Wednesday, April 30, 2014

Bir Vali Mutlu klasiği: “1 Mayıs kutlu olsun” diyerek polislere saldırı emri verdi

Taksim’deki 1 Mayıs kutlamasını engellemek ulaşımı durduran, on binlerce polisle yolları tutan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, 9.05′te twitter hesabından “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Gününüz Kutlu Olsun” mesajını geçti. Aynı esnada polisler Okmeydanı saldırıyor, Beşiktaş’ta saldırı tehdidinde bulunuyordu.
Vali daha önce Gezi eylemlerinde “iyi niyet” mesajları ile saldırı emrini aynı anda vermiş, Berkin Elvan’ın cenazesinde Mutlu’nun twitter hesabından geçtiği “teşekkür” mesajının hemen ardından polis saldırısı başlamıştı 
vali-mutlu-1mayis

Tuesday, April 29, 2014

Kazanmak İçin 1 Mayıs’ta Taksim’e!

1 Mayıs DAF

Devlet, bundan birkaç yıl öncesine kadar mitinglere “açtığı” Taksim Meydanı’nı, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta halka yeniden kapattı. Katledilen kardeşlerinin anısına 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak isteyenlerin üzerine, copuyla, tazyikli suyuyla, gaz bombasıyla, plastik mermisiyle saldırdı. Onlarca işçiyi, devrimciyi, ezileni gözaltına aldı, yaraladı; yaralananlar için gelen ambulansların yolunu kesti… Devlet, geçen yıl düzenlenen 1 Mayıs’ta, tıpkı daha önceki yasaklı 1 Mayıslarda yaptığı gibi, aynı terörle saldırdı direnenlerin üzerine. Ama o gün yaşanan saldırı direnenleri yıldıramadı, aksine 1 Mayıs’ın öfkesi, o gün bir isyanı ateşledi.
1 Mayıs’tan günler sonra, Taksim’e çıkan yollar yeniden kapatıldı polis tarafından. İktidar, devlet terörüne, polis şiddetine, kapitalist sömürüye karşı direnenlere; yaşamları için, özgürlükleri için sokaklara çıkanlara Taksim’i yine kapatmak istedi. Ama bu kez başaramadı; 1 Mayıs’la başlayan öfke 31 Mayıs’ta katlanarak büyüdü, sokakları dolduran yüz binlerle bir isyana dönüştü. Onlarca saat süren çatışmalar boyunca polis aynı şiddetiyle saldırsa da, yapamadı; ne sokakları ne de Taksim’i, direnenlere kapatamadı. İşte o gün, hesabı soruldu yasaklanan 1 Mayısların, 77’de katledilen işçilerin, yıllar boyu kaybedilen devrimcilerin, yoksullukların, adaletsizliklerin…

Bu isyanın ruhuyla taşeronlaşmaya, patronlara, iş cinayetlerine, kapitalizme karşı direnmeye devam eden işçilerse, bu süreç boyunca mücadelelerini daha da büyüttüler. Ekmeklerini çalan patronlarına, yaşamlarını çalan kapitalizme karşı grevler, işgaller örgütlediler. Fabrikalarını işgal edip kendi üretim alanlarını kurdular, sendikalara değil öz-örgütlülüklerine güvendiler. İsyanın ruhuyla doğrudan eylediler, mücadeleyi her geçen gün daha da büyüttüler.
Devlet, bugünlerde yine 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nı yasakladığını, işçilere kapattığını söylüyor. Türlü bahaneler üreterek, 1 Mayıs için farklı yerler öneriyor, Taksim’den, 1 Mayıs’ın öfkesini yalıtmaya çalışıyor. Ama bir şeyi unutuyor, bugüne kadar yok saydığı, görmezden geldiği ezilenler, artık kendi örgütlülükleriyle kazanıyor.
Bizler daha önce olduğu gibi, bu yıl 1 Mayıs’ta da, yine Taksim’de olacağız. Önümüze kurulan polis barikatlarına, tüm şiddetiyle artan polis saldırısına, devlet baskısına karşı direnmekten, Taksim’den vazgeçmeyeceğiz. Bundan yüzyıllar önce, 1886’da katledilen yoldaşlarımıza olan inancımızla, bugün hala katledilmekte olan her bir işçinin, ezilenin öfkesiyle sokaklarda olacağız.
Bu yıl Mehmet’le, Ali İsmail’le, Abdullah’la, Hasan Ferit’le, Ahmet’le, Medeni’yle, Ethem’le ve Berkin’le birlikte yeniden yakacağız isyanın ateşini.  Biliyoruz ki isyanı başlatmak, isyanı kazanmaktır! Kazanmak için 1 Mayıs’ta Taksim’e!
Anarşist Devrime Faaliyetle!
 http://anarsistfaaliyet.org/sokak/kazanmak-icin-1-mayista-taksime/

