Friday, June 27, 2014

Bonzaiyi bağımlıları anlattı: Azrail ile karşı karşıya oturdum

Gençler arasında hızla yaygınlaşan bonzai bağımlılığını kullanıcıları anlattı...

- A +
Bonzai bağımlılığı özellikle gençler arasında hızla yayılıyor. Pek çok insanın ölümüne sebep olan bonzai kullanıcılarında fiziksel hasarın yanı sıra duygusal ve psikolojik çöküntüye sebep oluyor. Bonzai ile bir arkadaş ortamında tanıştığını belirten 30 yaşındaki A.A. “Ben bunu kullanırken bir duman aldığımda Azrail ile karşı karşıya oturdum. Azrail bana 'Gideceğiz' diyor, Ben diyorum 'Gelmeyeceğim” ifadeleriyle yaşadıklarını anlatıyor.
“28 yaşındaki D.D. ise bonzaiyi içtikten sonra 10 saniye içinde zirvedesin. 15 dakika sana her şeyi yaptırabilirler sana” dedi. Murat Eğilmez’in Al Jazeera Türk’te yer alan haberi şöyle:
Kocaeli Gebze’deki altı mahallenin bağlı olduğu Beylikbağı semti çoğunlukla maddi olanakları kısıtlı, eğitim seviyeleri düşük ailelerden oluşuyor. Ev kiraları nispeten çok düşük olduğu için Anadolu'nun farklı yörelerinden göç alıyor. Semtin dar gelirli ailelerinin çocukları, arka sokakları mesken tutan bonzai satıcılarının hedefi oluyor. Anne babalar günlerinin neredeyse tamamını çalışarak geçirdiklerinden çocuklarıyla ilgilenemiyor. Bu bölgedeki aileler için çocuklarının karınlarını doyurabilmek bile çoğu zaman büyük emek gerektiriyor. Ancak bu sırada yalnız kalan çocuklar uyuşturucu satıcılarının hedefi haline geliyor.  Çoğunun tedavi imkanı ve ekonomik gücü olmadığı için bağımlılıktan kurtulamıyor, bağımlılıktan kurtulmak isterse kendi imkanlarıyla başarmak zorunda kalıyor. Ortaöğrenim sürecinde okulu terk eden bağımlı çocukların hiçbirinin sürekli bir işi yok. 
Bu semtte yıllarca 'jamaika' adıyla bilinen bonzainin bağımlısı gençler, bonzai ile nasıl tanıştıklarını ve nasıl alıştırıldıklarını, sonrasında neler yaşadıklarını anlattı. Nasıl bağımlı olduklarını ve nasıl kurtulduklarını anlatırken sesleri titriyordu. Şimdi birlikte semtteki bonzai alışkanlığına karşı mücadele veriyorlar.  

‘Başlarda her şey çok güzeldi’

Bonzai ile ilk olarak İstanbul Aksaray’da bir arkadaş ortamında tanıştığını belirten 30 yaşındaki A.A.’nın üç çocuğu var ve eşinden boşanmış. 'Bonzainin hayatını mahvettiğini belirten A.A., şunları söyledi:
"Başlarda her şey güzeldi, 'Ne güzel kafa yaşıyoruz' diyorduk. Daha sonra ihtiyaç meselesi gibi oldu. Sabah onu içmeden kahvaltı yapamadım. İçmezsem istifra ediyordum; yedikten sonra, içtikten sonra, içmeden önce istifra ediyordum. İçmeden uyuyamıyordum. Bulamazsan eğer bir duman, sabaha kadar uykun yoktu."

‘Bulmak çok kolay’

"Her tarafta satılıyor. Bulmak çok kolay. Buranın çocuklarını, 12, 13, 14 yaşında çocukları düşürmek daha basit. Okuma şartları farklı, cebindeki maddi imkanlar farklı. Yani çok farklı yerlere sürüklüyorlar. Seni alıştırıyor, ondan sonra diyor ki 'Bu işi yap.' Daha birkaç gün önce tanıdığımız Rusya’da çalışan bir ağabeyimizin çocuğu öldü. İsmi Ziya. 19 yaşında çocuk. İçiyor, kalp damarları patlıyor ve ölüyor çocuk. Emniyet önlemleri de bir yere kadar. 'Elimizden gelen bu kadar' diyorlar. Kanun da 'bu kadar' diyor yani. Polis, 'Üzerinde bir şey yakalamam lazım, fotoğraflamam lazım ki buna ceza verdireyim' diyor.
"Ne doktor, ne polis, biz kendimiz kurtulduk. 'Biz bunu yapmayacağız. Yaparsak birbirimizi vuracağız" diye ortak karar aldık. Öyle dedik yani. Her kim yaparsa öbürü düşerse tekrar birimiz diğerini vursun, çakı vursun, dövsün. Götürsün annemize babamıza. Annemiz babamız bize bunu bulmaz, içirmez, biz böyle vazgeçtik. Kelleği koltuğa koyduk. Çok tehdit aldık. Satıcılar, 'Sizlik ne var, bırakın ne uğraşıyorsunuz. Bırakın bu işleri' diyerek bizi tehdit ettiler. Biz bunları duyduğumuzda zaten 2,5 aydır bu mücadaleye girişmiştik. Meydan meydana, gerektiği yerde döverek, polisi arayarak, yakalayarak önünde durmaya çalışıyoruz. Bunu tek başımıza bir yere kadar yapabiliriz. Devlet diyecek ki 'Dövme, bana haber ver'. Sen alıp bir şey yapmıyorsun ki. Okşayıp, sevip bırakıyorsun. Adamın alacağı ceza umurunda değil ki. O adamın bir şekilde korkutup yıldırılması şart. Döverek bu mahallede bıraktırdığımız 50 tane adam var."

‘Azrail'le karşı karşıya oturdum’

'Ben bunu kullanırken bir duman aldığımda Azrail ile karşı karşıya oturdum. Azrail bana 'Gideceğiz' diyor, Ben diyorum 'Gelmeyeceğim'. Yanımdakiler diyor ki “Hayırdır, sen kiminle konuşuyorsun”. Ben diyorum ki, “Karşımda biri var, beni götürmeye çalışıyor”. Elinde orağı bile var. Yaşadığın halüsinasyon işte böyle. Kendimi sıkıyorum. Diyorlar ki “Niye sıkıyorsun kendini. Ben diyorum ki 'İçimden bir şey çıkıyor. Sanki ruhum gidecekmiş gibi. Sıkıyorum ki çıkmasın".

‘Ölümlerden döndüm’

"Dışarda 60- 70 santim kar vardı. Evde soyunup soğuk kalebodura yattığımı biliyorum. Yanıyorum. Dışarda kar var, arkadaşım üzerime hortumla soğuk su tutuyor arkadaşım. Yerdeki kalebodur ısınıyor, ben daha soğuk yerlere doğru sürünüyorum, bu arada üzerime su tutulmaya devam ediliyor. Çok ölümlerden döndüm bu şekilde.
Her şey kafada bitiyor. Psikolog, polis yardımı yok. Kendime dedim ki 'Ben bunu bitiriceğim yoksa bu beni bitirecek'. Kendimizi bu şekilde öldürmektense bu işten kurtulmak için ve diğer gençleri kurtarmak yoluna gittik. 

‘Merdiven altı bitirdi’

'Tamamen kurtulabilirim', öyle bir şey yok. Eğer onun ortamına giriyorsa, onu içenleri görüyorsa bir gün mutlaka içer. Bağımlılık budur. Kendini hep kollayacaksın. Arkadaşım da beni kolluyor. Üç, beş saat kaybolursak hemen arıyoruz; neredesin, ne yapıyorsun. Aslında bu meret 2006’dan beri Türkiye’de var ama uyuşturucu olarak kabulü 2011. İlk geldiğinde bu kadar korkunç değildi. Ne zaman ki yasaklandı, sonra merdiven altı burada yapmaya başladılar, işte o zaman tam anlamıyla öldürücü oldu."
"Birbirimizi vuracaktık"
A.A. ile birlikte bu mücadeleye giren 30 yaşındaki B.B. her şeyi göze aldıklarını anlatıyor:
"Bu şekilde kurtulamazsak birbirimizi vurup ailemizin yanında kurtaracaktık. Götürüp evimize bırakacaktık. Hastaneye falan da değil, üç, dört ay evde kaldığı sürece zaten bunu içememiş olacaktık ve kurtulacaktık yani mantığımız buydu.
İki kişi, üç kişi yola çıktık. Her an tehlikedeyiz. Kurtarıyoruz gençleri. Gerekirse bağlıyoruz. Satanları tespit edip bunları tek tek etkisiz hale getiriyoruz. Sonra bir arkadaş daha dahil oldu bize. Topu topu dört kişiyiz. Gerektiğinde alıkoyduk, çoğunu vazgeçirdik. Birlikte mücadele veriyoruz. Biz birlik olup beş, altı mahalleye girdik, temizlemeye çalışıyoruz. Gençliği kurtarmak adına girdik biz bu işe. Biz bu uğurda ölebiliriz ama on binlerce insanı kurtarabiliriz diye bu işlere girdik. Polis bizimle irtibatlı oldu. Siz o bölgede bulunmayın, ihbar edin, biz gelip alalım diyorlar."

