Wednesday, May 28, 2014

G.Afrikalı madencilerin en uzun grevi – Andrew Harding

Güney Afrika’nın Johannesburg kentinin kuzeyindeki tozlu tepeler uzun süredir madenciler ve polis güçleri arasındaki çatışmalara sahne oluyor.
g.afrika-1
Dünyanın en büyük platin madeni olan Marikana madeninin çalışanları tam 5 aydır grevde.
Bu aynı zamanda Güney Afrika’nın bugüne kadar yaşadığı en uzun süreli grev.
“Artık bitmesini istiyoruz. Okula aç gidiyoruz ve konsantre olamıyoruz” diyen 18 yaşındaki Thabiso’nun çevresini saran arkadaşları onaylarcasına başlarını sallıyor. Thabiso ve arkadaşları her gün okula gitmek için şimdi sakin gözüken Marikana madeninin gri binalarının önünden geçiyor.
2012 yılında polis tam da bu noktada grevdeki işçilerin üzerine ateş açmış ve 34 madenciyi öldürmüştü.
Anneler şafak sökmeden yol kenarlarında toplanıyor ve yardım kuruluşlarının dağıtacağı gıda yardımlarını beklemeye başlıyor.
g.afrika-212.500 rand için
“Artık paramız da kalmadı. Sefalet içindeyiz. Ama öfkeliyiz de. 12.500 istiyoruz” diyen Wendy, soyadını söylemek istemiyor.
Wendy’nin bahsettiği, 12.500 rand (yaklaşık 1200 ABD Doları), madencilerin yeni işe başlayanlara ödenmesini talep ettği ücret.
Grevin başlamasından hemen önce kurulan Maden İşçileri ve İnşaat Çalışanları Sendikası, bu ücretin müzakereye dahi açık olmadığını söylüyor.
Bölgede faaliyet gösteren üç büyük maden şirketi Lonmin, Amplats ve Impala ise talep edilen ücretin hiçbir şekilde makul olmadığını söylüyor ve 12.500 randın şu anki ücretin üç katı olduğunun altını çiziyor.
Sendika ve şirketlerin yöneticileri arasında müzakere girişimleri devam ediyor.
Madenciler ise kararlı. “12.500’ü alana kadar savaşacağız. Alamazsak hepimiz ölmeye bile hazırız” diyen grevdeki maden işçisi Kaiser Madiba, bizimle konuşurken bir yandan da arkadaşlarıyla “casino” adlı iskambil oyununu oynamaya devam ediyor.
Madiba ve arkadaşları, maden yakınlarında kurdukları derme çatma gecekondu mahallesinde yaşamaya devam ediyorlar. 2012’de 34 arkadaşlarının öldürüldüğü noktadan çok da uzak değiller.
Maden şirketleri ise grevden rahatsız. Lonmin, grev nedeniyle şimdiden yıllık üretimin üçte bir oranında azaldığını söylüyor.
Ancak işçilerin geri adım atmaya niyeti yok. Madiba “İflas etseler de umurumuzda değil. Nasılsa başka bir şirket gelip madeni işletmeye devam edecek” diyor.
Grev ve geçim sıkıntısı
Ancak madencilerin hepsi saplantılı biçimde greve devam edilmesini desteklemiyor.
Grev uzadıkça aileler üzerindeki geçim baskısı da artıyor. Giderek daha fazla sayıda işçi tekrar madenlere girip çalışmak istese de, diğer işçiler tarafından “öldürülmekle” tehdit edildiklerini söylüyorlar.
“İşe gitmemize engel oluyorlar. Bugüne kadar üç kere saldırıya uğradım” diyen Impala madeni işçisi Fred Mekgwe, karısının düşük yaptığını ve evinin de yanarak yerle bir olduğunu söylüyor.
g.afrika-4.jp3Mekgwe, “O paraya ihtiyacım var. Greve karşı değilim ama bazı işçiler grev gözcülüğü kurallarını da ihlâl ediyor” diyor.
‘Ordu müdahale etsin’

Artık can güvenliklerinin kalmadığını ifade eden Mekgwe, “Demokratik bir ülkede yaşıyoruz ama bu demokrasi bizim için işlemiyor. İnsanlar öldürülüyor” diyor.
Fred Mekgwe ile konuşmak için evinden uzak güvenli bir bölgeye gitmiştik. Konuşmamız bittikten sonra yanımıza yaklaşan başka bir madenci de can güvenliği olmadığını ve korktuğunu söyledi.
“İşe dönmek istiyorum” diyen maden işçisi Thabiso Arelesego, “Evde yemek kalmadı. En azından 10 işçinin 8’i artık işbaşı yapıp parasını kazanmak istiyor” diyor ve askerin devreye girmesi gerektiğini söylüyor.
Arelesego, “Belki ordu duruma müdahale etse güvende oluruz. Sadece mahalleye gelip sokaklarda gözükseler bile güvende hissederiz” diyor.
Reform talepleri
g.afrika-4Güney Afrika’nın birincil görevi madenciler ve şirketler arasında bir uzlaşı sağlamak olabilir. Ancak ülkede sektörün sağlıklı işleyebilmesi için daha köklü reformlara da ihtiyaç olduğu açık.
Şu ana kadar gelen reform önerileri arasında vardiya sürelerinde radikal değişiklikler, daha iyi barınma imkanları ve işçilere daha fazla özlük hakları gibi konular var.

Aynı zamanda, işçilerle toplu sözleşme görüşmelerinin ve yönetici maaşlarının daha şeffaf biçimde denetlenmesinin de gerekli olduğu ifade ediliyor.
Madencilik sektörü danışmanı ve sosyolog Gavin Hartford, “Sektörün yapılanma biçimini kökten değiştirmesi gerek” diyor.
“Dünyada sosyal eşitlik düzeyi en kötü olan ülkeler arasındayız” diyen Hartford, köklü sorunlarla yüzleşilmezse işçi problemlerinin kalıcı olarak çözülemeyeceğini düşünüyor.
‘Dostane’ çözüm mümkün mü?
Güney Afrika hükümetinin son kabine revizyonunun ardından şimdi yeni bir madencilik bakanı görevde. Ancak Marikana madenlerindeki işçiler arasında hükümete ve polis güçlerine karşı kuşku devam ediyor.
Hartford, Güney Afrika’Nın önünde uzun bir yol olduğunu ifade ediyor ve “Daha insani, üretken bir madencilik sektörü yaratmak için güçlü bir liderliğe ihtiyaç var” diyor.
Maden ocaklarının yakınındaki yerleşim bölgesi Rustenberg, uzun süredir devam eden grevler nedeniyle ekonomik olarak çökmüş durumda.
Maden işçisi Mekgwe, “Bu grev bizi hiçbir yere götürmüyor ve ekonomi uçurumdan aşağı yuvarlanıyor. Kötüye giden sadece madencilik sektörü de değil” diyor.
Aldığı maaşın kendisine yetmediğini ifade eden Mekgwe, yine de sorunları dostane biçimde çözmenin hem işçilerin hem de maden şirketlerinin sorumluluğu olduğunu söylüyor.