Thursday, April 24, 2014

1918’de İstanbul Ermeni dul ve yetimler diyarıydı

Sürgünlerin geri dönüşünde önemli bir yer tutan İstanbul’daki yardım faaliyetleri ve bunları organize eden kurumlar hakkında bilgimiz oldukça sınırlı. Bu konu üzerine eğilen neredeyse hiçbir çalışma yok. Bu nedenle, 1915 kılıç artıklarının İstanbul’a nasıl ulaştığı, neler yaşadığı, nerelerde barındığı, onlara kimlerin el uzattığını ve eğitim, sağlık sorunlarının nasıl çözüldüğü sorularının izlerini sürmeye çalıştık.
AGOS
04 Ekim 2013 Cuma 18:30
1915’in Ermeniler için can pazarı olan o kara günlerinde canını kurtarabilenlerin çoğunu çocuklar ve kadınlar oluşturuyordu. Pek çok yerde erkekler tehcir kararı uygulanmaya başlar başlamaz katledilmiş, kadınlar ve çocuklar ise ölüm yolculuğuna çıkarılmıştı. Kimileri yolda hayatını kaybederken, bazıları çevredeki Müslüman aileler tarafından alıkonuldu veya kurtarıldı. Tehcir kafilelerinde yer alan insanların sadece bir kısmı Suriye çöllerindeki göçmen kamplarına ulaşabildiler.
Anadolu’nun ve Mezopotamya coğrafyasının dört bir yanına dağılmış olan bu insanların nerede barınacağı, ne yiyip ne içeceği büyük bir sorundu. Sonraki dönemde Ortadoğu, Balkan ve Kafkas ülkelerinin onlarca şehrinde sürgün kampları ve yetimhaneler kuruldu. Pek çok uluslararası kuruluş, kişi, özellikle Amerikalı misyonerler, yetim ve dulların korunması için olağanüstü çaba sarf etti. Benzer faaliyetlerin bir kısmı da, özellikle 1918’den sonra, günümüz Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan İstanbul, Konya, İzmit, Adapazarı, Bursa, Ankara, Kayseri, Yozgat, Samsun, Antep, Maraş, Şebinkarahisar, Sivas gibi şehirlerde yaşandı.
Sürgünlerin geri dönüşünde önemli bir yer tutan İstanbul’daki yardım faaliyetleri ve bunları organize eden kurumlar hakkında bilgimiz oldukça sınırlı. Bu konu üzerine eğilen neredeyse hiçbir çalışma yok. Bu nedenle, 1915 kılıç artıklarının İstanbul’a nasıl ulaştığı, neler yaşadığı, nerelerde barındığı, onlara kimlerin el uzattığını ve eğitim, sağlık sorunlarının nasıl çözüldüğü sorularının izlerini sürmeye çalıştık.
Bu derleme benim için duygusal açıdan kolay olmadı. Rahmetli babam 1918’de 12-13 yaşlarındaydı ve onun da yolu Kayseri Talas Amerikan Koleji Yetimhanesi’nden geçmişti. O da bazı iyi yürekli insanların çabaları sayesinde hayatta kalabilmişti. Onu kurtaranlar, onun gibi binlerce yetimi ve yalnız kalmış kadını da kurtardılar. Bu yazıyla, o sessiz kahramanları saygıyla anıyorum. Hatıraları biraz da bu satırlarda yaşasın.
ZAKARYA MİLDANOĞLU zakaryamil@gmail.com
1915’te ‘Ermeni meselesi halledilmiş’, üç yıl sonra ise İttihatçı triumviranın liderleri Enver, Talat ve Cemal paşalar çareyi gizlice yurtdışına kaçmakta bulmuşlardı. Mütareke döneminde, Ermenileri katleden yüzlerce kişi hakkında dava açılmış, kimileri idam sehpasına çıkarılmıştı. Ancak bu insanların pek çoğunun onurları Cumhuriyet döneminde iade edilecek; aileleri Ermeni mallarıyla ödüllendirilecekti.
Tarih 1918 yılını gösterirken, İstanbul, İtilaf devletlerinden İngiliz, Fransız ve İtalyan’ların denetimi altına girdi. Mütareke dönemi olarak adlandırılan bu yıllarda gündemden düşmeyen konulardan biri Ermenilerin uğradığı katliamlar ve bunların sonuçlarıydı.
İlk toplanma yeri Konya
Bu dönemde Osmanlı hükümeti Ermenilere karşı daha esnek ve yumuşak bir politika izlemeye başladı. Tehcire gönderilen Ermenilerin memleketlerine geri dönmelerinin önündeki engeller kaldırılmaya başlayınca, evlerine ve güvenli bölgelere ulaşmak isteyen Ermeniler için Konya önemli bir merkez halini aldı. İstanbul’a gelmek isteyen sürgün kafilelerinin önemli bir kısmı Konya üzerinden başkente ulaşmaya çalıştı.
Belgeler incelendiğinde sürgünlerin Konya’ya gelişi, kurulacak kamp ve yetimhanelerle ilgili her şeyin ilk günden itibaren kayıt altına alındığı görülür. Kimler nereden geldi, nereye gönderildi, onlara kimler yardımda bulundu, bu yardımlar nereye harcandı türünden bilgiler düzenli olarak raporlandı. Özellikle yetimhanelerde barınan yetimlere ait bilgiler soykırımın tüm izlerini taşıyor. Yetimlerin doğum yeri bilgileri Ermeni soykırımının haritasını çıkarmak için önemli bir veri sunuyor.  
Konya’da oluşturulan komisyon, sayısı günden güne artan sürgün ve yetimlerin sorunlarına tek başına cevap veremedi. Bunun üzerine İzmir Ermeni Ruhani önderliği Konya yöresindeki insanlara destek olmak için faaliyete başladı.
Hükümetin sürgünlerin yolculuğu için vagonlar tahsis edileceği yönündeki resmi açıklaması üzerine civar yörelerde aç, bakımsız, muhtaç durumdaki çok sayıdaki insan Konya Garı’na akın etti. Ancak hükümet vaatlerini yerine getirmedi. Bu duruma bir çare bulmak amacıyla Yardımlar Heyeti ilk etapta halktan 200 lira toplayarak ekmek ihtiyacını giderdi. Ardından İzmir ve İstanbul’dan acil yardım talep edildi. Heyet kendi olanakları ve az da olsa hükümetin yardımıyla sürgünler için çadır temin etti.
Ancak bir süre sonra yardım heyetinin tüm maddi gücü tükendi. Sürgünler günlerce aç biilaç istasyonda bekliyor, nakil aracı bulunamıyordu. Heyet yardım için tekrar İzmir ruhani önderliğine müracaat etti. Ruhani önder, American Board’dan 5000 lira yardım sağladı ve bu para Konya’da bulunan Amerikalı Bayan Kushman’a iletildi.
Zaman geçiyor, Konya’da perişan halde kalan binlerce Ermeni akın akın İstanbul’a geliyordu.
İstanbul’da ilk girişimler
İstanbul’da yetimler ve diğer sürgünler için ilk adımlar, Galata, Kadıköy, Üsküdar, Kumkapı, Samatya, Bakırköy, Yeşilköy gibi farklı semtlerde, mahalle sakinlerinin yardımlarıyla birbirinden bağımsız olarak oluşmaya başladı.
İstanbul’a ulaşan ilk sürgünler kiliselerde ve okullarda kurulan, büyük kısmı kısa ömürlü olan sürgün kamplarında barındırılmaya başlandı. Her bir kampın ihtiyaçlarının karşılanması ve idaresi semt sakinleri tarafından seçilen özel kurullar tarafından yürütülecekti. Ancak bir süre sonra merkezi bir kurul ihtiyacı doğdu ve Ermeni Sürgünler Merkez Heyeti kuruldu.
Galata Sürgünler Heyeti
14 Kasım 1918 Cuma günü saat altıda İstanbul’a ulaşan ilk sürgün kafilesi Galata köprüsü üzerinde sahipsiz kaldı. İtilaf devletleri ve Osmanlı hükümeti yetkileri dâhil hiç kimse kendileriyle ilgilenmedi. Birkaç Ermeni genci onları Galata Kilisesi’ne yönlendirdi ve kafile geceyi sokakta geçirmekten kurtuldu.
Ertesi gün Keğam Kavafyan başkanlığında, Arakel Çakıryan ve Aram Gesaryan’ın katılımıyla Galata Sürgünler Komitesi oluşturuldu. Komite 300 sürgünü karşılama, barındırma, sevk işleriyle ilgilenmeye karar verdi. Gerekli kolaylıkların sağlanması için İtilaf Devleri ve Osmanlı hükümeti temsilcileri ile ilişkiye geçildi.
Komite, parasızlık, yersizlik yanında hastalık korkusuyla yüz yüzeydi. Galata Rus Manastırı’nın Avusturyalı güçler tarafından boşaltıldığı bilgisine ulaşılınca, sürgünler aylık 1000 lira kira karşılığında manastıra yerleştirildi.
Barınaksızların sayısı kısa sürede 700-800 kişiye ulaştı. Ermeni izcilerin yardımı ile daha sonra Ermeni Kızıl Haç’ına devredilecek bir eczane ve aynı zamanda bulaşıcı olmayan hastalıklar için on beş yataklı bir hastane açıldı. Komitenin çabaları ile iki binden fazla sürgün Marmara kıyılarındaki memleketlerine sevk edildi.
Komite 30 Nisan 1919’da yiyecek, giyecek, elektrik, ısınma, mutfak eşyaları, sağlık, kira gibi giderleri yanında gelirlerini de içeren raporunu yayımladı.     
Kadıköy Sürgünler Heyeti
Mütarekeden sonra İstanbul’a gelenlerin ilk durağı Haydarpaşa Garı’ydı. Bu yüzden Kadıköy Ermenileri acilen bir komite oluşturdu. İlk kafilenin Galata’ya yerleştirilmesinden sonra İstanbul’a ulaşan 400-500 kişilik ikinci grubun önemli bir kısmı Kadıköy Aramyan Okulu’na yerleştirildi. Daha büyük bir kalabalığın geleceği bilgisi üzerine Serovpe Berberyan başkanlığında 16 kişiden oluşan Kadıköy Sürgünler Komitesi oluşturuldu. Komite, Haydarpaşa Garı Ermeni görevlileri ile işbirliği yaparak gelenlerin beslenme, sevk ve idaresi, dağıtımları, yolculuklarının düzenlenmesi için harekete geçti. Birkaç gün içinde Haydarpaşa’ya 900-1000 kişi ulaştı. Bu kişilerin barınmaları için Haydarpaşa çevresinde çadırlar kuruldu. Kadıköy komitesi bir anlamıyla göçmenlerin ilk dağıtım merkezi oldu.

En büyük üç sürgün kampı

İstanbul’da kurulan kampların en büyükleri Galata, Haydarpaşa ve Samatya’da kurulanlardı.
Galata
Galata Ermeni sürgünler kampının ilk binası 42 odadan oluşan Ruslara ait bir manastır binası, ikincisi ise Karaköy Getronagan Okulu bitişiğindeki bir bina oldu. Ağustos 1919’a kadar kampta barınan göçmen sayısı 400’dü, bu sayı zaman zaman 600’lere ulaştı. Eldeki raporlara göre, sürgünlerin %20’sini çocuklar, %50’sini aileler ve yetişkin kızlar, %20’sini ise gençler oluşturuyordu.
Galata, merkezi konumu nedeniyle, başka kamplara geçecek göçmenler için de günlük bir konaklama merkezi işlevi görüyordu.
Sürgünlerin kampta kalış süreleri, beslenmeleri belirli kurallara bağlıydı. Kampta eğitim ve sağlık konusunda da girişimler vardı; göçmenlere meslek edindirme amacıyla dikiş nakış ve çorap örme atölyeleri açılıyordu.
Haydarpaşa
İstanbul’un en büyük kampıydı. Bazı günler göçmen sayısı 2000’lere ulaşıyordu. Halep, Hama, Homs, Şam, Der Zor, Urfa gibi uzak yörelerden gelen pek çok göçmenin son durağı burası oldu. İstanbul’un yakın çevrelerinden, yani Yenice, İzmit, Sölöz, Yalova, Bandırma, Bahçecik’ten gelenler de önemli bir sayı oluşturuyordu. Daha sonraki dönemlerde ise Erzurum, Muş, Sivas, Tokat, Amasya’dan da kafileler ulaştı.
Samatya
Samatya Surp Kevork Kilisesi yönetim kurulu tarafından oluşturuldu. 16 Ekim 1918’de Surp Kevork Kilisesi avlusu ve Sahakyan Okulu bir kampa dönüştürüldü. Okul binası bir süredir ordu tarafından kullanılıyordu. 1918 Kasımında Yeşilköy kampında kalan göçmenler de buraya nakledildi.
Kamp semt sakinlerinden oluşan yedi kişi tarafından yönetiliyordu. Bu kampta binlerce insan kaldı. Samatya kampı, aynı zamanda İstanbul’da kurulan en uzun süreli kamp oldu. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında bile hâlâ bu kampta kalmaya devam eden insanlar vardı.
Arnavutköy Yetimhanesi