‘Çocukları kullanıyorlar’

"Sıkıntıyı gençler çekiyor. Satıcılara bir şey olmuyor. Bir tek duman için her şeyi yapıyorlar. Nasıl bir illet olduğunu düşünün. Bunları sattıranlar, çocukları kullananlar var. Bizim hedefimiz onları bitirmek. Emniyet izlenim yapıyor, sokakta beni görüyor, onu görüyor. Gözüne kim çarpıyorsa onu alıyor. Biz tutuklanıyoruz, üçümüzü alıyor, sen dışarıda kalıyorsun. Sonuçta iş devam ediyor. Bu işi dışarıdan buraya toplu olarak getirenler ve dağıtanlar asıl hedef olmalı.
Bu pisliğin periyodik krizi yok. Bitmek üzere olduğu için krize giriyorlar. Böyle bir içki maddesi yok. Envai çeşit şey gördüm. Dünyadaki en kötü şey eroin derler, onun bile 15 günde, ayda bir krizi var. Bu ise bitmeye başladığı an, bittiğini hissettiği an psikolojik olarak etkisiz hale geliyor. Onu bulana kadar hiçbir şeyi umursamıyor. Onu bulana kadar ailesini düşünmüyor. Karısının saatini, bileziğini satanlar var. Krizde götür zincire vur, zincirden kaçarlar. Evlilik yüzüğünü satan, cinsel istismarda bulunanlar var.
Ben daha önce uyuşturucu kullandım, esrar içtim, ot içtim. Bonzai içtim ama bağımlı olmadan kurtuldum. Bir, iki sefer içtim. Bunu içtiğim zaman farklı bir insan oluyorsun. Kişilik gidiyor, başka biri geliyor. Ailene karşı öyle, herkese karşı öyle, herkese karşı agresif. Siz ve ondan başka kimse yok dünyada. Öyle hissettim. Bir sefer böyle bir trip yaşadım. Asıl evde tek içiyorsan çok büyük sıkıntı. Boş bir fabrika var, 10 tane genç gördük. Yerde sürüklenen, bağıran, yatan, Allah’a yalvaran. Üç saat 'beni kurtar' diye yalvaran insanlar var. Kendine gelir gelmez de soluğu bu dumanın başında alıyor."

‘İçtikten 15 dakika sonra her şeyi yaptırırlar’

Bonzaiye bağımlılığından kurtulan 28 yaşındaki D.D.’nin anlattıkları ise şöyle:
"Kullanımının çok yolu var. Sigaraya sarıp içiyorlar, kova şekli var. Pet şişede içiyorlar. İçtikten sonra 10 saniye içinde zirvedesin. 15 dakika sana her şeyi yaptırabilirler sana. Gebze 61 ilden büyük. 13 senedir uyuşturucu kullanan bir insandım. Otunu içiyordum, hapını atıyordum. Krizlere girdim bu bonzai yüzünden, kendimi doğradım. Annem, babam beni baygın buldu, ölü bulabilirlerdi. 
Emniyete söylüyoruz bize destek çıkın, eğitim semineri düzenleyelim. Bu maddeyi kullananları kimse işe almıyor. Ben giremiyorum. Sigortalı bir hayatım yok. Sabıkam var hap içicilikten. Adam geliyor cebinde 5 lira parası var. Kardeşim o parayı ona vereceğine yemek ye. Geliyor, “Abi 5 liram var bana bir kapak versene”... Böyle düşmüş insanlar. Babasından 10 lira alıyor 5 lirasını ayırıp 'Bu benim uyuşturucu param' diyor. Artık mantık bu. Çalışan biri, asgari ücret alıyor; hesabı şöyle: 200 kasada, 200 anneme, 300 babama ne yaptı 700. Tamam diyor 100 lira da bana. Ne parası 50 milyon bonzai, 50 milyon içki parası.
Avuç içi terlemesi, saç diplerinin terlemesi, vücut kokması, ayak kokması oluyor. Çok değişik, dayanılmaz bir koku yapıyor. İştahsızlık, uyku bozukluğu, sinir krizleri belirtileri. Sağa sola saldırmaya yer arıyorsun. Bir de içkiyle beraber aldıkları zaman ölümle sonuçlanabiliyor. Benim yeğenim; dindardı, namaz kılardı, ben çocuğun ölüsünü gördüm, şekilden şekile girmiş. Bir sene içinde bu sebepten benim bildiğim 17 kişi öldü."
*Yazı dizisi devam edecek

Tuesday, June 24, 2014

Filistin'de 540 gözaltı

Filistin'de 540 gözaltı
İsrail askerleri, Batı Şeria'da 12 günden bu yana yürüttüğü operasyon ve baskınlarda 540 Filistinliyi gözaltına aldı.
KUDÜS - İsrail askerlerinin, Batı Şeria'da kaçırıldığı iddia edilen 3 Yahudi yerleşimciyi bulmak için 12 günden bu yana yaptığı operasyon ve baskınlarda 540 Filistinliyi gözaltına aldığı bildirildi.
Filistin Esirler Birliği'nden yapılan yazılı açıklamada, İsrail askerlerinin, kayıp 3 Yahudi yerleşimcinin bulunması için düzenlediği operasyonlarda 11 kişiyi gözaltına alıdığı belirtildi. Açıklamada, 12 günden bu yana gözaltına alınan Filistinlilerin sayısının 540'a ulaştığı aktarıldı.

Öte yandan Kudüs Kalkınma Vakfı'ndan yapılan yazılı açıklamada ise Doğu Kudüs'ün Selahaddin Caddesi'nde bulunan vakıf şubesinin İsrail polisi tarafından kapatıldığı ifade edildi.
İsrail yönetimi, 12 Haziran'da, Batı Şeria'daki Gush Etzion yerleşim biriminde kaybolan 3 Yahudi yerleşimci gencin kaçırıldığını iddia etmiş, bundana Filistin yönetimini sorumlu tutmuştu.
Bu kişilerin bulunması için İsrail parlamentosu, orduya operasyon yapma dahil, geniş yetkiler tanımıştı.

Monday, June 23, 2014

Musul’un 429 milyon doları AKP’nin havuzunda mı?