Monday, May 26, 2014

Enes’i vurup delilleri kararttılar

Sendika.org Diyarbakır’da iki çocuğu öldüren özel harekat polislerinin 8 yıldır süren davalarında polislerin, çocukların elbiselerini mahkeme kararı olmaksızın imha ettiği ve delilleri kararttığı ortaya çıktı
enes_ataDiyarbakır’da 28 Mart 2006 tarihinde halka yönelik gerçekleşen polis saldırısında atılan gaz fişeği ile yaşamını yitiren 8 yaşındaki Enes Ata ile 14 yaşındaki Mahsun Mızrak’ın ölümüne sebep oldukları gerekçesiyle 3 polisin yargılanmasına devam edildi. Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmaya tutuksuz sanık polis polisler katılmadı.
Taraf’ın haberine göre Baba Selamettin Ata, oğlu Enes’in 8 yaşında olduğunu, kendisinden izin alarak teyzesine gittiğini, teyzesinin gelmediğini söylemesi üzerine sokaklarda aramaya başladığını anlattı. Enes’in bir kişinin kucağında görüldüğünün söylenmesi üzerine hastaneye giden baba Ata, savcının otopsiden çıkan kurşunu gösterdiğini ve her şeyin açık olduğunu söyledi. Ata, oğlunu öldürenlerden şikayetçi olduğunu dile getirdi.
Ata ailesinin avukatı Gamze Yalçın, Emniyet Müdürlüğü’nden dava dosyasına gönderilen bir imha tutanağına dikkat çekti. Enes’in vurulduğunda üzerinde bulunan elbiselerin herhangi bir mahkeme kararı olmadan imha edildiğini söyleyen Yalçın, “Bu delillerin karartılması anlamına gelir. Bu konuda imza tutanağını düzenleyen kişiler hakkında suç duyurusunda bulunulması gerektiğini düşünüyoruz. Sanıkların kuvvetli suç şüphesi nedeniyle tutuklanmasını talep ediyoruz” dedi.
Mahkeme, sanık ifadelerinin alınması için duruşmayı ileri bir tarihe erteledi.

Sunday, May 25, 2014

‘Taşeron yasaklansın’ mitinginden kareler

DİSK, Türk-İş, KESK, TMMOB, TTB ve TDB’nin çağrısıyla “Taşeron ölüm demektir, yasaklansın” diyen binlerce emekçi Kadıköy’de bir araya geldi. ‘Kaza, kader değil cinayet’ diyen emekçilerin buluştuğu mitingi Sendika.Org muhabiri Murat Bay fotoğrafladı. Murat Bay’ın objektifine takılanlar…
taseron_kadıkoy_3
taseron_kadıkoy_1 - Kopya
taseron_kadıkoy_4 - Kopya
taseron_kadıkoy_17
taeron-kadıkoy_14 - Kopya
taseron_kadıkoy_8 - Kopya
taseron_kadıkoy_7 - Kopya
taseron_kadıkoy_9 - Kopya
taseron_kadıkoy-11 - Kopya
taseron_kadıkoy_21
taseron_kadıkoy_18 - Kopya
taseron_kadıkoy_16 - Kopya
taseron_kadıkoy_19 - Kopya
taseron_kadıkoy_15 - Kopya
taseron_kadıkoy_10 - Kopya
taseron_kadıkoy_14 - Kopya
taseron-kadıkoy_12
taseron-kadıkoy_13
taseron_kadıkoy_5 - Kopya
taseron_kadıkoy-20
taseron_kadıkoy_22
Sendika.Org

Friday, May 23, 2014

'Annem cezaevinde çalışıyor'

Adil Oktay 'Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi...' kitabıyla cezaevlerinde yaşanan drama ışık tutuyor.
cumhuriyet.com.tr
Sizin hiç babanız-anneniz hapse girdi mi? Anneler ya da babalar günlerinde gözleriniz buğulandı mı? Okulda “veli” toplantılarına “velisi” hiç gel-e-meyen çocuklardan oldunuz mu? Babasıyla dışarıda gökyüzü altında çekilmiş bir tek fotoğrafı olmayan çocuklardan mısınız? Ya da bir parkta annesiyle hiç el ele yürüyememiş? Okumayı öğrendiğinizde hapishaneye mektuplar yazıp “Görülmüştür” damgalı mektuplar aldınız mı? Görüş günlerinde mi büyüdünüz? Yoksa, bizzat hapishanede büyüyen çocuklardan mısınız? Ekin Şinar gibi. Ekin’in annesi de babası da hapiste. Hapishanede 3. yılına giriyor. Annesi Gazal Dülek anlatıyor:
“İlk tutuklandığımda kızım Ekin Şinar, henüz 10 aylıktı. (...) Ekin Şinar 1 yaşına geldiğinde (o sırada babası henüz tutuklanmamıştı) dışarıda zaman geçirsin ve babasına alışsın diye onu ara sıra dışarıya yollamaya başladım. İlk gittiğinde bir hafta dışarıda kaldı. Dönüşünde sütümü bir daha emmedi. (...) Şimdi ise 37 ayını dolduran çocuklar için dışarıda kreşe gitme hakkımızı kullanıyoruz. Servisle sabah götürülüp akşam beşte getiriliyor. Orada yaşadığı tek sıkıntı diğer çocukların anne babalarının kreşe çocuklarını karşılamaya geldiğini görüp bizim neden gelemediğimizi anlayamamak.”
Gazal Dülek, kızını ayda bir açık görüşlerde “Babasının kaldığı hapishaneye götürülsün” diye dışarı yolladığını da ekliyor. Ekin, annesiyle babasını hiç bir arada görmemiş.
Adil Okay’ın “Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi...” kitabı “görüş günlerinde büyüyen çocukların” hikâyelerinden oluşuyor. Okay, can acıtan, yürek yakan hayatları anlatıyor. Örneğin Turan Demir’in hikâyesi. 20 yıldır cezaevinde, sessiz çığlığı nasıl da dokunaklı. “Kızım şu anda 21 yaşında, üniversite öğrencisi ama ben onu toplam 21 defa görmüşüm ya da görmemişim, toplam 21 defa dokunamamış, sarılamamış, kucağıma alamamışım. (...) Kızım büyüdü Dicle Üniversitesi’ne başladı bu sene. Oysa ben onun çocuk kalmasını isterdim: Ben çıkacaktım birlikte büyüyecektik ama olmadı...” diyor. Sonra kızı Eylem büyümüş ve o da hapse düşmüş. Babasına, “Dışarıda olsaydım bu pazartesi seni görmeye gelecektim...” diye mektup yazmış...
Ve, 30 yıldır cezaevinde olan Cuma Özkan’ın hikâyesi: 1993 yılında tutuklandıktan üç ay sonra kızı Şehriban dünyaya gelmiş Şehriban, artık 20 yaşında. Cezaevi ziyaretlerinde, görüş günlerinde büyümüş. Babasını hiç özgür görmemiş...
 