Yetimhane ‘zengini’ bir millet

İstanbul’a ulaşabilen sürgün kafileleri içinde çok sayıda yetim vardı. Anne veya babalarını, bazen ikisini birden kaybeden bu talihsiz çocukların bakımı, o dönemde İstanbul Ermenilerinin en önemli meselelerinden biriydi. Bu amaçla kentte pek çok yetimhane kuruldu.
Pangaltı Surp Hagop Hastanesi bitişiğinde, hastaneye ait bir bina yetimler kampı olarak düzenlendi. Kampın amacı, zor durumdaki çocukların özel bir kütüğe kaydedildikten sonra, temizlik ve sağlık kontrolünden geçirilerek kurulan yetimhanelere gönderilmesiydi. Diğer semtlerde yer alan yetimhanelerin başlıcaları ise şunlardı.
Hasköy
Hasköy Erkekler Yetimhanesi 24 Mayıs 1919’da Sürgünler Merkez Heyeti öncülüğünde Hasköy’lü Şahbaz Bey’in muazzam büyüklükteki beş katlı evinde açıldı. Hasköy sırtında yer alan bina, oyun, jimnastik salonları, hamam, ayakkabı, mobilya ve berber meslek atölyeleri için düzenlendi. Savaş döneminde kışla olarak kullanılan bölümleri ise sebze ve çiçek yetiştiriciliğine ayrıldı. Yetimhane binasında aynı zamanda derslikler, küçük bir poliklinik, yatakhaneler yer alıyordu.
Balat
Balat Ermeni Okulu bünyesinde kuruldu. Balat’ta daha önceden semt sakinlerinin yardımıyla 10-15 yetime bakılmaktaydı. Bu yetimler 3 Haziran 1919’da Merkezi Mütevelli Heyeti’ne bağlandı ve bir süre sonra 150 kız çocuğunun kaldığı bir yetimhaneye dönüştü. 40-50 kadar yetimin kaldığı Fatih Salmatomruk Ermeni Okulu binası yanınca, oradaki çocuklar da Balat Yetimhanesine taşındı.
Kızlar Kampı-Yetimhanesi (Kumkapı, Yerusağemadun)
Merkez Mütevelli Heyeti’nin talebi üzerine 1 Eylül 1918 günü Kumkapı Ermeni Patrikhanesi bitişiğindeki Kudüs Evi’nde açıldı. Burada kalan yetim sayısı 80 ile 100 arasında değişiyordu.
Kampın ve yetimhanenin yönetimini Bayan A. Minasyan başkanlığında B. Cevahiryan, Y. Cecizyan’dan oluşan bir kurul üstlendi.
Bakımsız olan binanın öncelikle su, çatı, pencere gibi eksiklikleri giderildi. Merkez Mütevelli Heyeti yatak ve giyecek sorununu çözdü. Kampa gelen kızların pek çoğunun üzerinde erkek elbisesi bulunmaktaydı. Aynı semtte oturan İngiliz Bayan Berges’in yardımıyla çocukların hepsine yeni kız elbisesi sağlandı. Burada kalan çocuklar çevredeki okullarda eğitim almaya başladı.
Yedikule
Merkezi mütevelli heyeti ile Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi arasındaki anlaşmaya göre hastane binasının önemli bir kolu yetimlere ayrıldı. Gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra 11 Ekim 1919 günü 7-14 yaş arası 150 erkek yetime açıldı. Yetimhanenin idaresi hastane yönetimine teslim edildi. Yetimlerin yemek, sağlık, giyecek gibi ihtiyaçları hastane tarafından karşılandı. Yetimhanede meslek atölyeleri kurularak çocuklara gelecekte iş bulma imkânı sağlandı.
Ortaköy
Yetimhane 1 Aralık 1918 günü semt sakinlerinin yardımlarıyla, 40 çocukla açıldı. İhtiyaçları mahalle sakinleri tarafından karşılanıyordu. Ancak yetim sayısı 100’lere ulaşınca maddi olanaklar yetersiz kaldı ve masraflar Merkezi Mütevelli Heyeti’nce karşılanmaya başlandı.
Yetimhane için semtin Hripsimyants Okulu tahsis edildi. Böylece yetimhane 79 karyolalı iki yatakhaneye, altı yataklı bir revire, ambara, yemekhaneyi ve mutfağa sahip oldu. İlk dönem 4-14 yaş arası 74 yetim varken, semtin diğer iki okulunun da yetimhaneye tahsis edilmesiyle sayı yüzlere ulaştı. Her bir yetime üç kat çamaşır, birer mendil, çorap, yüz havlusu, yün veya pamuk yatak sağlandı.
Anarad Hığutyun Surp Anna Yetimhanesi

Yetimlere kucak açan okullar

İstanbul’a ulaşan yetimlerin önemli bir bölümü ise mevcut okullar ya da yetimhaneler bünyesinde barındı ve eğitim gördü.
Eğitimsever Kadınlar Okulu
Eğitimsever Kadınlar Okulu’nun Nişantaşı’ndaki binasına 5-16 yaş arası 282 yetim kız kabul edildi. Yetimlere biri ev diğeri de okul olmak üzere iki bina tahsis edildi. Kızların elbise, iç çamaşırı, ayakkabı gibi ihtiyaçları büyük oranda Merkezi Yardım Heyeti tarafından
Ermeni Kızıl Haçı Şişli Kliniği
Bu klinikte süt bebeklerinden beş yaşına kadar olanlar ve fiziki gelişimlerini tamamlayamayan 6 yaşındaki yetimler barınıyordu. 31 Ekim 1919’da barınan yetimlerin sayısı 61’e ulaştı. Ermeni Kızıl Haçı Hastanesi de giderleri merkezce karşılanmak üzere 67 yetim kabul etti.  
Pera ve Samatya Surp Anna Yetimhanesi-Okulu
Anarad Hığutyun Okulları da yetim kabul etti ve kurulan iki yetimhane Surp Anna adıyla anıldı. Pera Anarad Hığutyun okulunda yetim kızlar öğrenim görmeye başladı. Surp Anna atölyelerinde normal eğitimin yanında temizlik, biçki dikiş ve özellikle iğne işleri öğretiliyordu.
Giderleri Merkezce karşılanan 6-14 yaş arası 120 yetim Samatya Anarad Hığutyun Okulu’nda barınıyordu. Trabzon ruhani önderi Hovhannes Episkopos Nazlıyan’ın girişimleriyle Samatya Surp Anna Yetimhanesi bitişiğindeki Alman Okulu da 22 Şubat 1918’de yetimhaneye tahsis edilir.
Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Yetimhanesi
Surp Pırgiç Hastanesi bünyesinde kurulan yetimhanenin tarihi oldukça eskiye dayanmaktadır. Çok yönlü, çok kapsamlı olan ve önemli rol oynayan bu yetimhane başlı başına bir konu olarak ele alınmayı hak ediyor. Agos’un önümüzdeki sayıları için bu konuda bir dosya hazırlayacağız.
Bakırköy Bezazyan Okulu
Merkez Mütevelli Heyeti himayesinde 8-16 yaşında 45 yetime yuva oldu.
Ortaköy Kızlar Yetimhanesi
1909 Adana katliamından kurtulan yetim kızlar için 1913’te açılmıştı. 1918’de Merkez Mütevelli Heyeti himayesine girdi ve burada 245 yetim barındı.
Hasköy Kalfayan Yetimhanesi
1866’da Sırpuhi Kalfayan tarafından kurulan okul 1900’larda yetimhaneye dönüştürüldü. Kızların eğitimi için önemli bir merkez oldu. 1915’te de yetim kızların bir kısmı bu okulda barındı.
Karagözyan Yetimhanesi
7-15 yaş arası 59 yetim kabul etti.
Pera Yetimhanesi