Ferda Çetin Ferda Çetin

IŞİD örgütü, Musul kent merkezini 10 Haziran'ın ilk saatlerinde ele geçirdi. Bu ele geçiriş, kapsamlı bir kuşatma ve çatışmalar sonucunda olmadı. Bir kent valisi, güvenlik güçleri ve halkı ile birlikte, tek bir kurşun atmadan teslim oldu.
Musul'un, IŞİD'in ele geçtiği ilk saatlerde, Musul Merkez Bankası'ndaki 429 milyon Doların da örgütün eline geçtiği belirtiliyordu. Türkiye basını, IŞİD'in bu paraları "Robin Hood taktiği" ile Musul halkına dağıttığını yazdı. Oysa Musul'da, hiç kimse böyle bir paranın dağıtıldığını ne görmüş ne duymuş. Çünkü böyle bir durum yok.
Bu paralar unutulmuşken, Musul Valisi Esil Nuceyfi, Hewler'de Fehim Taştekin ile görüştü. (Hürriyet-14 Haziran 2014). Görüşme yapılırken, araya "Musul maliyesinden sorumlu hanımefendi" giriyor ve Taştekin'e yakınıyor: "Durumumuz çok kötü, IŞİD merkez bankasından 500 milyon Dolara el koydu, insanlara dağıttı".
Musul il idaresini iyi bilen gazetecilere sorduk. "Musul maliyesi" diye bir kurum veya daire yok. Dolayısıyla "Musul maliyesinden sorumlu hanımefendi" de söz konusu değil. Ortada bir manipülasyon var. Musul Valisi Esil Nuceyfi ve yardımcıları, baskının ilk saatlerinden itibaren, IŞİD'in 429 milyon Dolara el koyduğu haberini servis ettiler. Bununla da yetinmeyerek, paraların halka dağıtıldığını açıkladılar. Bu "para dağıtma" hikayesi, IŞİD'in olası bir açıklama ile, "Musul bankasından aldığımız ve elkoyduğumuz herhangi bir para söz konusu değil" yalanlamasını önceden bloke etmeye yönelik.
Çünkü eldeki veriler ve belgeler, Musul Valisi Esil Nuceyfi'nin, IŞİD baskınını önceden haber aldığını gösteriyor. Dahası, bu konuda kendi açıklamaları var: "Musul'un düşmesinden bir gün önce de telefonla Türkiye'nin Musul Başkonsolosu Öztürk Yılmaz'la konuştuk. Durumun Musul için ne denli tehlikeli olduğunu Ankara ile paylaşmasını talep ettim." (İnternet Haber-12 Haziran 2014)
Musul baskınından önceden haberdar olan ve tanıdıklarını uyaran Vali Nuceyfi, bu baskında ilk elkonulacak yerlerden birinin Musul Merkez Bankası olduğunu, bankada büyük miktarda para bulunduğunu unutmuş olabilir mi?
Musul'u ve Nuceyfi ailesini iyi bilen, Musul Valisi Esil Nuceyfi'yi iyi tanıyan gazeteciler, IŞİD'in Musul Merkez Bankası'ndan 429 milyon Doları aldığına dair iddianın gerçek dışı olduğunu belirtiyor. Dahası, bu büyük miktar paranın şu an IŞİD'in değil, Esil Nuceyfi'nin kasasında olduğunu söylüyorlar.
Musul Valisi Nuceyfi'nin 6 Haziran 2014 tarihinde, güvenlik güçlerine ve şehir polisine yönelik imzalı talimatı, 429 milyon Doların "iz"ini daha belirginleştiriyor. Musul baskınından dört gün önce yayınlanan bu talimat, Güney Kürdistan medyasında genişçe yer aldı. (ANF-11 Haziran 2014) Musul Valisi Nuceyfi'nin imzasını taşıyan bu talimat, tam anlamıyla "IŞİD'e karşı çıkmayın ve çatışmaya girmeyin" talimatıydı.
Vali Esil Nuceyfi'nin 7 maddelik talimatında, IŞİD militanlarından "mücahitler" diye söz ediliyor. Mücahitlerin baskını gerçekleştiğinde, güvenlik güçlerinin çatışmaya girmemeleri emrediliyor. Komutan ve askerlerin telefon kullanmamaları, kendileri ile birlikte araba ve askeri malzemeleri götürmemeleri talimatı veriliyor. Nuceyfi'nin talimatında, bütün yazılı ticari antlaşmaların, talimat ulaştığında yakılması emrediliyor. Böylece Musul Merkez Bankası'ndaki paraların sahipleri ve tasarruf miktarları da ortadan kalkmış oluyor.
Musul Valisi Esil Nuceyfi, Musul baskınının gerçekleştiği gece, Musul merkez bankasındaki 429 milyon Doları da yanına alarak Duhok'a kaçtı. Güney Kürdistan yönetimi de bütün bu gelişmelerden haberdar. Musul Valisi Nuceyfi'nin, Maliki yönetimini sıkça eleştirip Kürt yöneticilere övgüler dizmesinin bu paralarla doğrudan ilişkisi var.
Musul Merkez Bankası'ndaki 429 milyon Doların, IŞİD'in değil Nuceyfi ailesinin elinde olduğuna dair birden fazla kanıt var.  Nuceyfi ailesinin geçmişi, her dönem iktidarlarla olan "iyi" ilişkileri, Musul Valisi Esil Nuceyfi'nin anlatımlarına ve samimiyetine ciddi bir gölge düşürüyor.
Nuceyfi ailesi Irak'ın en büyük ve tanınmış ailelerinden. Musul Valisi Esil Nuceyfi'nin abisi Usame Nuceyfi, Saddam iktidarı döneminde, tam 12 yıl boyunca (1980 – 1992) Sanayi ve Maden bakanlığı yaptı. 2010 yılından itibaren de Irak Parlamentosu'nun başkanlığı yapıyor.
Musul Valisi'nin abisi Usame Nuceyfi, IŞİD'in Musul baskınından bir hafta önce, Ankara'da Tayyip Erdoğan'la, baskından bir hafta sonra da Hewler'de Mesud Barzani ile görüştü. Bu görüşmelerin Musul'daki IŞİD baskını ve Musul bankasından alınan 429 milyon Dolarla ilgisi yok mudur?