E‘Zindan’ adlı çocuk
Ebedin Abi, müebbetlik, 17 yıldır cezaevinde. Yakalandığında kızı Hebun bir yaşındaymış. Kasım Karataş 23 yıldır hapiste, kızı Gülistan 23 yaşında. Yani babasını hiç özgür görmemiş. Gülistan evlenirken de babası kızını mektupla tebrik etmiş. “Biricik kızının en en anlamlı ve mutlu gününde onu yalnız bırakmayan konuklarına” mektupla teşekkür etmiş. Cevat Yerdegül, 20 yıldır cezaevinde. Uzun zamandır görmediği kızı Mizgin bir gün cezaevine getirildiğinde tanıyamamış. Çocukları Mizgin ve Mazlum hapishanenin “babalarının diğer evi” olduğunu sanıyormuş. Erdal Süsem’in “oğluyla dışarıda çekilmiş fotoğrafı yok”. 63 yaşındaki Şükriye Kardaş’ın 6 çocuğu da cezaevindeymiş... Ya, 21 yıldır cezaevinde olan Ali Benek’in dört çocuğunun hikâyesi? Yakalandığında eşi hamileymiş, doğan çocuğuna “Zindan” adını vermişler. Neyse ki, Ali Benek’in itirazı sonucunda “Hakkı” diye değiştirilmiş...

10 yıldır seslerini duymadım
Alattin Öget müebbet-lik, 6 yıldır tek kişilik hücrede. Eski eşi ile resmi nikâhları olmadığından soyadları tutmadığı için 16 yıl boyunca iki oğlu hiç ziyaretine gelememiş. Oğullarının büyümelerini fotoğraflardan izlemiş. Celil Kaçmaz, 16 yıldır hapiste. “Yakalandıktan sonra tam 6 yıl çocuklarımı göremedim. Cezaevinde bir arkadaşımın yol parasını temin etmesi suretiyle 2002’de çocuklar görüşüme gelebildiler. Ve tam 10 yıl oldu seslerini duyamadım, yüzlerini göremedim” diyor. Eşinin ailesi korucuymuş, yolları ayrılınca çocuklarından da uzak düşmüş...

Aklımdan çıkmadılar
12 Eylül’den sonra Fransa’da mülteci olan ve 1994’te Türkiye’ye dönünce yakalanıp mübebbet hapse mahkûm edilen Mehmet Gök’ün hikâyesi insanın boğazına kocaman bir yumru gibi oturuyor. Gök, tam 26 yıldır çocuklarıyla iletişim kuramamış. Çocukları anneleriyle Fransa’da kalmış. “Ben en son çocuklarımı gördüğümde küçük oğlum Siyar 3, büyük olan Cumali 6 yaşındaydı. Aradan 26 yıl geçti. Bu 26 yıl boyunca onları hiç göremedim ama hiç aklımdan hayalimden çıkmadılar” diyor... Çocuklarının ne bir fotoğrafı var ne de bir gün karşılaşsa hangi dilde iletişim kuracağını bilebiliyor...

‘Annemin çalıştığı yer’
Ve sonra o çocuklar büyüyor, bu kez kendileri “içeri” düşmeye başlıyor. Ailelerin ikinci kuşak cezaevi ziyaretleri başlıyor. Sarp Kuray ile kızı Zeynep Kuray gibi. Gazeteci Zeynep Kuray, Bakırköy Cezaevi’nde annesi Meral Kurum ile kalan çocuk Renas’ı anlatmış:
“Meral Kurum boş bir iddianameyle 11 yıl hapse mahkûm edildi. 3 yaşındaki oğlu Renas, cezaevini annesinin işyeri sanıyor, ‘voltacılık’ oynuyor, leğen ve çekpas sopasıyla oyuncak yapıyor. (...) Gardiyanlardan korktuğu için cezaevinin kreşine gidemeyen ve her an annesinden koparılma endişesiyle yaşayan Renas’ın sık sık annesine ‘Anne artık burada çalışmayı bırak’ demesi tüm yaşananları özetliyor.”

Torunlarını görüş gününde tanıdı

“Türkiye’de en çok hapiste yatan kişi” olarak anılan Tahir Canan, 58 yaşında ve bunun 32 yılını cezaevinde geçirmiş. Oğlu İlhan Canan, 34 yaşında. Tahir Canan 1991 yılında şartlı salıverilme yasasıyla bırakılmış, sonra tekrar tutuklanmış. Bugün 21 yaşında olan kızı İmran bu arada doğmuş. 6 torununu görüş günlerinden tanıyan Tahir Canan, bir mektubunda şöyle diyor: “Sevgili Eftelyam, deden de sizi özledi. Kocaman bir yaşamda yan yana olamadık. Belki yakında birlikte oluruz. Sizlerle gezer dolaşırız. Büyük bir aile olarak yaşarız. Siz bana bilgisayar kullanmayı öğretirsiniz, ben de size satranç oynamayı...” Tahir Canan, Adil Okay’ın kitabını hapishanede okumuş. Kitapta “Ey ülkemin aydınları, Emile Zola’ları buraya bakın” denildiğini söylüyor.

Çocukların gözü yolda
Adil Okay, kitaptaki kahramanlarının hikâyelerine, yaşamlarına aşina. Hapishaneyi, işkenceyi, sürgünü biliyor. “Niye böyle bir kitap yazmaya karar verdiniz” diye sorduk, şu yanıtı verdi: “Hem ben, hem babam şair Süleyman Okay cezaevlerini tanıyoruz. Hem dışarıda görüş günlerinde kuyrukta bekledik hem de görüş günlerinde içeride ziyaretçi beklediğimiz oldu. 20 yıl sürgünden sonra ülkeye döndüm. Memlekete gelince koşulların uzaktan izlediğimden çok daha kötü olduğunu, ülkenin açık cezaevine dönüştüğünü gördüm. İdealleri için, daha güzel bir dünya ütopyasıyla hapishaneye doldurulan mahpuslarla yazışmaya başladım. 2012 yılında, 23 yıldır zindanda olan Kasım Karataş’ın 25 yaşındaki kızı beni düğününe davet etmişti. Kasım’ın kızına Gaziantep Hapishanesi’nden yolladığı mektubu düğünde okuma görevi de bana düşmüştü. Mektup, düğünde bulunan herkesi ağlattı. İşte bu olay(lar) beni düşünmeye, araştırmaya ve yazmaya teşvik etti. ”
Adil Okay, “görüş günlerinde büyüyen çocuklar”ın bazılarının konuşmak istemediğini, bazılarına da soru sormanın kendisine “zor, ağır geldiğini”, bu nedenle birebir görüşme yerine yazışarak bilgi edindiğini anlatıyor. “Dışarıda annesinin babasının yolunu gözleyen on binlerce çocuk var. Bu mektuplar benim bitmeyen kâbuslarım oldu. Kitapta amacım ağlamak-ağlatmak değildi. Okuyucuları empati yapmaya sevk etmekti. Öfkelendirmek ve bu öfkenin itiraza dönüşmesini sağlamak istedim” diyor. Cezaevlerinde 130 bin kişi var.