Bir halk muhtaçlarına sahip çıkıyor

İstanbul’a akın eden sürgünler arasında acil bakıma ihtiyaç duyan 14 yaş altında fazla sayıda erkek ve kız çocuk yer alır. Bu durumu dikkate alan 40’ı aşkın Ermeni ticaret adamı 5 Kasım 1918 günü Osmanlı Ticaret Bankası’nda toplanarak Arsen Arsenyan başkanlığında Hay Vorpakhınam (Ermeni Himaye-i Eftal ya da Ermeni Yetim Çocukların bakımı) kurarlar. Amaçları, yetim kalmış çocukların acil barınma ve beslenme ihtiyaçlarına çözüm bulmaktır. Özel bir komisyon oluşturarak yetimlerin kimliklerinin tespitini yaparlar, bazı durumlarda ailelerine ya da yakınlarına teslim edilmesini sağlarlar. İstanbul’un pek çok semtinde şubeler oluşturur, semtlerde açılan yetimhanelere yardım eder, gerekirse tüm sorumluğunu üstlenirler.
Nişantaşı Yetimhanesi-Okulu
20 Kasım 1918’de Şişli’de bir grup Ermeni bir yetimhane açma fikri ile yan yana gelir. Semt sakinlerinin maddi ve manevi desteği ile Nişantaşı Emin Efendi Sokak’ta büyük bir bina kiralanır. Karyola, yatak, elbise, masa, giyecek, yiyecek ihtiyaçları hazırlanır. Yetimhane 1 Ocak 1919’da 20 yetimle açılır. Bu sayı kısa sürede artarak 65 yetime, ardından 250 yetime yükselir. Yetimhanenin giderleri semt sakinlerinin aylık veya üç aylık bağışlarıyla karşılanırken sayının artması üzerine masraflar Merkez Mütevelli Heyeti ve American Board tarafından karşılanır.
Pera Yetimhanesi (Esayan Okulu içinde)
Ekim 1918’de 8-10 yetimin bakımıyla başlayan çalışma, tersaneye yanaşan Türk askerlerinin eğitim gördüğü Tirimüjgan vapurundan alınan 24 yetimin evlere dağıtımı ile devam eder. Ordu tarafından karargâh olarak kullanılan Esayan Okulu’nun boşaltılmasıyla yetimler bu okulda toparlanmaya başlar. Semtin mütevelli heyeti yetimlerin barınma, yiyecek, giyecek sorunlarını çözmek üzere on kişilik bir kurul oluşturur ve yetimhane 1 Ocak 1919’da faaliyete geçer. 1919 Ekim ayında sonunda yetim sayısı 125’e yükselir.
Beşiktaş Yetimhanesi
1 Ocak 1919’da Episkopos Naroyan öncülüğünde Lutfig Kuyumcuyan başkanlığında 14 kişiden oluşan heyet yönetiminde 22 yetimle açılır.
Arnavutköy Yetimhanesi
25 Aralık1918’de Arnavutköy-Bebek-Kuruçeşme Hayanıver (Ermeniliğe adanmış) Derneği öncülüğünde açılır ve bu derneğin adıyla anılır. Giderlerin önemli bir kısmını dernek organizasyonları, bağışlar ve Merkezi Yardım Heyeti’nin katkılarıyla karşılanır. 85 erkek, 15 kızdan oluşan yetim sayısı 1919’da 129 olur.
Boyacıköy Yetimhanesi
12 Kasım 1918’de semt sakinlerini tarafından açılır. İki kadın, üç erkekten oluşan yönetim yetimhanenin tüm giderlerini semt sakinlerinin katkılarıyla karşılar. Semtin Ermeni okuluna ait iki oda ve yemekhanesi yetimlere tahsis edilir. 7-12 yaş arası 11 yetim kız barınır ve aynı okulda diğer öğrencilerle birlikte eğitim görür.
Kadıköy Yetimhanesi
3 Ocak 1919’da Kadıköy kilisesi mütevelli heyetinin girişimiyle faaliyete geçer. Gerekli hazırlıkların tamamlanmasıyla 27 Mart 1919’da kendilerine teslim edilen 42 yetimle açılır. Yetimhane giderleri semt sakinlerinin aylık ve üç aylık bağışlarıyla, daha sonra ise Merkez Mütevelli Heyeti’nin katkılarıyla karşılanır. Yetimhane, Aramyan Okulu içindeki bir binada yer alır. Yetim sayısı daha sonraki dönemde 100 çocuğa ulaşır.  
Üsküdar Yetimhanesi
13 Kasım 1918’de Selamsız, İcadiye ve Yenimahalle Ermeni mütevelli heyetlerinden 12 kişiden oluşan bir komisyon tarafından Surp Haç Kilisesi’ne ait bir evin yetimhaneye dönüştürülmesiyle açılır. Açılışta 55 olan yetim sayısı daha sonra 152 olur. Bu nedenle kimi itirazlara rağmen Home School binası kiralanır ve yetimhane oraya taşınır. Aynı zamanda Berberyan Okulu’nun bir bölümü de kamp olarak kullanılır. Giderleri bağışlar ve Merkez Mütevelli Heyeti tarafından karşılanır, yetimler semt okullarında eğitim görür.
Gedikpaşa Yetimhanesi
11 Kasım 1918’de bir grup semt sakininin Yetimleri Himaye Komisyonu kurmasıyla başlar. 16 erkek yetim uygun bir bina bulunana kadar kilise idare binasına ait iki odada barınır. Yetimlerin sayısının artması üzerine Ocak 1919’da Surp Hovhannes Kilisesine ait özel bir binaya taşınır. Giderleri küçük bağışlar, American Board ve Merkezi Mütevelli Heyeti tarafından karşılanır. Yetimhanede tümü erkek olan 7-15 yaş arası 46 yetim barınır.  
Narlıkapı Yetimhanesi
10 Ocak 1919’da semt sakinlerinin Simon Çömlekçiyan başkanlığında oluşturduğu bir heyet tarafından 12 yetimle açılır. Giderleri aylık bağışlar ve American Board ve Merkez Mütevelli Heyeti tarafından karşılanır. 16 kız, 49 erkekten oluşan yetimler Ermeni okullarına ait iki binada kalır.
 
Kaynakça:
1. Kurken Etilyan, Kağtanagan Vorpanotsner (Göçmen Yetimhaneleri), 48 sayfa, Tiflis 1916, Ebokha Matbaası.
2. Azkayin Khınamadarutyun, Inthanur Değagakir (Ulusal Yardım ve Bakım Organizasyonu, Genel Rapor) 1920, İstanbul, M. Hovagimyan Matbaası, 510 sayfa.
3. Mütareke İstanbul’unda Ermeni Faaliyetleri, Önder Duman, Ermeni Araştırmaları Dergisi, Sayı 16-17.
4. Kağtanagan Vorpanotsner (Göçmen Yetimhaneleri), adlı çalışmada yer alan yetimler ile ilgili detaylı listeler Gomidas Enstitüsü tarafından dijital hale getirilmiştir. İlgi duyan okuyucularımız www.gomidas.org/submissions/show/14sitesinden For full article bölümünde yer alan 151 sayfalık listenin tümüne ulaşabilir.

Tuesday, April 22, 2014

AGHET - A Genocide (Armenian Genocide) [English language]


AGHET [produced by NDR (German public television)], a new award-winning documentary made by German filmmaker Eric Friedler compellingly proves the truth of the genocide of the Armenian people. Using the actual words of 23 German, American and other nationals who witnessed the events, and armed with archival materials, AGHET expertly takes on the challenge that PM Erdogan hurled at the world by stating: »Prove it.« AGHET incorporates never-before-seen footage and documents - making it one of the best researched and presented documentaries on the Armenian Genocide. More than just a historic retelling of the Genocide, the film also delves into the ongoing campaign of denial that the Turkish government has mounted since these events occurred in World War I.

