasfiye edildi. Yani, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa 1945’te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay Başkanı telefon edip,ona, “Paşam bir emriniz var mı” diye sordu.

Sonuç ne oldu?
Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950’lerin başında başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.
Darbe ihbarı işe yaradı mı?
Hayır. Adama inanmadılar, “iftira ediyorsun” diye adamı bir de mahkum ettiler. ‘Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini, ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü savundular. ‘Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister bunlar’ diye düşündüler.

Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?
El cevap: hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi alfabe değişikliğidir.

Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?
Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.

Bunu bilinçli mi yaptı?
Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen“Hilafet kaldırmasın” çıkardı. Düşünün... Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray’da talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlattı. Türkiye’nin en aydınlanmış kesimi bile hilafetin kaldırılmasına “hayır” diyor.

Aslında bugün insanların korktuğu hilafet değil, şeriat. Cumhuriyet’in kuruluşunda oylama yapılsaydı, halk şeriat ister miydi?

Osmanlı din devleti olmamıştı ki Cumhuriyet olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir din devleti olmaya gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde teşvik ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf yapma mecburiyeti vardı.

Saturday, May 14, 2016

İnsan Doğası Tartışmaları: Mıchel Foucault Ve Noam Chomsky


 NOAM CHOMSKY VE MICHEL FOUCAULT 
BGST yayınlarından çıkan İNSAN DOĞASI: İKTİDARA KARŞI ADALET adlı kitap iki büyük düşünce adamının farklı birkaç konuda yaptığı sohbet havasında geçen tartışmaları içermektedir. Bu konulardan en çekişmeli geçenlerden biri de insan doğası kavramı ile ilgili olanıdır. Kitap ikili arasında geçen tartışmanın kaydı niteliğindedir. Ancak tartışma esnasındaki kısıtlı zaman sorunu nedeniyle düşünürler birçok argümanı derinlemesine izah edememişlerdir. Bu yazıda Chomsky ve Foucault?un verdikleri kısa ve öz cevaplardan hareketle insan doğasına ilişkin fikirlerinin dayanak noktalarını saptamaya çalıştım.

İşe tartışma esnasında zaman kısıtından en çok müzdarip olduğunu düşündüğüm Foucault?u incelemekle başlamayı tercih ediyorum. Ancak öncelikle kısaca tartışmanın taraflarının ortaya attığı argümanlara değinelim. Chomsky?ye göre insan doğuştan gelen bir kapasiteye sahiptir. Çünkü çocuk kendisine sunulan az ve sınırlı veriyle derin ve karmaşık bilgilere ulaşabilmektedir. Chomsky bu yöndeki argümanını dilbilimden hareketle açıklama yoluna gitmiştir. İnsanın duyduğu dilin hangi dil olduğu ve kısıtlı veriyle karmaşık bilgiye ulaşma yolunda katettiği hızlı mesafeyi içgüdüsel bilgi yoluyla açıklamıştır. Foucault ise doğuştan gelen bir insan doğası olduğu fikrine sıcak bakmamaktır. Ona göre bilim dünyasında insana dair ulaşılan bilgilere onun doğuştan gelen doğası incelenerek ulaşılmamıştır.

Foucault, insanı ve insan doğasını temel alan ( buna antropolojizm der) argümanlara karşı tepkisel bir tavır takınır. Bunda bilginin kaynağına karşı şüpheci yaklaşımın etkili olduğunu düşünüyorum. Foucault?ya göre her çağ, bilimsel söylemi mümkün kılan bir bilgi ?parmaklığı? ile karakterize olur. Foucault bunu ?epistem? (bilgi) olarak adlandırır. Epistem bir çağın neleri düşünüp, neleri düşünemeyeceğini belirler. (İnsan Doğası: İktidara Karşı Adalet s. 23 dipnot) Foucaulta göre bilimsel ilerlemede zikzaklar vardır bazı konular görmezden gelinebilir bazılarının üzerine gidelebilir veya bilgi dönüştürülebilir. İnsan doğasının ne olduğuna ilişkin tespitlerin episteme bağlı olarak ortaya konulduğunu, bizzat insanı inceleyerek ortaya konulmadığını savunur.