‘Koşullar değişmeli’
On binlerce ailenin mağduriyetlerinin giderilmesi, hayatlarının kolaylaştırılması için ne yapılmalı? Okay, bu soruya da şu yanıtı veriyor: “Öncelikle var olan yasalar hakkaniyetle uygulanmalıdır. Artı, var olan yasalar mahpusların lehine iyileştirilmelidir. Keyfi cezaları biliyoruz. Geçmişte hücre yasağı vardı, şimdi F tipi ile herkes hücrede olduğu için iletişim yasakları başladı. Görüş yasakları arkasından mektup-telefon yasakları başladı. Sürgünler ayrı bir ceza. Bir hapishanede serbest olan renkli kalemler, diğerinde yasak. Çocukları olan mahpuslara (adli-politik tümüne) açık görüş hakkı genişletilebilir. Mahpuslar ailelerinin-çocuklarının bulunduğu kentteki hapishanelerde kalmak istiyorlar, sürgünle cezalandırmak yerine bu sağlanabilir. Düşünün çocuklar ve eşler 15-20 saat yolculuk yapıp açık görüşe geliyorlar. Tabii asıl beklentimiz öncelikle politik mahpusların hemen serbest bırakılmasıdır. Adına af mı denir, şartlı tahliye mi denir fark etmez.”
 

Sunday, May 18, 2014

Kader Değil Sınıf Soykırımı

soma
Duygu Erdem
13 Mayıs gecesinden itibaren madene giderek orada video ve fotograf çekimleri yapan ve kayıtlarını kollektif mecralarda yayan bir sinema öğrencisinin katliamın nasıl hazırlandığına dair gözlemleri: “Hepinize sesleniyorum, elinizi vicdanınıza koymayın artık!”

Sözü uzatmayacağım ve bir katliamın nasıl hazırlandığına dair gözlemlerimi paylaşacağım.
  • İşçi Ölümlerinin gerçekleştiği işletmenin tünel boyuna oranla resmi olarak üç yeryüzü bağlantısı olması gerektiği halde burada tek bağlantı noktası var. Bu, işletmenin yasal prosedüre uymadığı çok açık gösteriyor. Fakat işin garibi AKP‘li bakanların bu işletmede gizli hisseleri var. Bunu Somalı birine sorduğumda; Soma’da çocuklar bile bunu biliyor” dedi. İşte tam da bu usülsüzlük yüzünden tahliyeler ancak bir noktadan yapılabildi. İşçi cesetleri çıkarılırken yaşanan rezalet, yöntemsizlik ve yığılma da bu usülsüzlüğün bir sonucu.
  • Tahliyelerin dışında, bu tek bağlantı noktası beraberinde yeraltında tek ve güçlü bir hava akımı yaratıyor. Bu da bir yangında yayılan gazın, çökmede yayılan tozun çok kısa ve yoğun bir şekilde her yanı kaplamasına sebep oluyor. Bu yüzden işçilerin büyük kısmı zaten daha banttayken, yoldayken can vermiş. Bizlere bildirilen oksijen maskelerini taktıkları için 1 saate kadar yaşabilecek koşulları ve gıdalarının olduğu haberi yalanlanmış oluyor. Aşağı inip çıkan işçilerin söylediğine göre, orada elektrik kesik ve elektrik kesik olduğu için bir çok işçi mahsur kaldı. Yani işletmenin olası bir çökme, grizu patlaması, metan gazı sıkışması, alev alma durumunda elektriği kesmeyecek bir sistem kurması gerekiyordu. Zaten tek tahliye noktası olan işletmede işçiler elektrik olmadan kurtulamazlar. Buna istinaden medyada olayın sebebi elektrik panosunun yanması olarak lansediliyor; bu sayede patronlar sistem eksikliği üzerinden zarara girmeyecekler.
  • Ölüler, yaralılar, kayıplar bir yana dursun, aşağıda patlama olduğunda kaç tane insanın olduğunu hiç kimse cevaplayamıyor. Çünkü medyada da yer bulduğu üzere 15 yaşında bir çocuk da vardı işçilerin arasında. Tüm işçi ve çavuşların da bahsettiği gibi içerde sigortasız işçiler de var. Kapasiteyi aşan bir rakamla, 3 vardiya / 8 saat çalışma koşulları tüneller için de işçiler için de ciddi yıpranma getiriyor.
  • Bir ilçede ucuz iş gücü ve hammadde var diye Türkiye’nin en büyük şirketini kur ama oraya beraberinde maden işçiliği dışında hiç bir istihdam sağlama. Üstelik bu işletme eskiden devlete ait bir işletmeydi. Hastanelerin durumu çok vahim olduğundan aşırı kalabalık ve yetersizdi, morglar ölülere yer bulamadı. Haberlerde çıkan rakamların üzerine epey eklemek lazım çünkü civardaki kesimhaneler ve tesisler soğuk hava depoları ve kamyonlar tahsis edildi. İçerde olan yüzlerce işçinin ailelerine ve yakınlarına hiç bir haber verilmedi, Soma’ya 20km uzaklıktaki maden ocağına gelen kadınlar eşlerini veya çocuklarını görmek için sabaha kadar tüm cesetleri izlemek zorunda kaldılar. Bazıları ancak kafa lambalarından çıkan numaralarla öğrendiler, çünkü baktıkları cesetler tanınmaz haldeydi.
  • Son olarak; AFAD, AKUT, SAR, JANDARMA, POLİS, HIZIR ACİL ve daha açılımlarını bilmediğim bir sürü kurum o tahliye deliğine saldırdılar ve yığıldılar. Ancak aşağı yollanan ve zehirlenerek geri dönen aktif kurtarma ekipleri yine işçilerdi. Saat 01:30 civarında mahsur kaldığı yerden kurtarılan, hastaneden taburcu edilen bir işçiyi sabah saat 06.00 da yine o tahliye yerinde aktif çalışırken gördüm.
Soma’daki maden ocağında yaşanan işçi katliamını; doğal bir afetmiş gibi milli yasa çevirenlerin bütün oyunlarını sabaha kadar Soma’da arama kurtarmalara katılan yüzlerce işçi, aile, jandarma, gönüllü, polis; onlarca mühendis, basın mensubu gördü, zihnine ve tüm kayıt cihazlarına kaydetti.
Hepinize sesleniyorum, elinizi vicdanınıza koymayın artık!