AGHET was debuted on NDR in April, 2010. Friedler has assembled an impeccable cast, who bring to life the original texts of German and U.S. diplomatic dispatches and eyewitness accounts, interspersed with never-before-seen footage of the Genocide and its political aftermath. The film, applauded by Nobel Prize laureate Gunter Grass, has sparked renewed debate throughout Europe and has won several international awards. It is now being showcased around the world on television, in major film festivals and has been seen by members of the U.S. Congress.
The documents presented in AGHET, amongst others, come from the Ministry of Foreign Affairs in Berlin, the American National Archives, the Library of Congress and archives in France, Denmark, Sweden, Armenia, Russia and Turkey. The military archives of Turkey, though, are still not publicly accessible.
Besides, Turkey is in possession of the microfilms of the German, diplomatic, original-documents from the Ministry of Foreign Affairs in Berlin for more than 10 years. These microfilms however, have not yet been translated into Turkish and consequently are still unapproachable for the Turkish historiography, the Turkish historians and the general Turkish public. Down to the present day there was no reaction from Turkey concerning this enormous German evidence.

AGHET represents a significant contribution to political and cultural awareness not only for Armenians worldwide, but also more importantly for the non-Armenian world community.
 ***
Brief list of those states which have acknowledged the Armenian Genocide:
• Town council of Cerchiara di Calabria, Italy – 2011
• Brazil, Campinas (Sao Paolo), Resolution – December 16, 2011
• Sweden_Parliament_Resolution – March 11, 2010
• U.S._House Committee_Resolution – March 4, 2010
• U.S._House Committee_Resolution – October 10, 2007
• Chile, Senate, Resolution – Jule 07, 2007
• Argentina, Law, January 11, 2007
• Argentina, Senate, Special Statement – April 19, 2006
• Lithuania, Assembly, Resolution – December 15, 2005
• European Parliament, Resolution – September 28, 2005
• Venezuela, National Assembly, Resolution – July 14, 2005
• Germany, Parliament, Resolution – June 15, 2005
• Argentina, Senate, Resolution – April 20, 2005
• Poland, Parliament, Resolution – April 19, 2005
• Netherlands, Parliament, Resolution – December 21, 2004
• Slovakia, National Assembly, Resolution – November 30, 2004
• Canada, House of Commons, Resolution – April 21, 2004
• Argentina, Senate, Declaration – March 31, 2004
• Uruguay, Law – March 26, 2004
• Argentina, Draft Law – March 18, 2004
• Switzerland (Helvetic Confederation), National Council, Resolution – December 16, 2003
• Argentina, Senate, Resolution – August 20, 2003
• Canada, Senate, Resolution – June 13, 2002
• European, Parliament, Resolution – February 28, 2002
• Common Declaration of His Holiness John Paul II and His Holiness Karekin
II at Holy Etchmiadzin, Republic of Armenia – September 27, 2001
• Prayer of John Paul II, Memorial of Tzitzernagaberd – September 26, 2001
• France, Law – January 29, 2001
• Italy, Chamber of Deputies, Resolution – November 16, 2000
• European Parliament, Resolution – November 15, 2000
• France, Senate, Draft Law – November 7, 2000
• Lebanon, Parliament, Resolution – May 11, 2000
• Sweden, Parliament, Report – March 29, 2000
• France, National Assembly, Draft Law – May 28, 1998
• Belgium, Senate, Resolution – March 26, 1998
• Lebanon, Chamber of Deputies, Resolution – April 3, 1997
• U.S., House of Representatives, Resolution 3540 – June 11, 1996
• Greece (Hellenic Republic), Parliament, Resolution – April 25, 1996
• Canada, House of Commons, Resolution – April 23, 1996
• Russia, Duma, Resolution – April 14, 1995
• Argentina, Senate, Resolution – May 5, 1993
• European Parliament, Resolution – June 18, 1987
• U.S., House of Representatives, Joint Resolution 247 – September 12, 1984
• Cyprus, House of Representatives, Resolution – April 29, 1982
• U.S., House of Representatives, Joint Resolution 148 – April 9, 1975
• Uruguay, Senate and House of Representatives,Resolution – April 20, 1965
• U.S., Senate, Resolution 359 – May 11, 1920
• U.S., Congress, An Act to Incorporate Near East Relief – August 6, 1919
• U.S., Senate, Concurrent Resolution 12 – February 9, 1916
• France, Great Britain, and Russia, Joint Declaration – May 24, 1915

Monday, April 21, 2014

Kesab’dan Vakıflı’ya çirkin şovun iç yüzü

Kesablı yaşlı Ermeniler, muhalifler tarafından Türkiye’ye getirildi ve bir şov malzemesi olarak kullanıldı. Gazete sutunlarını, “Türkiye Ermenilere kucak açtı” minvalinde haberler süsledi. Vakıflıköy’e giden Karin Karakaşlı, Kesab’dan getirilen Suriyeli Ermenilerle görüşerek olayın iç yüzünü yazdı.
10 Nisan 2014 Perşembe 15:33