Saturday, June 21, 2014

Elektronikleşen devlet

e-devlet ve merkezi nüfus idaresi sistemi ile hizmet mi, yoksa denetim mi amaçlanıyor?
Kamu kuruluşlarında bütün hizmetlerde büyük kolaylık sağlayacağı iddia edilen sihirli formül, “e-devlet” olarak ifade ediliyor. Bu kısaca, bütün bilgilerin elektronik hale getirilip merkezileştirilmesi olarak anlatılabilir. E-devletin en temel unsurlarından biri ise merkezi nüfus idaresi sistemi (MERNİS), yani nüfus kayıtlarının bilgisayar ortamında merkezi olarak tutulması. MERNİS projesi fikir olarak 1972’de doğmuş, 1982’de çalışmalar başlamış. Dünya Bankasının aktardığı milyon dolarlar ve ayrılan ödeneklerle çalışma hızlanmış. 90’ların sonunda bütün nüfus kayıtları bilgisayara aktarılmış, 2000’de kayıtlara kimlik numaraları verilmiş ve 2002’de online olarak çalışması sağlanmış.
İçişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde MERNİS’in getireceği yenilikler arasında eğitimden sağlığa, sosyal güvenliğe, hukuka kadar ne varsa sayılıyor… Bunları okuyunca aklımıza bir soru geliyor: Madem istenen hizmetlerin gelişmesiydi, neden kamu kuruluşlarından destek çekildi?
MERNİS’in gerçek amacını anlamak için ne anlama geldiği önem taşıyor. Bu sistemin hayata geçmesi, devletin bütün vatandaşların kayıtlarına ulaşabilmesi demek. kamu kuruluşları da bilgisayarla çalışmaya başladığı zaman, bu kayıtlar kişinin hangi kurumda ne zaman ne işlemi yaptığını içerecek. Eğer ulaşımda elektronik sisteme geçilirse, kimin ne zaman hangi otobüse bindiğine kadar bilgi edinilebilecek.
Her kişinin kim olduğu, nerede olduğu, ne yaptığına dair her türlü bilginin devlet tarafından toplanabildiği ve takip edilebildiği böyle bir sistem, ancak bir hapishaneye benzetilebilir. Öte yandan devletin “vatandaşlara hizmet” için çalıştığı varsayılırsa çok farklı sonuçlara ulaşılabilir.
ABD’nin Avrupa’dan teknoloji çalmakta kullandığı ECHELON sistemi, devletlerin istihbarat örgütlerinin “sakıncalı” kişileri tespit etmekte kullandığı PROMIS programı, ABD ve İsrail’in yazılım ve güvenlik sistemlerine “arka kapı” açmaları… Örnekler incelendiğinde, devletlerin elektronikleşmeye destek vermelerinin arkasındaki emperyalist amaçlar açıkça ortaya çıkıyor.
Sonuç olarak e-devlet konusunda söylenenler ve gerçekler çelişiyor. İddialar, devletin işlevinin ne olduğu noktasında kilitleniyor. Dünyada yaşanan olaylar, devletlerin elektronik sistemleri daha ziyade istihbarat ve denetim amaçlı kullandığını gösteriyor. Türkiye’de de aynı yönde gelişmemesi için hiçbir neden yok.
ECHELON
ECHELON, ABD öncülüğünde beş devletin (ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda) istihbarat örgütlerinin dünya üzerindeki iletişimi izlemek için oluşturdukları sistemin kod adı. 1947’deki temelleri atılan proje 1971’de hayata geçirilmiş. Daha önceleri gizli olarak çalışan bu sistem, 1999’da Avustralya’nın açıklamasıyla ortaya çıktı. ABD ise uluslararası hukuku hiçe sayan ECHELON’un varlığını hiçbir zaman kabul etmedi. Soğuk Savaş’ın bir ürünü olan ECHELON’un bütçesi savaş bitmesine rağmen giderek büyüdü ve 90’lı yıllarda Avrupalı şirketlerin teknolojilerini çalmakta kullanıldı.
Uçaklar, uydular ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede bulunan üsleri ile, uluslararası telefon ve internet iletişimini izleyen bu sistemin en büyük üssü, İngiltere’de 227 hektar genişliğinde bir arazi üzerine yayılmış, dışarıya kapalı bir kasabadan oluşuyor. Rusya, Çin, Danimarka, Hollanda, İsviçre, Fransa ve İsrail gibi devletlerin de ECHELON benzeri istihbarat sistemleri kullandığı biliniyor. Ayrıca, ECHELON ile ilgili bir rapor hazırlayan Avrupa Birliği de “Enfopol” adında rakip bir sistem üzerinde çalışıyor. Bu sistemde internet servis sağlayıcısı şirketler, kullanıcıların gizli bilgilerini açıklamak zorunda bırakılacaklar.
KATİL PROGRAM PROMIS
1982’de Amerika’da Inslaw şirketinin adli davaları izleme ve bilgi toplama programı PROMIS, devlet ve ilişkili çeteler tarafından izinsiz olarak çalındı, istihbarat örgütlerinin kullanabileceği şekilde değiştirildi ve birçok ülkenin emniyet ve askeri kurumlarına pazarlandı. Olaydan sonra olayı araştıran, bilgi veren ya da olayla ilişkili olan dokuz kişi şaibeli bir biçimde öldü.
Bu program birçok kaynaktan toplanan bilgileri birleştirerek belli bir “örneklem” çıkarma yeteneğine sahip. Bu özellik, istihbarat örgütleri tarafından muhaliflerin elektronik fişlenmesinde kullanılıyor. Bunun örneği Guatemala. 80’lerin ortalarına doğru bir anda başlayan “bilgisayarlaşma” kampanyasının ardından bir yıl içinde yirmi bin muhalif ölüm mangalarına kurban gitti.
Ayrıca, ABD ve İsrail istihbarat örgütlerinin programa eklediği “arka kapı”lar, bu devletlerin programın kullanıldığı her yerde bilgilere ulaşmasına izin veriyor. CIA ve Mossad’ın programı kullandığı biliniyor. Programın değiştirilmiş hali, aralarında Mısır, Suriye, Pakistan, Türkiye, Kuveyt, İsrail, Ürdün, İran ve Irak’ın da bulunduğu ülkelere, ayrıca Dünya Bankası ve IMF’ye satılmış.
TELEKULAK SKANDALI
Yüzlerce kişinin telefonlarının dinlemesiyle patlak veren skandalda mahkeme, İçişleri Bakanlığı’nı “ağır hizmet kusuru işlediği” gerekçesiyle tazminat ödemeye mahkum etti. Ankara Emniyet Müdürlüğü bünyesinde 1999 Mayıs’ında ortaya çıkan “Telekulak Skandalı” çerçevesinde soruşturma başlatılmıştı. Soruşturma sırasında, 1997 yılından itibaren aralarında gazete büroları, siyasi partiler ve sendikaların da bulunduğu bazı kurumlar ile kişilere ait 963 ayrı telefonun mahkeme emri olmadan dinlendiği ortaya çıkmıştı.Ankara Emniyet Müdürü, Müdür Yardımcısı ve ayrıca istihbarat biriminde görevli 36 kişi görevinden alınmıştı. Ankara Emniyet Müdürlüğü merkezinin sekizinci katında bulunan istihbarat birimine düzenlenen gece yarısı baskını ile izinsiz dinleme kayıtları ele geçirilmişti. Bu kayıtların bilirkişilerce incelenmesinden sonra, izinsiz dinlenen telefonlar tek tek saptanmıştı.
(Evrensel Gençlik sayı 7)
 

Friday, June 20, 2014

Tony Benn - the Fires that Burn

Tony Benn: The Fires that Burn is a video compilation, spanning his career, as an MP for Labour, and as a political and social activist campaigning for a better world, free from war and poverty. Tony Benn was president of Stop the War Coalition until the day he died, 14 March 2014.

 

Thursday, June 19, 2014

Oyundan Zengin Olmak: Bir meta olarak futbol





Çarşamba, 18 Haziran 2014 22:15
Merdan Özüdoğru
Brezilya futbolla kapitalist/kolonyalist/emperyalist saldırı sonrasında tanıştı. Buenos Aires 45 günlük direnme sonunda [1806], işgal edildi. İşgal esnasında İngiliz askerlerinin futbol oyunu gönüllerini fethetmişti. Kapitalist saldırı kendisine yabancı olan yerli yaşam ilişkilerini [English High School 1890] futbol sayesinde etkisi altına almaya çalışırken (1); en azından başlarda Brezilya futbolu, kullanım değeri özelliğini koruyan bir sokak oyunu olmaya devam etti ve sosyal bağlarını korumayı başardı. Brezilyalılar kapitalizmin yatay [coğrafi] genişlemesinin bir sonucu olarak futbolla tanıştılar ve sistemin dikine genişlemesinin bir sonucu olarak da futboldan sosyo-ekonomik acılar çekiyorlar... Çünkü futbol parayla alınıp-satılan bir metaya dönüşmüştü. Netice itibariyle bir oyun olmaktan çıkıp metaya dönüştü ve “meta-futbol” niteliği kazandı. Şimdilerde insanlar bir meta olan futbolun yarattığı sosyal baskıların bir sonucu olarak sokaktalar...
brezs