Wednesday, May 7, 2014

Ahmet Altan: Gazeteciliğin yüzde 99'u alçaklık ve korkaklıktır…



P24'ün Dünya Basın Özgürlüğü Günü'nde başlattığı Mehmet Ali Birand Konuşmaları'nın ilkini Ahmet Altan yaptı






19 Eylül 2013’te Hasan Cemal’in başkanlığında kurulan Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24), geçen yıl hayatını kaybeden gazeteci Mehmet Ali Birand anısına özel bir konuşma serisi başlattı.
Konuşmaların ilkini, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde, edebiyatçılığının yanı sıra gazeteciliğin de her kademesinde çalışmış bir yazar olan Ahmet Altan gerçekleştirdi. P24'ün İsveç Başkonsolosluğu'nun ev sahipliğinde düzenlediği Dünya Basın Özgürlüğü Günü programının diğer konuşmacıları Cemre Birand, Cihan Aktaş, M. Gökhan Ahi, Şafak Pavey ve Şirin Payzın oldular.
Gazeteciliği, "yüzde 99'u alçaklık ve korkaklık olan, ama dürüst ve cesur yüzde 1'lik kısmıyla dünyayı değiştirmeye yardımcı bir meslek" olarak tarif eden Ahmet Altan, konuşmasında, gazetecilerin sadece devletten değil, patronlarından ve okurlarından da bağımsız davranabilmesinin önemini vurguladı.
Ahmet Altan’ın “Gazeteciler Ne İşe Yarar” başlıklı, “Mehmet Ali Birand Konuşması”nın tam metni şöyle:

Gazetecilik nedir?