KARİN KARAKAŞLI
karinkarakasli@agos.com.tr

FOTOĞRAFLAR: BERGE ARABİAN
Önce bir silah sesi, sonrasında çığlıklarla gökyüzünde uçuşarak dağılan bir kuş sürüsü… Kesab’daki Ermeniler denince aklıma gelen ilk imge bu. Ermeniler ve Kesab, bin yıllık bir tarihten sonra ayrı düştü. Çok değil, Suriye’deki son iki yıllık savaş dehşetinde bile cennet mekân kalan ve Halep başta olmak üzere bombaların yağdığı şehirlerden can havliyle kaçanların kendini attığı o bir zamanların sayfiye yeri Kesab, artık bir hayalet şehir. Son ana kadar kasabada kalan kırk kadar yaşlı Ermeni’nin yarısı da şimdi Vakıflı Köyü’nde.
Talihin cilvesi bizi böyle buluşturacakmış, diyor hepsi de. Ne de olsa iki köy de aynı tarih ve coğrafyanın devamı. Ermenicenin aynı yerel ağzını konuşuyor, usul usul anlaşıyorlar. Büyük şehirlilerin rüyası, portakal ve limon bahçeli Vakıflı Köyü, bir sığınma yeri olmuş. Köyün iki pansiyonuna yerleşen Kesablı Ermeniler arkalarında kalan dehşeti, önlerindeki belirsizliği ve bir masal gibi sayıkladıkları eski hayatlarını bir arada sırtlıyor.
O yükten nasipleniyorum yanlarında ben de. İçimde 21 farklı hikâye var. Büyük politikaların ve küçük entrikaların savurduğu bu insanların her biri, kendi hayatını emanet ediyor aslında. Ve yazmaya koyulurken en çok onların onurunu ve bu hayatların özgünlüğünü korumanın derdindeyim aslında. Ellerinde minik plastik poşetler, üstelerinde haftalardır kalan tek kıyafetleri ile geldikleri bu yerde, hikâyelerini de ellerinden çalarsan, neleri kalır geriye?
Savaşı yaşayanla, teninde hissedenle doğrudan karşılaşmak başka bir terbiye. Anaokul öğretmeni Dzovinar Sulyan’ın deyişiyle “Dayağı yiyen ile sayanın durumu bir olmaz.” Herkes o dayağın acısını hafifletmenin derdinde. Sabah, öğlen, akşam Vakıflı Köy’ün sakinleri, bu Tanrı misafirleri için nöbetleşe sofralar kuruyor. Her biri  evinin, bağının, bahçesinin, koyununun, meyvesinin yasını tutan bu insanları sığındıkları odalarda rahat ettirmeye çalışıyor. Televizyonlar Lübnan, Suriye, Mısır ve Ermenistan kanallarına ayarlı. Aileler pür dikkat hava durumu izler gibi, Kesab’la ilgili son haberleri dinliyorlar. Sanki haberlerde bahsedildikçe, bir kâbustan uyanıp da bunları gerçekten yaşadıklarına ve dahası o kâbus öncesinde sıradan güzelim hayatlara sahip olduklarına inanmak ister gibiler. Gerisi derin suskunluk...
Burası kayıt makinelerinin iflas ettiği yer. Uzatacak mikrofonum yok. Dizlerinin dibinde oturmayı, dinlemeyi, anlamayı, anlatmayı deniyorum. Onlar konuştukça muhaliflerin hazırladığı ‘Ermenilerin kılına zarar vermedik’ mizanseni ve bu mizansende Türkiye’nin  rolü apaçık ortaya çıkıyor. Hepsi de üç gün içinde olup bitenlere gafil avlanmış. Kaçabilenler gitmiş, geriye kalan kelaynaklar ise evleri kuşatan muhalif grupların elinde Kesab’daki bir Haleplinin genişçe evinden, Halep yolu üzerinde Dama’daki bir çiftliğe, oradan sınıra ve nihayet Vakıflı Köyü’ne kadar sürüklenmiş. Çiftlikte her an öldürülmeyi bekleyerek geçirdikleri o iki haftayı, bitmek bilmez yolları ve kucaklarında bitiştirdikleri ellerine bakıp da anlattıkları eski hayatlarını paylaştılar.
İlk durak
Üç erkek kardeş Hagop, Asbed ve Babken Curyan ile Babken’in Lübnanlı eşi Nıvart, benim hikâye yolculuğumun da ilk durağı oldu. Kardeşlerin yeşil gözlü yaşlı anneleri Karun’u ise sonradan pansiyon odasında görüyorum. Kesab doğumlu kardeşler, bir dönem yerleştikleri Lübnan’ı da iç savaş yüzünden terke etmek zorunda kalmış. O  dönem hepsi de oto tamirciliği, eczacılık gibi farklı işlerde çalışırken Kesab’da da çiftçilik yapmışlar. Hagop Bey “Evimizi, toprağımızı bıraktık. Ben gelmişim 75 yaşıma, bu yaştan sonra dilenecek miyiz? Burada çok şükür her şeyimizle ilgileniyorlar ama biz alışmamışız ayağımıza yemek getirilmesine. Çalışmak isteriz” diyor.
Asbed Curyan sözü alıp o son üç günü anlatıyor: “Üç yılda hep bir saldırı dedikodusu olurdu. Son hafta da Facebook’ta burayı işgal edecekleri şeklinde bir şeyler okuyanlar olmuş. On beş gün önce Perşembe akşamüstü bombalama başladı. Cuma da artınca, arabası olanlar panik halinde kaçıştı. Cumartesi gününe kadar mukavemet eden askerler vardı. Sonra ne oldu anlamadık, birden milisler evleri kuşattı. Anladık ki askerler çekilmiş. Telefon, internet kesildi. Pazar sabahı kapıya dayandılar. Hepsi uzun sakallıydı. Kapıları kırıp ellerimizi havaya kaldırdılar. Bizi önce ev sahibi Halepli olan birinin büyükçe evine götürdüler. Hepimizi gruplar halinde orada topladılar. İki gün orada mahsur kaldık. Ameliyat olmuştum, eve gidip ilaç almak için izin istedim. Başka bir şey alamadık. Evin içi yağmalanmış, kapıya motosikletle girmişler, motosiklet yan yatmış, benzin akmış yerlere. Cam çerçeve inmiş. Sonrasında da bir daha ev bark görmedim zaten.”
Tutsakların ikinci konaklama yeri, Halep yolu üzerinde Kürt Dağı da denen Dama olmuş. “Çiftlik yeriydi. Ama tavuklar dahil ortalıkta hiçbir şey yok. Beton üzerini boydan boya halı kaplamışlar. Dua ettiklerini söylediler. Ayakkabılarımızı çıkarıp girdik. Hiç eşya yoktu içerde. Her birimize ikişer battaniye verdiler. On beş gün orada kaldık. Yemek verdiler. Arada bol bol Müslümanlık vaazı da verdiler. Gelin siz de dönün bu dine, dediler. Önce herkese Kesab’daki evlerine döneceğini söylediler. Çiftlikten çıkınca doğrudan tepedeki Katolik Kilisesi’ne götürdüler. Televizyon kanalları hazır bizi bekliyordu. Bizi çektiler. Eve dönüp eşyamızı toplayalım dedik. Gideceğiniz yerde, Türkiye’de her şey olacak deyip izin vermediler. Pasaport ve kimliklerimize de el koymuşlardı. Onları sonradan dağıttılar ama bir kısmımızınki halen eksik.”
Kayıplar ev bark ve kimlikle sınırlı değil. Babken Curyan’ın eşi Nıvart’ın Lübnan’da bir kızı bir de minik torunu var. Ama aklı fikri 23 yaşındaki oğlu Kevork’ta. Milisler oğlanı almış götürmüş. O gün bugün kendisinden tek bir haber yokmuş annenin bildiği. “Oğlum mutfak yapımında çalışır. Bahçe işleriyle uğraşıyordu bir de son günlerde. Ayağında askeri botlar vardı iş yaparken. Acaba onun için mi götürdüler?” diye soruyor.
Bazı soruların cevabı yoktur. Susuyorum.
‘Üç yüz koyunum gitti’
Yesayi Ayntablıyan, kızkardeşi  Silva, eşi Hasmig ve 35 yaşındaki kızı Ani Ayntablıyan ile gelmiş Vakıflı Köyü’ne. 1958’de yabancı okullar kapatılınca yarıda kalan Amerikan Lisesi’ndeki eğitimine yanıyor halen. Abisi, “Lübnan’daki Kesab” diyebileceğimiz Ancar’a gitmiş, oradan elektronik mühendisi olarak ABD’ye geçmiş. “Ailede biri de fedakârlık edecek ne yapalım?” diyor.
Yanlış anlaşılmasın, karşımda gerçek bir savaşçı var. “Suriye’de elma ağacı konusunda üzerime yoktur. Eşimle birlikte 11 elma ağacı ile başladık, 2 güzel bahçe kurduk” diyor gururla. Arap-İsrail savaşı sırasında bahçeye yakın yere bomba düşünce Yesayi Bey’i de tutuklamışlar. Suçsuz yere 45 gün askeri hapishanede işkence görmüş, ardından salıverilmiş. Merkez yerdeki güzel topraklarını da mafya usulü kaçırıp tehdit ederek ele geçirmeye çalışmışlar. “Ben hep sıfırdan başladım hayata. En son da bu sürüyü büyüttüm yıllarca. Şimdi bilmem ki ne oldu 300 koyunum.”
“Patlama olduğunda dağda koyunları otlatıyorduk. Daha önce uçağın düşürülüşünü de gördük. Kızım, sınırdan askerlerin çekildiğini söyleyince endişelendim” diye anlatıyor  son dönemi ve ekliyor: “Demeye kalmadan Allahuekber sesleriyle milisler geldi. Kızıma başını kapatması için bağırdılar. Kendi şapkamı verdim ona. Silah sordular. Dedik yok bizde silah. Cep telefonlarını aldılar. Tıktılar bizi o çiftliğe. ‘Korkmayın bizim Ermeniyle işimiz yok. Derdimiz Alevilerle. Alevi, babam olsa gebertirim’ dediler. Dönüş yolunda da Katolik Kilisesi’ne soktular. ‘Göreceksiniz kiliseyi temizledik. Bir tek haçını indirdik’ dediler. ‘Pis miydi ki kilise’ diye sordum. Cevap vermediler. Kilisenin içi televizyoncularla dolmuş. Biz Der Voğormya diye dua ederken kameraya çektiler. Zaten tam o anda da bomba patladı. Gördünüz mü Esad’ın adamları bombalıyor” dediler. Yine yola çıkarılıp sınırda Yayladağı Kaymakamı tarafından karşılandık. Bize yemek verildi ve Vakıflı’daki Ermenilerin yanına gideceğimiz söylendi. Şimdi işte burdayız.”
Evin içinden pek çıkamayan Halepli iki akraba Anahid Aharonyan ve Nerses Tangukyan’ın yanına gidiyorum. Yaşlı bir nine de döşekte yatıyor. Bahsi geçen tüm o çiftlik günlerinden bu kadar yaşlı insanların nasıl geçtiği ayrı bir muamma. Anahid Hanım, Nerses Bey’in ayaklarını gösteriyor. “İyi kötü yürüyebiliyordu bastonla. Günlerdir sandalye üzerinde oturmaktan, betonda yatmaktan bak nasıl şişti şimdi. Bizi buracıkta öldürün dedik. Olmaz dediler. Kucaklarda taşıyıp zorla arabalara bindirdiler.”
‘Sen çalışırsın, onlar yer’
Yine yatakta yanına vardığım Zaven Hovsepyan da yollarda bitap düşmüş. 35 yıllık beton ustası ve bahçıvan Zaven Bey, “O ki azınlıksın, sen çalışırsın onlar yer” diye özetliyor tekmil hayatını. Rejim  zamanında  da Kesab’daki yaklaşık 500 bahçıvanın her gün birer kasa rüşvet verdiğini ama hayatları boyunca 500 kasalık gelirleri olmadığını anlatıyor. Kasabanın bir anda boşaltılmasına ve Ermenilerin bu duruma gafil avlanmasına öfkeli. “Bizim idareciler sahne gördü mü ‘Çok yaşasın dilimiz, var olun halkımız’ diye atıp tutar.  Ama iş icraata gelince sıfır. Zaten halkın üçte biri Muhaberat’a çalışan muhbir olmuş. Birleşme denen şey yok. Kiliselerin din adamları vaazlarını bile onay için rejime sunmak zorunda. İşte şimdi bu haldeyiz.”
Iraklı eşini kaybetmiş. Kızı, kendi deyişiyle yabancıyla evlenmiş. ABD’deki kardeşlerle bağı kopuk bu son dönemde. Bir hayali Ermenistan kalmış, oraya varmak istiyor. “İki dedem de çöllerde öldü. O dönem Fransa üzerimize güldü, şimdi bu topraklar kime yar olacak?” diye soruyor. Aklı da Kesab’da kurulan müzede kalmış. “Dünyanın dört bir yanından Ermeni kültürüne dair parçaları getirdiler. Bak şimdi Kesab kendi paramparça oldu.”
O dağılmışlığın en kıymetli parçaları şimdi Vakıflı Köyü’nde. Türkiye Ermeni toplumu için de soydaşlarına el uzatma, bildik bir acıya derman olma vakti. Surp Asdavazin Ermeni Kilisesi Vakfı’nın hesabı, (Ziraat Bankası Hesap No:  33222327-5001 Iban: TR83 0001 0004 4633 2223 2750 01) herkesin katkısını bekliyor. Elbette anlattığım bunca hikâyenin maddi olarak telafi edilebilecek bir yanı yok. Ama her tür desteğin Kesab ile Vakıflı Köyü’nü aynı Ermenice ağızda buluşturan o geçmişi anımsayıp, geleceği birlikte inşa etme gibi bir anlamı var.
Bana emanet edilen hikâyeler bunu emrediyor. Ben de şimdi o hikâyeleri sizlere teslim ediyorum.