Kapitalist üretim ilişkilerinin ilk geliştiği yer olan İngiltere’de ortaya çıkan futbol, bir tesadüf eseri olarak değil içki ve tütün üreten burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamak için peydahlanmıştı. Mekanı ve zamanı kendi çıkarına kullanma konusunda usta olan kapitalistler, futbol/spor aracılığıyla içki ve tütün içilen mekana kalabalığı çekerek satışlarını artırmak amacındaydılar. Bu sayede para ve prestij kazanıyorlardı. Bu nedenle mekanın zihindeki yansıması olan kulüp/clup kavramı, hem içki içilen mekanı hem de spor yapılan mekanı çağırıyordu. Zamanla uluslararası pazarda da komprodor ilişkiler için kullanılmaya başladı. Metalaşmasıyla birlikte mekanlar da ayrılmak zorunda kaldı ama bu iki işlevi futbol korudu ve burjuva sınıf lehine başka işlevler de edindi. Dünya Kupası futbolun meta olarak genişlemesi dışında uluslararası prestiji sağlamak amacıyla kurulmuştur. Dolayısıyla jeopolitik bir kaygı da söz konusuydu. Hobsbawn’nın dediği gibi futbol, İngilterenin küresel ekonomi için peydahladığı çocuğuydu bu nedenle de başlangıçta FİFA’nın kurucu üyeleri arasında yer almadı. Çünkü kendi elleriyle büyüttüğü çocuğu başkalarına kaptırmak istemiyordu. Bu nedenle İngiltere ve Fransa arasında ciddi bir rekabet ve prestij yarışı yaşandı. Gerçi “İngiltere FİFA’da yer almak istemedi ama Fransa’nın futbol aracılığıyla etrafında çok sayıda ülkeyi toplaması karşısında süreç dışında kalmanın olumsuz sonuçları veri iken örgüte katılmak zorunda kaldı. Pariste kurulan 55 yılda [1904-59] 7 kurumdan 95 kuruma ulaşan FİFA İngiltere’nin kaygılarını boşa çıkarmadı.
Latinler buna “futbol demokrasisi” diyorlar; futbol aracılığıyla oy toplama ve seçim kazanma anlamında... Tüketim ekonomisi uygulayan Lula’nın dünya kupasına talip olma kaygısının gerisinde başlıca iki neden vardı denilebilir: Tüketimi artırma ve prestij kaygısı... Türkiye’nin olimpiyatlara talip olmasının gerisinde de benzer nedenler vardı. Amaç ülke imajını iyileştirme ve yabancı sermaye çekmekti. Bu popülist ekonomik politika sayesinde Berlusconi iki seçim kazanmıştı. İki futbol takımı sahibi [İstanbul ve Adana] Cem Uzan da parlamentoya girmeyi başaramasa da çok kısa bir sürede %7.25 oy almıştı. 1973 seçimlerinden hemen sonra yapılan bir ankete göre Fenerbahçe Partisi kurulsaydı oyların %60.56’sını alırdı (2). Prestij ve tüketimi artırma işlevi sanıldığı gibi uluslararası gazlı içecek firmalarıyla başlamadı. İlk andan itibaren vardı.
1AcardsCh
 Futbol ve futbolcu alınıp satılmaya başlandığında, dolaylı para kazandırma işlevine doğrudan para kazandırma işlevi eklendi. Yukarıda söylediğim gibi futbol metalaştı; birileri onu sattı diğerleri satın aldı. Bu gün alma-satma işi stadyumda ve televizyonda gerçekleşiyor. Kâr için yapılan etkinlikte üretim yerinin, ürünün ve pazarın büyümesi zorunluydu. Üretim yeri olan stadyumda kârın büyümesi için iki şey yapılmak zorunda. Stadyum kapasitesini [koltuk sayısı] arttırmak ve lüks hale getirerek bilet fiyatlarını yükseltmek. İkincisi ise stadyum etrafında öbeklenmiş olan tüketim alanlarını stadyum içine taşımaktı. Bu Çarşı gibi stadyum etrafında öbeklenmiş taraftar olan esnafı rahatsız etse de yapılmak zorundadır!
Stadyumların genişlemesi sayılarının artması ve yeni teknolojiyle kapasitelerinin büyütülmesi gündeme gelince. Genişlemenin zorunlu sonucu olan yüksek kapasiteli ve tüketim mekanlarını içinde barındıran stadyum modelleri çevre sorunları da bahane edilerek FİFA standardı olarak dayatıldı. Mesela stadyumunuz bu koşullara uygun değilse artık FİFA’nın uluslararası organizasyonlarına talip olma şansınız yoktur. Bu standartlar da kaçınılmaz olarak sermayeyi ve teknoloji egemenliğini elinde tutan yabancı yatırımcılar için yeni imkânlar demeye geliyor. Bir tür FİFA diktasına uyum zorunluğu da diyebilirsiniz... Artan maliyetler ulaşım zammını zorunlu kıldı. Gayri insani olan ulaşım koşulları zamlanınca zaten yıllardan beri temel hakları için sokaklarda olan Evsizler Hareketi ve Topraksızlar Hareketini tutmak mümkün olmadı. Brezilyalı FİFA başkanı olan Havelenge’in yolsuzluk nedeniyle istifasının üzeri yeni örtülmüşken onun halefi Blatter hakkında Katar’dan yayılan kötü kokular da  protestoların dozunu artıran başka bir nedendi.
Protestoları tetikleyen ve milliyetçileri sürece dahil eden ise konfederasyon kupasının anlam ve önemiydi. 1992 yılında Kral Faht adına Suudi Arabistan’da doğan kupa, pazarı genişleten bir işlevi olduğu için FİFA’ya dahil oldu. Brezilyalı Havelange [1974- 1998] ben geldiğimde FİFA’nın kasasında 4 milyon dolar vardı, şimdi yıllık 250 milyar dolara ulaştı diye öğünmüştü. Şimdiki FİFA başkanı Blatter [1998-] ise futboldan uluslararası düzeyde oynanan bir kumar yarattı. Dasler’den ve Havelenge’den iyi eğitim alan Blatter, futboldan küresel bir kumar oyunu yaratmayı başardı. Anlaşılan o ki FİFA’nın birinci vazifesi uluslararası spor endüstrisinin pazarını genişletmek, parasına para katmaktır. Sayıları giderek artan  kupalar, liglerle birlikte televizyon yayınlarının da genişlemesi  meta futbolu devasa boyutlara taşıdı.
Bu durum kaçınılmaz olarak insan olan futbolcunun da genişlemesini gerektiriyordu. Bunun bir sonucu olarak da,  gayri insani olan iki sonuç çıktı: Şampiyon olmak demek futbol piyasasında büyük paralar kazanmak demektir. Şampiyon olmanın da iki koşulu var; iyi performans ve yetenek. Birincisine  bulunan çare doping oldu... Dopingden yakalanan Tony Sharpe; “zafer [prestij] çok tatlı para çok bol” demişti. Yeteneğe bağlı olarak iki alanda gelişme oldu: Futbol okulları her yere yayıldı ve yeteneği başkalarına kaptırma korkusuyla dünyanın dört bir tarafında fellik fellik gezen yetenek avcıları ortaya çıktı. Bunun da iki gayri insani sonucu var: Çocuklara futbolun satılması ve yeteneği keşfedilen çocukların piyasada alınıp-satılması... Ve o aşamadan sonra süreç şöyle işler: ucuza alırsınız ve pahalıya satarsınız ve üstelik alıp-sattığınız meta (futbolcu) pazarda uzun süre kalabililir. “Futbolcu/sporcu yaşı olarak ifade edilen aslında pazarda kalma süresidir ve daha fazla satma ve alma fırsatları sunar.” Bu gayri insani durum merkez ülkelere büyük avantaj sağlıyor. Velhasıl çevre-merkez ilişkisi ve çelişkisi, her zamanki gibi işliyor. Merkez lehine, çevre aleyhine sonuçlar doğuruyor. Merkez’in çevreden ucuza aldığı oyuncu, orada iyi performans gösteriyor, yani çok para kazandırıyor. Kötü performans göstermeye başladığında [yani para kaybetme riski varken] aldığından pahalıya çevreye satılıyor. Geldiği yere gidiyor. Merkez hem alırken karlı hem de satarken kazanıyor. Ayrıca iyi oyuncuları elinde tutan merkez liglerinde “yüksek kaliteli” maçlar olması nedeniyle, yayın hakları hem pahalıya satılıyor. Üstelik çevre medyası merkez yayın haklarını elinde tutan merkez medyadan satın almak zorunda kalıyor. Barcelona gibi merkez takımlarının başarısının gerisinde çocuk alıp satma, başka türlü söylersek çocuk ticareti var... Tabii bu durumun futbolun bir meta olarak genişlemesinin zorunlu sonucu olduğu da bilinen bir şey...  Drogba’ya bakalım 5 yaşında Fildişi sahilinden futbolcu olan Fransa’daki dayısının yanına gitmiş, Marsilya ve Çelsea’ de oynamış 34 yaşında da Galatasaray’a gelmiş. Neymar, Messi, Ronaldo da çocuk yaşta alınıp satılmışlardır. İlerde çevre ülkelere gönderileceklerdir. Bu tıpkı doping gibi, gayri insani bir durumdur. Meta futbolun genişlediği diğer bir yön ise kadınlar. Kadınları sosyal yaşama dahil ediyor ama bu sosyal yaşamın kapitalist sosyal yaşam olduğunu düşünürsek, onların da yukarıda anlatılan meta olan futbolun ahlaki sorunlarından muaf olmadığını görebiliriz.
O halde Brezilyada kupanın başlama vuruşunu engelli bir çocuğun yapması ve futbolcuların el ele tutuşarak sahaya girmelerinin anlamı nedir? Tabi ki ayıbın üstünü  örtmek ve gizlemektir. Futbolun örtülen yüzündeyse,  doping, şike, yolsuzluk ve çocukların alınıp satılması var... Bir merkez (emperyalist) örgütü olan FİFA’nın dahası varlık nedeni merkezin avantajı olan ayıbı örtmek, gizlemek mistifiye etmektir...
Bizim de yapılanın tersini yapmamız tüm bu olup-bitenleri demistifiye etmemiz gerekiyor. “Oyundan” zengin olunan bir dünyada, oyunun meta olduğu bir dünyada, kapitalist genişlemenin yönü kaçınılmaz olarak çocuklara doğru olmak zorundadır. Bu yeni durumda çocuklar oyun dışına atılıyor, bir tür “oyunsuzlaştırılıyor”... Çocuklar alınıp-satılan bir metaya  dönüştürülüyor... Bu kepazeliğin, bu utanç verici durumun teşhir ve mahkûm edilmesi gerekmiyor mu? Aslında bu yeni durum oyunun ludic yapısını da bozuyor ve netice itibariyle çocukları özgürleştirmek bir yana, köleleştiriyor... Toplumu rahatlatmak bir yana, meta ilişkisi niteliğinden kaynaklı olarak, sosyal ve ekonomik sorunlara, kötülüklere yol açıyor, yabancılaşmayı derinleştiriyor.
Çocukların özgürce oynayabilecekleri alanlar olan sokaklar arabalar tarafından işgal edilmiş durumda ve oyun alanları da oyunun alınıp/satıldığı yerler olan stadyumlara ve alışveriş merkezlerine dönüşüyor. Saldırı varsa savunma da, karşı- saldırı da var demektir ki, Brezilya’daki başkaldırıları ve direnişleri  yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım sosyal,-ekonomik-politik-kültürel konteksten bağımsız ele almamak gerekiyor...  Bu nedenle İstanbul ve Sao Paulo sokaklarında protestoya katılanların yaş ortalaması düşük [ 25 yaş altı % 53], ilk kez protestoya katılanların oranı [%71] da yüksek (3) O halde yapılması gereken bir sır değil. Gençlerin ve çocukların futbol okullarından, stadyumlardan ve şifreli kanalardan uzak durmalarını sağlamak ve yeniden sokak ve/veya arsa futboluna dönmek [kullanım değerini ihya etmek]....