Bana sorarsanız yüzde doksan dokuzu alçaklık ve korkaklık, yüzde biri ise dürüstlük ve cesaret olan bir meslektir. Ve o yüzde birlik kısmıyla dünyayı da hayatı da değiştirmekte büyük rol oynar.
“Niye alçaktır” sorusunun cevabını vermeden önce, bu korkunç alçaklıklara birkaç tane sizin de çok iyi bildiğiniz tarihi örnek vermek istiyorum.
Sacco ile Vanzetti 1927’de cinayetten mahkum olarak idam edilen iki İtalyan anarşistiydi bildiğiniz gibi.
Suçları hiçbir zaman kesin bir şekilde kanıtlanamadı ama bu belirsizlik onları ölümden kurtarmaya yetmedi.
Niye?
Ünlü bir tarih profesörü olan Arthur Schlesinger, bu korkunç olayla ilgili çocukluk anısını anlatırken bu “niye”nin de cevabını veriyor aslında.
“O yaz New Hampshire’daki bir kamptaydım ve gazeteleri beyzbol sonuçlarını öğrenmek için okurdum. 1927 yazında dokuz yaşındaydım. Maç sonuçlarına bakmak için bir Boston gazetesi aldım ve anlatamayacağım bir şokla ‘Sacco ve Vanzetti idam edildi’ başlığını okudum. Kamp yöneticilerinden birinin diğerine o sırada ‘Allaha şükür bu piçleri hallettiler sonunda’ dediğini duydum.”
O kamp yöneticisini böyle insafsızca, vicdansızca, rezilce konuşturan işte o sözünü ettiğim basının alçaklığıdır.
Sıradan bir öğretmen olan o Amerikalı adam, davanın detaylarını bilmiyordu, bugün bile belirsizliğini koruyan bu davayla ilgili açık noktalar hakkında bir bilgisi yoktu ama o iki anarşist İtalyanın idam edilmesi gerektiğine inanıyordu.
Bu inanca nasıl ulaşmıştı, belki de dürüst bir adam olan o kamp yöneticisini, haksız bir idamın vicdani sorumluları arasına kim sokmuştu?
Tek bir cevabı var bunun.
Gazeteler ve gazeteciler.
Sacco ile Vanzetti davası sırasında “göçmen işçiler” hakkında korkunç yazılar çıkıyordu Amerikan basınında.
Sacco ile Vanzetti yakalandıktan bir yıl sonra 1922’de Saturday Evening Post’ta Kenneth Roberts, “açlık sınırında yaşayan çok sayıda insan Amerika’ya gelip düşük ücretlerle çalışıyor. Para biriktirmek kararlılığıyla pislik ve karanlık içinde yaşıyorlar. Amerikan işçilerinin düzgün bir hayat sürmelerini sağlayacak paraların bir parçasını alıyorlar. Bu, Amerika’da hayat standardını düşürüyor” diye yazmıştı.
Ve, bu inanç Amerikan kamuoyu tarafından benimseniyordu.
Eğer böylesine bir kamuoyu oluşmasa o iki İtalyanı elektrikli sandalyeye o kadar kolay oturtamazlardı.
Peki, bir bilinen örnek de Almanya’dan verelim.
Şu ünlü Reichtag yangını.
Hitler faşizminin önünü açan bu büyük kırılma noktasında, Meclis’i komünistlerin yaktığına Alman halkını kim inandırdı?
Kim bu yangını bahane ederek Hitler’in faşist diktatörlüğünün yolunu açtı?
Cevabını benden daha iyi bildiğinize eminim.
Alman basını.
Bir de Fransa’ya bakalım.
Şu zavallı Yüzbaşı Dreyfus.
Yahudi Yüzbaşı Dreyfus.
Alman casusu olmakla suçlanmıştı ama casuslukla alakası yoktu.
Bile bile mahkum ettiler sırf o sırada Fransa’daki Yahudi düşmanlığından yararlanarak.
Yahudi düşmanlığı nasıl topluma yayılmıştı peki, kim yaymıştı bu düşmanlığı?
Cevabı biliyorsunuz.
Peki, hep bildiğiniz şeylerden söz etmeyeyim, biraz da bilmediklerinize değineyim.
Daha az dramatik bir iki örnek vereyim.
Kendi ülkemde olanlardan, kendi başıma gelenlerden, bizzat yaşadıklarımdan.
Benim babam çok ünlü bir solcu yazar, ayrıca İstanbul’un ilk sosyalist milletvekillerinden.
Babamın sosyalist kavganın tam göbeğinde olduğu, benim çocukluktan gençliğe geçtiğim yıllarda bir gün eve gelen gazetelerin birinin manşetinde kocaman bir yazı gördüm.
Babaannemin genelevde çalışmış olduğunu ve “vesikası” bulunduğunu yazıyordu.
Babaannem, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı olan İsmet Paşa’nın topçu okulundaki komutanı olan bir generalin kızıydı.
Zavallı kadına gazeteyi o sabah gitiği bankada göstermişler, o da düşüp bayılmıştı. O sıralarda altmışlı yaşlarında olan babaannem ayıldığında ilk sözü küçük bir kız çocuğu gibi “ya babam bunu görseydi” olmuştu.
Büyüdüğümde ben de bu gazeteciliğe ve kavgalara karıştım.
On, on iki yıl kadar önce Almanya’da bir romanım yayınlandığında oraya gitmiştim, bir de Türk dinleyicilerin geldiği bir toplantıda konuşmuştum.
Türkiye’ye döndüm.
Sabahleyin, kapının önüne bırakılan gazeteleri aldım, gazete tomarının en üstündeki gazetenin dokuz sütuna manşetinde kocaman puntolarla yazılmış iki kelime vardı:
“Fransız Ahmet.”
Önce anlamadım. Sonra haberi okudum. Benim hakkımdaydı. Almanya’daki konuşmamda hiç söylemediğim sözleri söylediğimi, Türkleri aşağıladığımı iddia ediyordu.
“Ben öyle sözler söylemedim” diye açıklama yaptım, ertesi gün gazetenin yöneticisi, “bunlar böyle hem söyler hem inkar ederler” diye yazdı.
Gazetenin iki sayfasını benim öyle söylediğimi iddia eden insanların “tanıklıklarına” ayırdı.
Kimse beni savunmadı. Büyük televizyonlara beni çıkarmıyorlardı, ben de küçük televizyonları teker teker dolaşıp gazetenin yalan yazdığını anlatıyordum ama pek inandıramıyordum insanları.
Sonra bir gün Almanya’dan bir Türk meslektaş telefon etti, “ben o gün sizin konuşmanızı izledim ve Köln Radyosu adına kaydettim, isterseniz size bandı göndereyim” dedi.
O bant sayesinde ancak kanıtlayabildim gazetenin yalan yazdığını, özür dilediler.
Bir küçük örnek daha anlatıp sonra neden gazetelerin böyle alçaklıklar yaptığını becerebildiğim kadarıyla daha genel bir çerçevede değerlendirmeye çalışacağım.
Gene o sıralarda Aldatmak diye bir roman yazmıştım. Bir sabah gene büyük gazetelerden birinin sürmanşetinde “romanı çaldığım” iddiası yayınlandı.
İddiayı ileri süren gazeteci, “benim kitabımı okumadığını ama konuyu karısının kendisine anlattığını ve bunun Arthur Hailey’nin kitabından yürütme olduğunu” söylüyordu.
Bir basın toplantısı yapıp “bu iddianın tümüyle yalan olduğunu” söyledim.
Ertesi gün “benim kitabı çaldığımı” iddia eden gazete söylediklerimi çarpıtan bir başlık attı.
Gazetenin yayın müdürüyle bir gün karşılaştım ve ona “neden söylediklerimi çarpıttığını” sordum, bana cevabı hiç unutulmaz bir cevaptı.
“O kadar da gazetecilik yapacağız” demişti.
Gazetecilik buydu ona göre. Sadece ona göre değil birçok gazeteciye göre öyleydi. Gerçekleri çarpıtmak.
Benim kitabımı okumadığını ama benim o kitabı çaldığımı “anladığını” söyleyen gazetecinin ise geçtiğimiz günlerde bir ses kaydı yayınlandı, başbakanın adamına “kamuoyu yoklamalarındaki rakamları hükümetin işine gelecek biçimde çarpıtmayı” öneriyordu.
Sanırım hem dünyadan hem de Türkiye’den yeterince örnek verdim.
Şimdi gelelim temel sorumuza, neden gazeteciler böyle alçaklıklar yapıyor?
Gazeteciliğin üç büyük düşmanı vardır.
Devlet, gazete patronları ve gazete okurları.
Devletler, gazeteleri kendi propaganda araçları olarak kullanmaya çalışırlar ve çoğunlukla da kullanırlar.
“Sırlarının” gazetelerde yayınlanmasına engel olmaya uğraşırlar ve genellikle de başarırlar.
Biliyorsunuz en ünlü örneklerinden biri, “Domuzlar Körfezi” çıkartmasını haber alan Amerikan gazetesinin bunu “devletin isteği” üzerine yayınlamamasıdır.