 

Bir Rus aristokratı: Movses Arabian

Beni ayağa kalkarak karşılayan hüzünlü beyefendi Marc Chagall’ın tablolarındaki ince uzun yüzlü, derin bakışlı erkekleri anımsatıyor. Movses Arabian ve kızkardeşi Marta Arabian, kışı Lazkiye’de yazı Kesab’da geçiren ve birlikte yaşayan iki kardeş. Sürgün yolunda kaybolan Marta Arabian’ın ilaçlarına muadil aranıyor. Başı döndüğü için elinde bir baston var sürekli. Bir ağaç dalını anımsatan o bastonu için “Kesab’dan getirdim. Yaslanıyorum ki burada düşmeyeyim” diyor.  Dünyanın en güzel ifadelerinden birinin sahibi Movses Arabian ise “Ermenistan ve ABD’de akrabalarımız var. Beni bu saç sakalla görmelerini istemem” diyerek sadece arkadan fotoğraflanmayı kabul ediyor. İki kardeş de durumlarının ne olacağı belli olana kadar protesto olarak en eski kıyafetleri ile durmaya karar vermişler.
Sonraki saatlerde Movses Bey’i Vakıflı Köyü’nün yokuşunu arşınlarken görüyorum. Kesab’da da hep böyle yürüyüşe çıkarmış. Hiçbir yere sığamaz bir hali var. Tam Lazkiye’deki evlerine doğru yola çıkacakları Cumartesi günü, milisler evi kuşatmış. Kendisinden diğer Ermeni evlerini göstermesini istemişler. Sonrası upuzun bir yol. “Ablam yürüyemez” deyince, şoförü yaralı bir milisin aracıyla Halepli’nin geniş evine gelmişler. “Akşam çok soğuk oldu. Evim bir kilometre ötede. Gidip ayakkabı, ceket alalım dedim. Yanımıza birini verdiler. Yürüdük, evden iki küçük poşetle bizi yine arabalara koyup Dama tarafına götürdüler” diye anımsıyor.
Beton yerleri halı kaplı, döşeği, koltuğu, kanepesi olamayan bu çiftlikte kadın ve erkek olarak iki gruba ayrılıp üzerlerinde iki battaniye ile iki hafta kalmışlar. “Beş vakit namaz kılıyor, siz niye dua etmiyorsunuz diye bizi de çağırıyorlardı” diye anımsıyor Movses Arabyan o dönemi. “Ben de günde üç kere ve Pazar günleri kilisede dua ettiğimizi anlattım.” İsa Mesih’in Tanrı’nın oğlu olmadığını söyleyip haçı yere çalmışlar. Movses Arabyan, o günlere dair konuşurken en çok kaybettiği poşetini anlatıyor. Eve girerken kargaşada el konan poşete dair yaşadığı gelgit, psikolojik savaşın ibret hikâyesi:  “İçinde defterler ve başka şeyler vardı. Girişteki nöbetçiye söyledim. Bugün geç oldu yarın bakarız, dedi. Ertesi gün söyledim. Bizim büyüğümüz Emir’e sorarız dedi. En sonunda Emir’e de söyledim ama bir iki parçası dışında poşeti bulamadım.” 
Kesab’da kilisede onları hazır nazır bekleyen televizyoncuları ve tam da o anda patlaması tutan bombayı hafif gülümseyerek anlatıyor o da. “İradeleri olunca bizi hududa götürdüler” diye özetliyor sürecin sonunu.
Akşam yemeğine, atkısını sarmalayarak yaptığı muhteşem bir kalpakla katılıyor. Bedenen buradalar ama iki kardeşin de gözü bir an önce Lazkiye’ya dönmekte. Movses Arabian’dan geriye bir de o sözü kalıyor: “Or mın e gantsni, keri martı inç gısbase/Gündür geçer, esir insan ne bekler…”

 

‘Tanrım neredeydin acaba?’

Serop ve Dzovinar Sulyan, akşam sofrasında karşılaştığım diğer iki misafir. Kilise jamgoçu olan Serop Sulyan, kalın beyaz bıyıkları ve yün takkesi ile William Saroyan öykülerinden fırlamış gibi. Travma sonrası, belki de hayatının en tayin edici şeyini söyleyerek başlıyorsundur artık konuşmalara, çünkü o da pat diye “1961’den 68’e tam 7 yıl askerlik yaptım Suriye’de” diye giriyor söze. İkinci cümlesi de hayatının diğer sac ayağını tamamlıyor. “On yaşında şabik giyerek ayinlerde yerimi aldım. O gün bugün kilisedeyim. Kilisemizin papazı Halep’ten gelirdi. O gidince ben sahip çıktım her şeye. 8 farklı makamla ilahi söylerim.”
Eşi Dzovinar ise anaokul öğretmeni. İki yıl sonra emekliye ayrılıyormuş. Olayların patlak verdiği hafta sonunun arifesine, öğretmenler ve anneler günü denk gelmiş. Tatil sonrası bir bakmış ki en büyüğü altı yaşında olan okulun minik kuzucukları ortada yok. Milisler tarafından alıp götürüldükleri o esaret günlerini anlatırken gözleri ağlamaktan kıpkırmızı: “Ölümü her an tenimizde hissettik günlerce. Çeçen, Libyalı, Mağripli, Mısırlı, Vahabi karışıktılar. Kesab’daki evde üst kattan bulup getirdikleri ne kadar Meryem Ana heykeli ve haç varsa gelip önümüzde yerde paramparça ettiler. Günler sonra Kesab’daki o Katolik Kilisesi’ne doğru sokarlarken bizi, bir de baktım ki ortalıktan ne bir kuş kalmış, ne de bir kedi. Ağaçlar desen, hep kapkara.” Gözünü hırsla silip bana bakıyor bir an. ”Okula bakamadım. Karanlıktı göremedim hiç. Çocuklar hâlâ rüyama giriyor.” Başını eğiyor sonra. Kucağına doğru fısıldıyor. “Tanrım, neredeydin acaba?”