İnsan deneyiminin insan doğasına atıfla açıklanmasına karşı çıkan Foucault , öznel deneyim biçimlerinin verili bir insan doğasının teorik olarak belirlenmiş evrensel yapılarından yola çıkarak açıklanamayacağını; çünkü bu deneyim biçimlerinin tarih içinde belli ihtiyaçlara cevap vermek üzere kurulduğunu ve bu anlamda tekil olduğunu savunuyor. Yıne bu yüzden öznel deneyim biçimlerinin kendi tekil tarihleri içinde spesifik olarak incelenmesi gerekiyor. ( Özne ve İktidar M. Foucault) Bu görüşlerini şöyle dile getiriyor; ? Ben bilimi mümkün kılan düzenlilik ve kısıtlama sisteminin insan zihninden başka bir yerde, hatta onun dışında, toplumsal biçimlerde, üretim ilişkilerinde, sınıf mücadelelerinde vs. bulunup bulunamayacağını bilmek istiyorum. Mesela deliliğin Batı?da belli bir tarihte bir bilimsel araştırma nesnesi ve bir bilgi nesnesi haline gelmesi, bana belli bir ekonomik ve toplumsal durumla bağlantılıymış gibi geliyor. ? kısaca Foucault?ya göre insanın özü bilgi, iktidar ve etik ekseni arasında kurulan deneyimlerle oluşur. Özü oluşturan bu deneyimler tarihsel olarak kurulmuştur. Sınırları aşılmaz değildir. Bu nedenle bireysellik ve kimlik dönüştürülebilir. Foucault?ya göre öznesi olarak tanıtıldığımız deneyimlerin kurulmasını gerçekleştiren söylemsel ve söylemsel olmayan pratiklerin merkezinde bir iktidar alanı var. Ona göre bilgi ve iktidar ayrılmaz ikilidir. Bu nedenle bilgi yansız değildir. ( Özne ve İktidar, M. Foucault) Kelimeler ve Şeyler adlı kitabında şöyle der: ?İnsan 18. Yüzyıl dolaylarında ortaya çıkmış epistemeleri düzeyindeki dönüşümlerden icat edilmiştir.?
Bir dilbilimci olan Noam Chomsky ise insanın doğuştan gelen yaratıcı kapasitesini çocukların dil öğrenme yetisiyle açıklar. Aklın bilişsel mimarisi üzerine şemalar geliştirmiştir. Chomsky görüşlerini şöyle dile getirmiştir; ? ben bir bilimsel yaratım ediminin iki olguya bağlı olduğunu düşünüyorum. Birincisi zihni bünyevi bir özelliğine ikincisi ise mevcut bazı toplumsal ve düşünsel koşullara. Bana kalırsa mesele bunların hangisini incelememiz gerektiği meselesi değil, bu etkenlerin neler olduğunu öğrendiğimizde ve bu sayede nasıl birbirleriyle belli bir biçimde etkileşime girdiklerini açıklayabildiğimizde bilimsel keşfi ve keza her türlü keşfi anlayabiliriz, demek daha doğru olur.? Chomsky Foucault?un tersine insan zekâsının temel özelliklerinin değişmediğini savunur. Ona göre yalnızca edinilmiş bilgi düzeyi değişir. Chomsky yaratıcı çalışmalar ve araştırmalar yapılması için insandaki yaratıcı kapasiteyi baskılayan unsurların ortadan kalması gerektiğini savunur. Foucault ise mevcut sistemin sunduğu sınırlı verilerle tanımlanan insan doğası kavramı üzerinde temellenecek bir mücadeleye şüpheyle yaklaşmaktadır.

Foucault insan doğasını determinist bir yaklaşımla ele almıştır. Ben bunun sosyalist insan doğası anlayışına daha yakın olduğunu düşünüyorum. Karl Marx Felsefenin Sefaleti adlı eserinde ?…bireyler nasıl yaşıyorlarsa öyledirler. Bundan ötürü, bireylerin ne olduğu onların ortaya çıkışının maddi koşullarına bağlıdır? der. Marks’a göre insan tarihle beraber değişir; kendini geliştirir; kendini dönüştürür; tarihin bir ürünüdür; kendi tarihini kendi yaptığı için, kendisi kendisinin ürünüdür. Foucault Marksizmin özne anlayışını her ne kadar topa tutmuş olsa da insan doğası konusunda temelde çok da farklı anlayışa sahip olduklarını düşünmüyorum. En azından sonradan oluştuğu konusunda hemfikir. Foucault konuya Marxtan farklı olarak sınıf eksenli bakmaktan çokiktidar ilişkileri bağlamında ele almıştır.

Esra Ay