Daha sonra Başkan Kennedy, “keşke yayınlasalardı, bu felaketi yaşamamızı önlerlerdi” demişti.
Bugün gelişmiş ülkelerdeki gazeteler bir ölçüde bu devlet baskısından kurtulmayı başardılar ama hiçbir zaman yüzde yüz kurtulamazlar. Bunun bir nedeni devletle “iyi geçinmek” arzusu ise, diğer ve belki de daha önemli nedeni gazetecilerin birçoğunun “devlet çıkarlarını” gazetecilik mesleğinin ilkelerinden daha önemli görmesidir.
Bir gazeteci için “devlet çıkarı” diye bir kavram yoktur, olamaz. “Devlet çıkarını” korumak “devlette çalışanların” işidir. Gazetecilerin işi de gerçekleri açıklamaktır.
Toplumsal bir işbölümüdür bu. Toplumlar, gazeteciliği bunun için keşfetmiştir, gizli olanları, saklananları bulup çıkarsınlar, halka anlatsınlar diye. Eğer gazeteciler de devlet görevlileri gibi düşünmeye başlarsa bu toplumsal işbölümü aksar.
Neyin “devletin çıkarına” olduğuna devleti yönetenler sadece kendileri karar vermek ister. Peki ya devleti yönetenler yanlış karar veriyorsa, ya “devlet çıkarına” sandıkları şey aslında devletin ve toplumun çıkarına aykırıysa? Gazeteciler olmadan, gerçekler açıklanmadan bu nasıl anlaşılacak?
Gazetecilerin, devlet konusunda kendi mesleklerinden uzaklaşıp “devlet görevlisi” kılığına girmesi toplum için en büyük tehlikelerden biridir ve bu büyük tehlike dünyanın her yerinde, her toplum için vardır.
Dediğim gibi gelişmiş ülkelerde gazeteler yavaş yavaş bu büyük yanılgıdan kurtuluyor ama Türkiye gibi yeterince gelişmemiş ülkelerde bu büyük mesleki ahlaksızlık hâlâ devam ediyor.
Bizim ülke, “devletin çıkarı” için gerçekleri saklamayı gazetecilik sanan gazetecilerle dolu, bir de hiç utamadan bunu övünerek söylediklerini işitiyoruz.
“Ben bu haberi basmazdım” diyen gazetecilerle dolu etraf.
“Basmazmış, çünkü bu devletin lehine olmazmış.”
O gazetecilere sormak isterim:
“Sana ne devletten?”
Sen devletten sorumlu değilsin, sen sadece toplumuna ve mesleğine karşı sorumlusun ve o sorumluluk da gerçekliğine emin olduğun her haberi basmanı emrediyor.
Basmadığın, gerçekleri sakladığın zaman toplumun sana olan güvenini kötüye kullanıyorsun demektir, ki bu da seni alçak bir sahtekar yapar.
Gazeteciliğin başındaki ikinci bela, gazete patronlarıdır.
Gazete patronları hem devletle hem de ilan verenlerle iyi geçinmek ister.
Keskin muhalefetten, ilan verecekleri kızdıracak haberlerden hoşlanmazlar, sürekli olarak yanlarında çalışan gazetecileri frenlemeye çalışırlar.
Gazete yönetenler de gazete patronlarının bu arzularından haberdar olarak, bu istekle çok fazla çatışmamaya uğraşarak işlerini yaparlar.
Zordur gazete patronlarıyla uğraşmak, insanı işten atarlar çünkü.
Bunun yakınen biliyorum, çünkü çok işten atıldım.
Ben ilk genel yayın yönetmenliğim sadece on gün sürmüştü, sanırım en kısa genel müdürlük konusundaki rekor hala bendedir.
Bir keresinde de “Atakürt” diye bir yazı yazdım diye atılmıştım işten. Gazete beni sadece işten atmakla kalmamış, bir de ertesi gün birinci sayfaya, tepeden aşağıya inen iki sütunluk bir yazı yerleştirip, beni “okuyucu tepkisinden dolayı kovduklarını” yazmıştı.
Dünyanın her yerinde gazeteciler için gazete patronlarıyla uğraşmak zor bir dengedir. İşini kaybetmeden ama ahlaksızlık da etmeden yerinde kalmak özellikle de gazete yönetenler için çok zordur.
Hem gazete yönetip hem ahlakını korumak yeryüzünün en zor işlerinden biridir ve “ben bunu aynen böyle yaptım” diyebilecek çok az gazete yöneticisi bulunur dünyada.
Gazetelerde ne tür ahlaksızlıklar yapıldığını anlamak için sadece “yayınlanan” haberlere bakmak yetmez, asıl hangi haberleri yayınlamadıklarına bakmak gerekir… Ki o haberlerin hangileri olduğunu, dürüst gazeteciler o haberleri yayınlamadıkça okuyucular asla bilemez.
Gazeteciliğin en büyük alçaklığı ve sahtekarlığı belki de yayınladıklarından çok “yayınlamadıkları” haberlerde saklıdır.
Ben daima “en iyi gazetenin” diğer gazetelerin yayınlamadıkları haberleri yayınlayarak yapılacağına inandım, hâlâ da öyle inanıyorum.
Diğer gazetelerin yayınlamadığı haberleri yayınlayan “küçük” bir gazete, “büyük” gazetelerden daha etkili olur.
Biz Taraf diye bir gazete çıkarmıştık, sanırım o gazete benim bu inancımı kanıtladı.
Gazetenin patronuna, gazete çıkmadan önce “biz otuz bin satarsak Türkiye’yi sarsarız” demişim, böyle dediğimi unutmuştum, daha sonra gazetenin patronu anlattı bana o konuşmayı, ben öyle söylediğimde içinden “benim uydurduğumu” düşünmüş.
Biz daha otuz bin satışa ulaşmadan sarstık Türkiye’yi.
Bunu da bir gerçeği açıklamak için değil, övünmek için söylüyorum. Gazetecilerin övünmekten, “ilk biz yaptık” demekten hoşlanmak gibi bir zaafı vardır ama o başka bir konuşmanın konusu.
Gelelim gazetecilerin başındaki belaların en zorlusuna, gazete okuyucusuna.
Toplumlar, bütün canlı organizmalar gibi değişmekten hoşlanmazlar ve bütün canlı organizmalar gibi yaşayabilmek için değişmeye muhtaçtırlar.
Garip bir duygusal ikilem yaratır bu.
Gazetelerin, alçaklıklara hizmet eden yüzde doksan dokuzluk bölümü toplumun “değişmek” istemeyen tarafına hitap eder, yüzde birlik dürüst yanı da değişmek zorunda olan tarafına.
Sıradan bir gazete okuru yeryüzünün her yanında milletiyle, vatanıyla, diniyle, diliyle ilgili övgüler okumaktan hoşlanır. Bütün siyasetçiler de bunu bilir, sürekli olarak halkı överler.
“Dünyanın en şanlı geçmişine” sahip olmayan bir ülke yoktur, bütün ülkeler “dünyanın en şanlı geçmişine” sahip olduklarına inanırlar.
Burada, “nasıl oluyor da aynı anda bütün ülkeler dünyanın en şanlı geçmişine sahip oluyorlar” diye sormayan bir ahmaklıktan söz ediyoruz.
Bu, insanlığın ortak ahmaklığı ve gazeteciliğin en büyük belası.
Eğer söylemek zorunda olduğunuz gerçek, “dünyanın en şanlı geçmişine sahip olduğuna inanan” okurlarınızın inançlarıyla ters düşecekse ne yapacaksınız?
Size hemen fevkalade güncel bir örnek vereyim.
Ermeni soykırımı.
Biliyorsunuz 1915’in yüzüncü yılına yaklaşırken Türkiye’de bu konu da gündeme girdi. Başbakan “soykırım” demeden, ortadan bir ifadeyle Ermenilere taziye diledi.
Eğer bugün bir gazete Ermeni soykırımından “soykırım” diye sözeder de yaşanan gerçekleri anlatırsa, ilk tepkiyi devletten önce okuyucusundan görecektir.
Bu okuyucu baskısına direnebilecek çok az gazete vardır.
Okuyucu, inançlarına, ezberlenmiş düşüncelerine, yerleşik bilgilerine aykırı haberler ve yorumlar istemez.
Türk devletiyle Kürt örgütü PKK arasında yakın zamana kadar savaş vardı. Bu savaşla ilgili gerçekleri ne Türk okuyucular okumak isterdi ne Kürt okuyucular. İkisi de kendi savaşçılarının kahramanlığını ve haklılığını duymak isterdi.
Büyük gazetelerin hepsi Türk gazeteleri olduğu için hep Türk askerlerinin haklılığı ve kahramanlığı yazıldı. Kürtlerin uğradığı haksızlığı yazan neredeyse bir tek Türk gazetesi yoktu.