 

‘Bir kadın  sevdim  ayrıldık, bir daha da evlenmedim’

Gönlümü çalan bu beyefendi kendi gelip beni buldu. Zaten öte türlü bakışlarıyla karşılaşıp konuşmak mümkün olmazdı. Fazla ortalıkta görünmeyen, canı istemediğinde hemen bir köşeye çekiliveren biri o. Hokis, canım diyerek başladığı konuşmasının ilk cümlesi de bir soru oldu: “Bil bakalım ben kaç yaşındayım?” Bilemedim yaşını, bilemeyeceğim ve göstermediği kadar yaşlı olmasının gururuyla “88 yaşındayım” dedi ve ekledi. “1 Mayıs doğum günüm.”
Hagop ve Vazken Giragosyan iki kardeş olarak buradalar. Hagop Bey fotoğrafçı. Yedi ayrı kamera ile bir ömür ve son gün, son ana kadar işinin başında çalışmış, Vazken Bey ise ayakkabıcı. Resim çekilmek istediler benimle. “Hatıramız olsun” dedi Hagop Giragosyan ve ben soru soramadan ikinci ve üçüncü cümlelerini sıraladı. “Hayatımda bir kez âşık oldum, ayrıldık. Bir daha da evlenmedim. Dünyanın bütün güzel çocukları benimdir.”
Akşam yemeğinde Hagop Giragosyan’ın dizinin dibine oturdum. Başından hiç çıkarmadığı kasketin içerisinde sakladığı anahtarı gösterdi. Elimi silmem için cebinden peçete çıkardı. “Temiz, bunu al” dedi. Geldiği gibi de sessizce çekildi odasına, yemekten sonra. Hagop Giragosyan’a hiç soru sormadım ama en çok onu anladım. Gece evde Berge’e “İnsan bunca şey yaşadıktan sonra ilk olarak aşkını mı anlatır?” diye sordum. “Tabii öyle yapar, ben de öyle başlardım konuşmaya” dedi. “İyi de, sen de sıradan ve iyi bir örnek değilsin bu konuda” dedim, gülüştük karşılıklı. Sonrasındaysa ikimizin de çok etkilendiği insana dair en tayin edici bu tespiti paylaştı. “Biliyor musun, bu bir hasret hikâyesi. Önce aşkını kaybetmiş, bir ömür hasretini çekmiş. Şimdi evini, yurdunu kaybetmişken, ilk hasretine geri dönmesinden daha doğal ne olabilir?..”

 

15 gün süren esaret

Geçtiğimiz hafta, Sırpuhi ve Satenik Titizyan kardeşlerin Vakıflı Köyü'ne gelişi üzerine, Türkiye ve dünya kamuoyuna yayılan Kesablı Ermenilerle ilgili gelişmeler, 5 Nisan Cumartesi gecesi yaş ortalaması hayli yüksek 19 Kesablı Ermeni'nin daha Yayladağı'ndan giriş yaparak köye gelmesiyle, bir kez daha gündeme geldi.
Rejim askerlerinin çekilmesi ve muhalif milislerin evlerini kuşatması üzerine tutsak düşen, önce Halepli bir Ermeni'nin el konan konağında, ardından Dama ya da Kürt Dağı diye bilinen Halep yolu üzerindeki bölgede boşaltılmış bir çiftlikte alıkonan kafile, yaklaşık on beş günlük bir tutsaklıktan sonra hududa getirildi.
İlk gün, Türk Kızılayı'nın da kıyafet ve eşya yardımında bulunduğu Kesablı Ermeniler,Vakıflı Köyü içerisindeki iki pansiyona yerleştirildi. Sabah, öğlen ve akşam öğünlerini her seferinde köyün bir sakini üstleniyor. Yemeklerini köy halkıyla birlikte yiyorlar ve civar Alevi köyünden de vatandaşlar yemekler konusunda dayanışma gösteriyor. 9 Nisan Çarşamba günü ABD'nin Adana Konsolosu Elçisi John Espinoza'nın da köyü ziyaret ederek bizzat eşlik ettiği yemek, Alevi komşular tarafından tedarik edildi.
Haftalardır süren korku ve dehşet sonrası, ileri yaşlarda olmanın da etkisiyle çeşitli sağlık sorunlarıyla boğuşan Kesablılar, kendilerine kucak açan Vakıflı Köyü, ardlarında bıraktıkları memleketlerine coğrafi ve tarihi açıdan çok yakın görseler de akılları halen aile ve akrabalarının barındığı Lazkiye ya da Halep'e geri dönebilmekte. Suriye ile Türkiye arasında doğrudan diplomatik ilişki olmadığından, öncelikle Lübnan'a ulaşmayı istiyorlar. Bir kısmı yakınları olduğu için Lübnan'a yerleşmeyi düşünüyor. Ancak maalesef bazılarının pasaportuna el konulmuş. Türkiye Ermenileri Patrikliği adına Başepiskopos Aram Ateşyan, Antilias Gatoğigosu I. Aram’ı arayarak, Vakıflı Köyü’ne sığınan Kesablılara yardımı olmasını istedi. I. Aram ise konuyla yakından ilgilendiklerini ve ellerinden gelen her türlü yardımı yapacaklarını ifade etti.  Türkiye Ermenileri Patrikliği Ruhani Kurulu adına 5 bin TL bağışla açılan yardım kampanyası için 3 hesap numarası bildirildi.

 
Kesablı Ermeniler İçin ibaresiyle TL Hesabı: Türkiye Ermenlieri Patrikliği Yapı Kredi Bankası - Kumkapı şubesi, şube kodu:047, hesap no: 11549696 IBAN Kod: TR430006701000000011549696
Kesablı Ermeniler İçin ibaresiyle Euro Hesabı: Türkiye Ermenileri Patrikliği Yapı Kredi Bankası - Kumkapı şubesi, şube kodu:047, hesap no: 23634286 IBAN KOD: TR570006701000000023634286
Kesablı Ermeniler İçin Dolar Hesabı: Türkiye Ermenlieri Patrikliği Yapı Kredi Bankası - Kumkapı şubesi, şube kodu:047, hesap no: 11549769 IBAN KOD: TR120006701000000011549769

Sunday, April 20, 2014

Oleg Dou

Oleg Dou is a Moscow based photographer who mixes photography with design

Oleg Dou transforms photographic images of human faces, manipulating them with computer software to produce stylized features and airbrushed skin. When Dou’s parents, a painter and dress designer, gave him a copy of Photoshop at age 13, he began to alter images of his school friends’ and teachers’ faces. Initially inspired by a 19th-century tradition of capturing child funeral portraits, for which the body would be dressed in costume and prepared in intricate detail, Dou is interested in producing images that are both alluring and unsettling. “I am looking for something bordering between the beautiful and the repulsive, living and dead,” he has said. “I want to attain the feeling of presence one can get when walking by a plastic manikin…”

Cheburashka 2. 2011 - Help Japan © Oleg Dou




Bambi. 2008 © Oleg Dou

Batman. 2008 © Oleg Dou
Cheburashak. 2008 © Oleg Dou

Cell. 2007 © Oleg Dou



Dasha. 2009 © Oleg Dou

Duza's Tears. 2008 © Oleg Dou

Ira's Tears. 2008 © Oleg Dou

Letters. 2007 © Oleg Dou

Masha 2. 2010 © Oleg Dou

Masha. 2008 © Oleg Dou

Nun 2. 2007 © Oleg Dou

Nurse 2. 2007 © Oleg Dou

Nurse. 2006 © Oleg Dou

Paper 2. 2007 © Oleg Dou

Red. 2007 © Oleg Dou

Tanya's Tears. 2008 © Oleg Dou

Vasya 2. 2007 © Oleg Dou

White 2007 © Oleg Dou

o0500050010230474329 (600x600, 72Kb)

OLEG2 (600x611, 68Kb)

dou (600x670, 99Kb)

med_fawn-jpg (478x700, 52Kb)

o0488047710230474337 (600x586, 109Kb)

oleg-dou-photography10 (600x600, 80Kb)

161651 (600x528, 53Kb)

dou01 (600x612, 57Kb)

005---2oleg_dou_cheburashka_big (600x600, 16Kb)

oleg dou13 (400x400, 19Kb)

DO_46680_2 (600x600, 49Kb)

oleg-dou-white (600x600, 47Kb)

picture.aspx (600x600, 70Kb)

tumblr_llpi4msTCH1qdeo1ko1_400 (400x400, 36Kb)

artwork_images_970_561453_oleg-dou (600x600, 41Kb)

Kate-Beckinsale-in-Oleg-DOU-stile-kate-beckinsale-24165493-600-450 (600x450, 93Kb)

1206759379_8c98953814-751923 (600x600, 64Kb)

Picture 1 (600x596, 383Kb)

Puppet-2006 (600x600, 60Kb)