Kaynaklar:
1- Gutmann A. (1994) Games and Empires.
2- Doğan Y. (1989) Fenerbahçe Cumhuriyeti.

3- Michael Collins (2013) Tropical Spring.

Simonovic, D. (2013) The Last Revolutio

Tuesday, June 17, 2014

Radikal İslamcı Terör, Cihat İdeolojisi ve Türkiye

16.06.2014 23:12:27
Radikal, Blog 
 

Günümüz Dünyası'nda İslam'ı referans alarak terör ve tedhiş eylemlerinde bulunan İslamcı örgütler, yaşadığımız coğrafyanın geleceğini ve mevcut yapısını tehdit eden en önemli sorundur. İnsan hayatının kutsiyetini hiçe sayan ve din uğruna insana kıymaktan çekinmeyen radikal İslamcı örgütler, özellikle Ortadoğu'yu yaşanabilir bir coğrafya olmaktan çıkarmışlardır. Kendileri gibi inanmayan ve düşünmeyen insanları katletmekten çekinmeyen radikal İslamcıların, hangi saiklerle hareket ettikleri üzerinde düşünülmeye değer bir konudur. Ellerinde silahları, yüzlerini kaplayan maskeleri ve 'La İlahe İllallah ve Allah resulü Muhammed' yazan siyah bayraklarıyla İslamcı örgütler, insanı merkez alan bir Dünya görüşüne değil, kendileri gibi inanmayan ya da yaşamayan insanlara kasteden, ölüm kusan savaş robotlarına benziyorlar.
Radikal İslamcı örgütlerin, cihat düşüncesiyle hareket ettikleri biliniyor. 'İslami Cihat' adında bir örgütün varlığı, cihat kavramı üzerinde düşünülmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Cihat yaygın tanımıyla, 'Allah yolunda savaşarak, Allah'ın dinin her tarafa ulaştırmaya çalışmak' anlamına geliyor. İslam'ı yayma ve İslam olmayan ülkeleri ya da insanları cebir kullanarak zorla İslamlaştırma anlamına gelen bu düşünceye mensup insanların, İslam'ın kendi gibi düşünmeyen mezheplerini de hedef alması, meselenin oldukça karmaşık olduğunu ve inançla alakası olmadığını ortaya koyuyor. El Kaide'den kopan grupların kurduğu IŞİD Örgütü'nün Şii mezhebine mensup insanları hedef alması, din uğruna savaş düşüncesinin korkutucu boyutunu ortaya koyuyor. Sünni örgütlerin gerçek ve doğru dini inanışın kendilerinin tekelinde olduğunu iddia ederek, Şiilere saldırması radikal İslamcılığın hangi merhalelere vardığını göstermektedir. Aynı şey Şiiler için de gereklidir. İslami köktencilik, dini inanışın ötesine geçerek, kendi gibi inanmayan insanlara yaşam hakkı vermeyen bir tür dini faşizm haline gelmiştir.
Cihat düşüncesi, eyleme geçmemiş haliyle bile hoşgörüye ve inanç özgürlüğüne aykırıdır. Kendi dinini üstün görerek, silah zoruyla ve gerekirse cana kıyarak insanlara İslam'ı dayatma totalci düşüncenin tipik bir örneğidir. Kendi gibi inanmayanlara düşmanlık ve onları 'hidayete erdirme' gibi dayatmacı bir mantık evrensel insan haklarına aykırıdır. Hoşgörü, çoğulculuk, inanç özgürlüğü ve bir arada yaşamın olanaklılığına inanç maalesef İslam inancına mensup toplumların büyük çoğunluğu tarafından hazmedilememektedir. Meseleye böyle bakıldığında Dünya'da terör eylemlerinin çoğunluğunun İslamcı gruplar tarafından gerçekleştirilmesi şaşırtıcı değildir.
Türkiye'de siyasal iktidarın öteden beri Sünni İslami radikalizmi açıkça desteklediği bilinmektedir. Düşünce itibariyle Selefi İslam'a da yakın olan iktidarın, bilhassa Suriye'de Esed rejimine karşı Sünni İslami referanslarla her türlü desteği verdiği bilinmektedir. Türkiye'de yaşayan insanların bir kısmının Alevi olmasının hiçbir anlam ifade etmediği ve Alevilerin hilafına destek verildiği düşünüldüğünde, iktidarın Sünni İslam'ın temsilciliğine soyunduğu görülmektedir. Siyasal iktidarın açıkça taraf olmasından cesaret alan bazı Türk vatandaşların da radikal İslamcı örgütlere, El Kaide'ye, ÖSO'ya ve hatta IŞİD'e de katıldığı ve bu saflarda savaştığı bilinmektedir. Siyasal iktidarın Ortadoğu'da mevcut dengeyi gözetmeden ve barışçıl politika izlemeden nasıl bir kumar oynadığı ve dökülen kanların bir biçimde müsebbibi olduğu maalesef somut bir gerçekliktir.
Türkiye'de siyasal iktidarın tabanını oluşturan Sünni inancına mensup insanların çoğunluğu  Ortadoğu'daki Sünni-Şii çatışmasına destek verdikleri ve cihat düşüncesini içselleştirdikleri gözlemlenmektedir. İç politikaya da alet edilen Suriye meselesi, iktidarın mitinglerinde Suriye'deki mevcut rejim aleyhtarı düşüncelerin ifade edilmesine vesile olmuştur. Suriye'de her iki kesime de eleştirel bakması, hem Esed'i hem ÖSO'yu eleştirmesi gerektiği halde, mevcut iktidar ÖSO'yu destekleyerek iç politikaya alet etmiş ve Sünni oyları konsolide etmenin bir yolu olarak görmüştür. Siyasal iktidar ve ayrımcı dili, hem içerideki dinsel azınlıkları rahatsız etmekte ve hem de Ortadoğu'da mezhep savaşlarını körükleyerek mevcut karmaşanın sorumlularından biri olmaktadır.
Türkiye'de sıradan Sünni bir insan, İslami referanslarla terör ve tedhiş eylemlerinde bulunan radikal İslamcı örgütlerin varlığını kabul etmekle birlikte, bu örgütleri Batı ülkelerinin kurdukları ve finanse ettikleri gibi sabit düşüncelere sahiptir. Yapılan terör ve tedhiş eylemlerini görmezden gelerek bunların asıl müsebbibinin Batılı ülkeler olduğunu iddia etmek, hem radikalizmin bir göstergesi hem de Müslüman olduklarını iddia eden bu insanların iradesiz olduklarını kabul etmenin bir göstergesidir. Dünya'da meydana gelen her türlü olumsuzluğun, savaşın, katliamların Batılı ülkeler tarafından yapıldığını ya da arkasında bunların olduğunu sanmak ve inanmak sağlıklı bir düşünce şekli değildir. Dünya'da olan biteni resmi ideolojinin ve siyasal iktidarın gözlükleriyle gören ve okuyan bu düşünüş paranoyak özellikler gösterir. Eğitim sisteminden kaynaklanan at gözlüğü, Türkiye toplumunun düşünmesini, meseleleri analiz etmesini ve kendi iradesiyle kanaat oluşturmasını engellemektedir.
Dünya'da küresel barışı tehdit eden ve bir arada yaşam olanağını baltalayan İslamcı örgütler çağımızın ve geleceğin en önemli sorunu durumundadır. Batı ve Dünya'nın diğer ülkeleri bu tehlikenin boyutlarını fark ederek İslam ülkelerini yalnızlaştırmaktadır. Meselenin bu boyutlara ulaşmasında kuşkusuz Batı ülkelerinin emperyalist politikalarının payı büyüktür. Buna rağmen sürekli olarak konunun bu boyutuna vurgu yaparak radikal İslamcı örgütleri ve cihat düşüncesini eleştirmemek büyük bir yanlıştır. İslam inancını yayma ve bundan da öte belirli bir mezhebin düşüncesini zorla dayatma büsbütün totaliter, faşizan bir tutumdur. Üstelik radikal İslamcı örgütlerin bir de şeriat düşüncesi vardır ki, bu ayrıca ele alınması gereken ve insanın doğasına tamamen aykırı bir düşüncedir.
16.06.2014  

Friday, June 13, 2014

Montajlı IŞİD darbesi...