Bu sadece devletin, patronun baskısından değildi, bu asıl okuyucu baskısındandı.
Bu baskıya boyun eğdikleri için, sürekli Kürtleri haksız gösterdikleri için, devlet barışmaya karar verdiğinde gazeteler okuyucularına barışın yararını anlatmakta çok zorlandılar.
Devlet propagandasının, devlet denetimindeki eğitim sisteminin, resmî tarihin yarattığı şartlanmış bir okuyucuyla karşı karşıya dünyanın bütün gazeteleri. Gelişmiş dünyada bu bir parça değişmekle birlikte tümden de değişmiş değil.
Üstesinden gelinmesi en zor mesele de budur.
Size gene kendi yaşadığımız bir örneği anlatayım.
Üç dört yıl kadar önce Kürdistan’ın küçük bir mezrasından bir muhtar bizim gazeteyi aradı. Bir askerî birlikten atılan bir havan topuyla küçük bir kız çocuğunun parçalandığını anlattı.
Olay yerine bir muhabir gönderdik.
Korkunç bir gerçek vardı.
Ceylan ismindeki minicik bir kız çocuğu annesine “bana makarna yap” dedikten sonra evlerinin önünde oynamaya çıkmış, mezranın karşısındaki tepeye yerleşmiş askerî birlikten atılan bir havan topuyla paramparça olmuştu.
Haberi manşetten yayınladık.
Ertesi gün Türk basınında tek bir satır haber çıkmadı bu olayla ilgili.
İkinci günü haberi manşetten yeni ayrıntılarla sürdürdük.
Türk basınında gene tek satır çıkmadı.
Üçüncü gün haberi gene manşetten devam ettirmek istediğimizde, yazıişlerindeki arkadaşlarımızdan biri, “boşuna zorlamayın Ahmet Bey” dedi bana, “hiç bir tepki yaratmıyor bu haber.”
Biz gene de üçüncü gün küçük kızın annesinin konuşmasını manşetten yayınladık. Annesi, “kızımın parçalarını eteklerime doldurdum” diyordu.
Ancak üçüncü haberden sonra Taraf’ı kaynak göstererek diğer gazeteler bu habere yer verdi ve o küçük kız haksızlığın sembolü haline geldi.
Bu haberi yaynlamakta zorlanan gazeteler sadece devletten, ordudan, patrondan değil kendi okuyucularının tepkisinden de korkuyorlardı.
Tabii bir başka gerçek daha var burada söylenmesi gereken.
Gazetecilerin çoğunluğu, o şartlanmış halkın tepkilerine sahipler, aynı şartlanmışlığın, aynı eğitimin, aynı resmî ideolojinin kurbanları onlar da… Onun için halkın tepkisinin ne olacağını çok iyi biliyor, okuyucu o tepkiyi göstermeden önce kendileri o tepkiyi gösteriyorlar.
Bu şartlanmışlıkları onların gazeteciliğini önlüyor.
Nasıl bazen “devletle bütünleşip” devlet gibi düşünüyorlarsa, bazen de okuyucularıyla bütünleşip okuyucuları gibi düşünüyorlar. Böyle yaptıklarının farkına bile varmıyorlar.
Ve böyle yaparak okuyucularına karşı sorumluluklarına ve mesleklerine ihanet ediyorlar.
Gazetecinin sadece devletten değil, okuyucunun şartlanmışlığından kendisini arındırması, kendisini bundan kurtarması gerekir.
Okuyucunun “değişmek istemeyen” yanı gerçeklerden rahatsız oluyor ama aynı okuyucunun farkına bile varmadığı “değişim” ihtiyacı da gerçeklerin onun ilgisini çekmesini sağlıyor.
Cesaretle ve dürüstçe davranan gazeteci o tepkiyle birlikte o ilgiyi de çekiyor ve gazetecilik varlığını bu ikili gerginlik sayesinde sürdürüyor.
Biliyorsunuz, Seymour Hersh, My-Lai katliamının iç yüzünü yazdı ve bu haberiyle Pulitzer kazandı.
Size basit bir soru sorayım:
Hersh, bu katliamı bilen tek gazeteci miydi yoksa bunu yayınlayan tek gazeteci miydi?
Kesin cevabı bilmiyorum ama benim tahminim ilk bilen değil ilk yayınlayan gazeteci olduğudur.
Böyle zorlu vakalarda bilgi genellikle tek gazetecide olmaz ama cesaret çoğunlukla böyle tek bir gazetecide, gazeteciliğin “yüzde birinde” görülür.
İşte o yüzde bir de hayatı ve dünyayı değiştirir.
Hersh’ün o haberi, Amerikan halkının Vietnam savaşıyla ilgili algısının değişiminde büyük bir pay sahibidir.
Hersh, devlet gibi düşünseydi, patron gibi düşünseydi, okuyucu gibi düşünseydi o haberi yayınlayamazdı, gazeteci gibi düşündü, gazeteci gibi davrandı ve bugün adı İstanbul’un bir köşesinde bu cesareti sayesinde anılıyor.
Gazeteciliğin yüzde doksan dokuzu unutulur, yüzde biri hatırlanır.
O yüzden, devletle, patronla, en önemlisi okuyucuyla çatışmayı göze alır gerçek gazeteci.
Yüzde doksan dokuzunun gerçekleri sakladığı bir mesleğin yüzde biri olmak, karanlık bir odada çakılan bir kibrit gibi olmaktır, herkes seni görür.
Karanlıkta yanan bir kibrit, aydınlıkta yanan bir projektörden daha parlaktır.
Onun için kimsenin yazmaya cesaret edemediği gerçekleri yazan gazeteciler hemen fark edilir. Öfke toplar, tepki çeker ama unutulmaz olur.
Bunu çok iyi biliyoruz, çünkü bugün bu konuşmayı karanlık bir odaya dönen bir toplumda yapmaktayız, gelişmiş ülkelerin yavaş yavaş geride bıraktığı o karanlığın ne olduğunu biz burada hâlâ en koyu biçimde yaşıyoruz.
Gazeteciliğin en ağır baskılar altında olduğu bir dönemden geçiyor Türkiye.
Tek bir eleştiri bile istemeyen bir hükümet var. Basının büyük bölümüne bizzat sahip. Sahip olmadıklarını ise çeşitli biçimlerde tehdit ediyor.
Hoşuna gitmeyen gerçekleri yazanları vatan hainliğiyle suçluyor.
Kendi çıkarıyla vatanın çıkarının aynı olduğunu söyleyen bir yönetim bu.
Sadece yaptıklarından hoşnut olmadıkları gazetecileri değil, karılarının ya da kocalarının yaptıklarından hoşnut kalmadıkları gazetecileri bile işlerinden çıkartıyorlar.
İşsiz gazetecilerin sayısı her gün artıyor.
Yandaşlarını zengin edip, muhaliflerini açlığa mahkum etmeye uğraşıyorlar.
Çok ağır baskılar altında bugün Türk basını.
Bizim basın, sihirbazların kazlarına benzer, ne kadar bastırırsanız bastırın o baskının altında ezilerek ve itiraz etmeden varlığını sürdürür, bugün de sürdürüyor.
Yüzde doksan dokuzu alçakça davranıyor. Gerçekleri saklıyor, çarpıtıyor, gerçeği söyleyenlere saldırıyor.
Ama burada da yüzde bir var.
Karanlıkta bir kibrit gibi, etraflarını aydınlatıp gerçekleri söyleyebilmek için kendilerini tüketerek yanıyorlar.
Onların ışığını görüyor, onların ışığıyla umutlanıyor, onların cesaretine ve dürüstlüğüne güveniyoruz.
Epeyce uzayan bu konuşmayı bitirirken, dünyanın her yanındaki o yüzde biri, o koyu karanlıktaki alevleri, bir ışık yakmak için kendilerini de yakanları saygıyla ve minnetle selamlayıp, buraya gelip beni dinlemek nezaketini gösterdiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.

P24: Her yıl tekrarlanacak
Bağımsız Gazetecilik Platformu P24, açılışını Ahmet Altan'ın yaptığı Birand Konuşmaları için, şu açıklamayı yaptı:
"Mehmet Ali Birand’ı içine kapanmış bir memleketin pencerelerini dünyaya açmasındaki rolüyle, Türkiye medyasının ve Türkiye’nin ufkunu genişleten, tabuları kırarak zihinlerimizin özgürleşmesine yardım eden haberciliğiyle hatırlıyoruz.
Bu konuşmalarla Birand’ı anarken, esas olarak ufkumuzu geniş, zihnimizi özgür tutmanın yolları üzerine düşünmeyi hedefliyoruz.   
Her yıl tekrarlamayı planladığımız Mehmet Ali Birand Konuşmaları’nın amacı, Türkiye ve dünyada gazeteciliğin hallerine ilişkin gözlemde bulunan ve bu mesleğin önemi, işlevi, nasıl yapıldığı, nasıl yapılabileceği üzerine düşünmenin yollarını açan kalıcı metinler sunmak."