Mustafa YALÇINER
Güncellenme : 14.06.2014 02:04
Sanki... Günün birinde... Durup dururken... Musul’daki Türk Konsolosluğu basıldı... Ve Konsolosla birlikte... 48 görevli IŞİD militanlarınca teslim ve esir alındı.
Adını doğru koyalım: “Rehin” değil... Teslim olup esir alındılar.

Bakın yandaş medyaya, AKP’lilere. Sanki AKP ve Hükümeti’ne bir komplo kurulmuş! En “sağlamı”nı M. Metiner söylüyor: “Gezi’nin ve Musul’un arkasında aynı güçler var”!

Türkiye’yi “nurlu ufuklar”a uçuran.. Büyüttükçe büyüten.. Köprülerle havalanlarıyla donatan AKP ve Hükümeti’ne takmış “bazıları”... Sisi’nin Mısır darbesi’nden beri böyle.. İçeriden ve dışarıdan kumpas kurup darbelemeye uğraşıyorlar! Gezi ile başladılar... Mısır’la hem demokrasinin hem AKP Hükümeti’nin kolunu kanadını kırmaya çalıştılar... En sağlam müttefikini... Müslüman Kardeşleri aldılar ellerinden... “Sıra Türkiye’de”ydi. “Türkiye’nin büyüyüp güçlenmesini istemiyorlar”dı. Böyle demişti Tayyip Bey! Ardından “17 Aralık Darbesi” ile içeriden vurdular. Sonra 25 Aralık... Şimdi “Musul Darbesi”! Henüz demediler, ama en azından zamanlamadan hareketle diyeceklerdir: Arada da “Lice Darbesi”!

Tümü AKP’ye... Hükümetine... Seçim sürecinde olduğumuza göre... Tayyip Bey’in “başkanlığı”nın önünü kesmeye yönelik! Tümü montajlanmış... Kumpas! Baştan aşağı komplo! “Karanlık odakların işi”!

Eskiden dünya “sarı öküzün boynuzu”nun ucudaydı. Düz sanılması bir yana.. Bir “nirengi noktası”na dayalı durduğuna inanılırdı! Bilimin gelişmediği zamanlardı. Şimdiyse, AKP’lilere göre dünya AKP ve Tayyip Beyi eksen alıp dönüyor! “Merkez”de onlar var. Kuş bile uçsa.. Tayyip Bey ve Hükümeti ile ilgili. Devran falan değil... Ya olumsuzsa, “kumpas”. Ya da olumluysa, “biz yaptık”! Bakmayın “yaratılanı yaradandan ötürü severiz” demelerine. “Küçük dağları biz yarattık” kibiri! Ya onlar.. Ya onlara karşı kumpas! Darbe. Komplo.

İşler artık genellikle ters gittiğinden.. Doruğa çoktan varılmış yokuş aşağı kayış başladığından... İçeride ve dışarıda yanlışlığı bir yana... Beceriksizlikle uygulanan neoliberal Türk-İslam sentezcisi milliyetçi ve siyasal İslamcı din istismarı politikaları... Yeni Osmanlıcı böbürlenmelerle... “Merkez ülkeyiz”... “Bölgemizde bizsiz düzen ve oyun kurulamaz” büyüklenmeleriyle... İstiab haddi (taşıma kapasitesi) ve “çizme” aşılınca... İçeride ve dışarıda taşeronluk ayağa dolanınca... Hem Suriye ve Irak’ta hem Soma’da iki türlü taşeronluk uygulamaları da batağa saplanınca... Olacağı buydu!

“Komplo”ya ne hacet! Kumpası Hükümet kendi kendisine zaten kurdu... Kuruyor!

Belliydi, IŞİD geliyordu. Kardeş bilip, konuştuk, anlaşma halindeyiz, saldırmazlar diye Konsolosluğu boşaltmadınız!

Siz... “Esad’ı devireceğiz”, “Emevi Camii’nde namaz kılacağız” diye IŞİD ve sair El Kaide çetelerini besleyip... Lojistik olarak... Ve harekat imkanları bakımından  desteklerseniz.. Rojava’yı yakıp yıkayım... Özerk bölgedeki kantonlaşmaları ve halk iktidarını devireyim deyip... Özellikle Serakaniye’den zorlayan IŞİD çetelerine silah, zırhlılar dahil malzeme desteği yapar... Sınırı açıp geliş geçişlerini sağlarsanız bu örgütü başınıza bela edersiniz!

Ortadoğu’nun toprağı “münbit”tir! Özellikle mezhepçilik fideleri kolay büyür buralarda. Siz mezhepçi politikalarınızla yayılıp toprak kazanmayı.. Kısa günün kârı petrol geliri elde etmeyi önünüze koyarsanız... Mezhepçiliği sizden de iyi yapanlar çıkar ortaya.

Komplocu yaklaşımlar geliştirip... Musul ve IŞİD’nin arkasında “Gezi’nin arkasındaki gücü” arayacağınıza.. Dönüp kendinize ve izlediğiniz politkikalara bakmalısınız! Tabii ki ABD ve Suudilerin de.. Ama sizin de politika ve çabalarınızın ürünüdür IŞİD ve Musul baskını. Tıpkı Reyhanlı bombası gibi!..

CHP'li vekilden şok iddia! Eğer doğruysa...

"Hatay, Antep, Urfa ve Kilis’in sınırından gizli boru hatlarıyla mazot sokan IŞİD, el koyduğu petrolü Türkiye’de satıp 800 milyon dolar kazanıyor"
13-06-2014  09:28:29



CHP Hatay 
Milletvekili Mehmet Ali Ediboğlu, IŞİD’in Türkiye’de 800 milyon dolarlık petrol sattığını söyledi. Taraf gazetesinden Güler Yılmaz'ın haberine göre; IŞİD hakkındaki araştırmalarının sonuçlarını anlatan Ediboğlu, şunları ifade etti: “IŞİD dünyayı tehdit eden bir terör örgütü. Kolayca insan öldüren, insan öldürerek cennete gideceklerine inandırılmış bir grup. Böyle bir grubun her an Türkiye’de bir takım eylemlere girişmesi beklenebilir. Bu zihniyetteki binlerce insanın Türkiye ile işbirliği halinde olması son derece tehlikeli. Yarın öbür gün bizden hangi taleplerle bulunacaklarını kestiremiyoruz. Çünkü bunlar Türkiye’deki rejimi de İslam dışı kabul ediyorlar. Bugün Irak yarın Türkiye’de benzer katliamlar ya da benzer eylemler yapmayacakları konusunda kimse garanti veremez.
PETROL GELİRİ
IŞİD, bu sene işgal ettiği petrol bölgelerinden elde ettiği (Suriye’nin kuzeyindeki Rumeylan petrol bölgesi, son olarak Musul) 800 milyon dolarlık petrolü Türkiye’de satıyor. Hatay sınırına yakın köylerden borular çekiyorlar. Benzer boru hatları Kilis, Urfa ve Gaziantep’te de var. Bunu Türkiye tarafına aktarıp paraya dönüştürüyorlar. Petrolü rafinerilerden getiriyorlar, maliyet sıfır. Suriye’de sınıra yakın yerlerde ilkel yöntemlerle rafine ediyorlar ve Türkiye üzerinden satıyorlar bunun değeri de 800 milyon dolar.

“MİT YARDIM MI EDİYOR”
Gerek Suriye’ye gerek Irak’a Avrupa’dan, Rusya’dan Asya ülkelerinden ve Çeçenistan’dan büyük miktarda savaşçı geliyor. Bunlar Türkiye üzerinden gidiyor. IŞİD’a katılmak için yurt dışından gelenlere Suriye ve Irak’a geçişlerinde yardım eden en az bin Türk vatandaşı olduğu bilgisi var. Bu işin içinde MİT olduğu iddiası var. MİT’in bilgisi olmadan böyle bir olayın gerçekleşme şansı yok.”

Taraf gazetesi, 20 Ağustos 2013’te, “Kaçakçılar milyar dolara at koşturuyor” başlıklı bir haber yayımlamıştı. Söz konusu haberde her gün Suriye sınırında yüzlerce atlı, binlerce yaya kaçakçının askerler ile çatıştığı ve püskürtüldüğünü hatırlatmıştı. Rojava’da YPG ile Kaide’ci El Nusra arasındaki çatışmalarda en büyük kavganın bölgeden Türkiye’ye satılan petrol ürünlerinden elde edilen gelir olduğu da belirtilmişti. Şırnak’ın Cizre ile Mardin’in Nusaybin ilçeleri arasındaki bölgenin karşısında bulunan Rimelan bölgesinde yaklaşık 2 bin kuyunun bulunduğu belirtilen haberde, “Buralardan çıkartılan petrol kaçak yollarla Türkiye’ye sokuluyor. Kaçak motorin girişi günde 1500 tona ulaştı. Bu, Türkiye’deki tüketimin % 3.5’ine tekabül ediyor” ifadeleri kullanılmıştı.

KAYNAK: http://www.muhalifgazete.com/haber/102822/chpli-vekilden-sok-iddia-eger-dogruysa.html

Thursday, June 12, 2014

MİT, Dünyadan El Kaideci Topladı!

kaide

CHP tarafından geçen yıl sosyal medyada paylaşılan, gazetelerin ilgi göstermediği ve dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler tarafından yalanlanan çarpıcı belge bu kez Meclis gündeminde. Hükümet bu kez belgeyi yalanlamadı, AKP’den de yalanlayan çıkmadı. Belge, Suriye’deki Türkiye’nin başına bela olan El Kaide teröristlerini dünyanın dört bir yanından toplayıp getirenlerin sadece Suudi Arabistan ve Katar olmadığını, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) de topladığını gösteriyor. Musul’u işgal eden, Türk kosolosluğunu basan, konsolos dahil 49 kişiyi ve öncesinde de 31 şoförü rehin alan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi El Kaide’ye bağlı olan El Nusra Cephesi’nin saflarına katılan teröristlerin Hatay’daki Diyanet’e bağlı kurslar barındırılması için hükümetin emir verdiği de belgede yer alıyor.
Belgeyi, HDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan gündeme getirdi. Musul’da yaşananların, şoförlerin rehin alınması olayının Suriye’de başladığını ifade eden Kaplan, “Bakın, şu genelgeye iyi bakın. Eğer doğru değilse bu genelge, bakan çıksın, ‘Yalandır’ desin. Eğer doğru ise bu, bizim içinde bulunduğumuz vahametin, rezaletin belgesidir” diyerek genelgeyi gösterdi. Genelgenin gizli bir genelge olduğunu ve dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler tarafından Hatay Valiliği’ne gönderdildiğini belirten Kaplan, genelgenin içeriğinde şunları yer aldığını söyledi:
“Millî İstihbarat Teşkilatımız denetiminde çeşitli ülkelerden getirilerek bölücü örgüt PKK uzantısı PYD’ye karşı savaştırılan, ağırlıkta Çeçen ve Tunusluların bulunduğu El Nusra’ya bağlı mücahitlerin -’mücahitlerin’, dikkat edin kavramlara- iliniz sınırları içinden Suriye’ye geçişlerinde istihbarat görevlilerine gerekli desteğin sağlanarak güvenliklerine ve konunun gizliliğine riayet edilmesi önem arz etmektedir. Bu bağlamda mücahitlerin ülkemiz sınırlarından Suriye’ye geçişlerde Hatay ilimiz stratejik bir konuma sahiptir. İslamcı gruplara lojistik desteğin aktarılması, eğitimleri ve yaralıların tedavisi ve mücahitlerin geçişleri ağırlıklı olarak buradan yapılacaktır. Milli İstihbarat Teşkilatımız ve ilgili merciler bu konuda görevlendirilmiştir, Hatay Valiliğimizle koordineli olarak çalışacaktır. Çeşitli sivil kurumlar tarafından kara yolu ve hava yolu ile ilinize gönderilen mücahitlerin büyük bir gizlilik içerisinde, konum itibarıyla Diyanet İşleri Misafirhanelerinde -’Diyanet İşleri Misafirhanelerinde’ dikkat edin- ve bağlı kuruluşlarla MİT tarafından belirlenen kamu misafirhanelerinde konaklamaları uygun görülmüştür. Genelgeye titizlikle uyulmasını…”
Kaplan ardından şunları söyledi:
“Peki, arkadaşlar, El Nusra’ya sizin Bakanlıktan Valiliğe giden genelge bu. Ne oldu da siz şimdi terör örgütü listesine aldınız El Nusra’yı, bana anlatır mısınız? Birinizin çıkıp burada anlatması lazım, bu Hükûmetin. Kürtlere Kobani’de, Afrin’de, Cizir’de, Kamışlı’da sürekli saldıran, katliam yapan, çoluk çocukları katleden bu cinayet şebekelerini Hükûmet olarak sizin ‘mücahit’ olarak sınıflandırmanız, üstelik de PYD’ye karşı, Kürt halkına karşı savaşa gönderilmede verdiğiniz lojistik desteğin, verdiğiniz arka çıkmanın acaba bir akrabalık, ideolojik damarı mı var, nedir, söyler misiniz? Şimdi bunu anlatır mısınız Allah aşkına?”
CHP Konya Milletvekili Faruk Bal ise hükümetin Suriye’deki teröristleri desteklediğini, lojistik destek verdiğini, eğittiğii, Türkiye’de toplantılara çağırdığı, Cenevre’de yapılan toplantılara taktik ve stratejik bilgilerle donatılıp gönderildiğini ifade ederek, şöyle konuştu:
“İçişleri Bakanlığı El Nusra militanlarına kolaylık gösterilmesi için Hatay Valiliğine yazılı talimat verecek kadar işin içerisine girmiştir ve benzeri ilişkiler de, IŞİD terör örgütlerinin ve onun üst düzey yöneticilerinin Türkiye’ye getirilmesi ve burada birtakım faaliyetler içerisinde bulundurulması çalışmalarına katılınmış, MİT Müsteşarının ifadesiyle 2 bin tır dolusu malzeme Suriye’ye gönderilmiştir. Şimdi, bu 2 bin tır dolusu malzeme ile Suriye’de biber dolması mı, patlıcan dolması mı yoksa salata mı yapılmıştır ya da bunlardan havan, Kalaşnikof mermisi ve diğer silahlar mı oluşmuştur? İşte, dün ve bugün sosyal medyada ortaya çıkan sonuç: IŞİD’in vahşetini gösteren kellesi bedeninden ayrılmış insan manzaralarını izledik ve IŞİD işgal etmiş olduğu Musul’da genelgeler yayınlayarak insanlık tarihinin geliştirmiş olduğu hak ve hürriyetleri sıfırlayan -aynen Afganistan’daki El Kaide benzeri gibi- bir yönetim kuran birtakım düzenlemeler içerisindedir. Bütün bunların olacağı belli değil miydi değerli arkadaşlarım, soruyu buraya getirmek istiyorum. Bütün bunların olacağı belliydi.”
Kaplan’ın gündeme getirdiği, Bal’ın da doğru olduğunu söylediği genelgeyi AKP grubundan ve hükümetten yalanlayan çıkmadı. Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler’in gerçek olmadığını ileri sürdüğü genelgeye AKP milletvekillerinden tepki gösteren de olmadı.
CHP İstanbul Milletvekili İhsan Özkes de Kaplan’ın kürsüden gösterdiği belgeyi sosyal paylaşım ağlarından Twitter’dan paylaştı. Özkes, belgeyi paylaşmadan önce “Dünya Lideri diye övdükleri Tayyip’in ülkeyi getirdiği duruma bakınız. Davutoğlu, Twitter’dan yaptığı açıklamada Musul Konsolosluğu’nda çalışan bürokratların güvenliği için tüm önlemlerin alındığını söylemişti. Diyanetin Suriye için camilerden topladığı paranın ne kadarı Nusra’ya, ne kadarı IŞİD’e gitti? Suriyede savaşanlar Hatay’da Diyanet’e ait Kuran Kursu ve yurtlarında barındı mı İçişleri Bakanlığının Diyanete bu konuda bir yazısı var mı? Bir Kandil Gecesinde TRT’de canlı yayınlanan Mevlid duasında Diyanetin dua ettirdiği Suriyeliler kimdi?” demişti.
KAYNAK: http://www.egundem.net/mit-dunyadan-el-kaideci-topladi/
image