Wednesday, April 20, 2016

Tolstoy: Devlet, yurttaşları sadece sömürmeye değil aynı zamanda ahlaksızlaştırmaya yönelik bir komplodur.


Tolstoy25 Mart-6 Nisan 1857’de, Paris’te, hırsızlık ve cinayet suçundan ölüme mahkum edilmiş François Richeux’nün infazının gerçekleşeceğini öğrendiğinde, vaktini en iyi nasıl geçireceği konusunda kararsızdı. Merak, tiksintiye baskın geldi. Kalem tutmak meslek edinildiğinde, sırt çevrilemeyecek deneyimler vardır! Bir gösteri izleyeceğine dair bulanık bir duyguyla, gecenin karanlığında kalktı, soğuk odada giyindi, bir faytona binip Roquette Meydanı’na gitti. Yoğun bir kalabalık -çok sayıda kadın, birkaç çocuk- hala karanlık olan bir göğün altında durup bekliyordu.(Dönemin gazetecileri, bu kalabalığın 12.000 kişiden oluştuğunu belirtmişti.)
Meydanın yakınındaki tüm gece kulüpleri kapılarını açmıştı. Etraftaki birkaç fener, yüzleri, bir şişeyi, şapka sallayan bir eli aydınlatıyordu. Bu insan yığınının üzerinde, ölüm makinesinin dikey ve net silueti. Boğuk bir uğultu, mahkümun gelişini müjdeledi. Daha iyi görebilmek için herkes birbirini ittiriyordu. Lev Tolstoy, seremoninin en ufak bir ayrıntısını kaçırmadığına göre iyi bir noktada konumlanmış olmalıydı. Bıçak indiğinde, acıyı kendi etinde duydu.
Odasına dönünce, ruhu tanık olduğu korkunçluğun etkisindeyken, ilk izlenimlerini birkaç kelimeyle not etti: “Saat yedi olmadan hasta bir halde kalktım ve idamı izlemeye gittim. Sağlıklı, beyaz, tombul göğüs ve boyun. İncil’i öptü. Ardından, ölüm. Ne saçmalık! Güçlü etki ve önemsiz nokta . . . Giyotin uzun süre boyunca uyumamı engelledi ve beni arkama bakmaya mecbur etti.” Kellesi uçurulan bedenin görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu, aynı gün Botkin’e şunları yazdı: “Savaşta ve Kafkasya’da pek çok vahşet gördüm ama eğer önümde bir adamı parçalara ayırsalardı, sağlam, güçlü ve sağlıklı bir adamı bir saniyede öldüren şu gelişmiş ve basit makineyi görmekten daha az tiksindirici olurdu. İlkinde, bilinçli bir irade değil, insani öfkenin doruğa ulaşması vardır; ikincisinde ise, aşırı bir özene varan bir soğukkanlılık, cinayette bir rahatlık var, görkemli hiçbir şey yok. Kaba, sinik bir adalet, Tanrı’nın yasasını uygulama isteği. Onur, din ve hakikat adına en çelişkili şeyleri dayanak olarak ileri süren avukatların ilan ettiği adalet . . . Ve şu iğrenç kalabalık! Bir baba, kızına nasıl rahat ve bilgece bir mekanizmayla işlemin gerçekleştiğini anlatıyordu, vs. Beşeri yasa, ne saçmalık! Hakikat şu ki, devlet, yurttaşları sadece sömürmeye değil aynı zamanda ahlaksızlaştırmaya yönelik bir komplodur. Politik yasalar, bana göre, korkunç yalanlardır. . . Asla, hiçbir yerde hiçbir hükümetin hizmetine girmeyeceğim.”
Yirmi beş yıl sonra, İtiraflarım’da, o günün iç karartıcı görüntülerine geri dönecekti: “Kafanın bedenden ayrıldığını ve her ikisinin de boğuk bir gürültü çıkararak bir sandığın içine ayrı ayrı düştüğünü gördüğümde, aklımla değil ama tüm varlığımla, hiçbir rasyonel ilerleme doktrininin bu eylemi haklı çıkaramayacağını ve dünyada bugün var olan ya da dünyanın yaratılmasından itibaren yaşamış olan tüm insanlar, herhangi bir teoriye göre, bu idamın gerekli olduğunu ileri sürse dahi ben bunun gerekli olmadığını, bunun kötü olduğunu bileceğimi anladım. “
İdamın ardından, Lev Tolstoy tüm Fransa’ya kızdı. Şöyle yazacaktı:
“Bu halkta şiir yok, tek şiiri politika . . . Genel olarak, Fransız yaşantısı ve halkı hoşuma gidiyor ama şimdiye dek ne sosyetede ne halkta işe yarar bir adamla karşılaşmadım.”


Henri Troyat
Lev Tolstoy
İletişim yayınları
sayfa 235,236

Sunday, April 17, 2016

Sinema: “Korkunç İvan” – Gürşat Özdamar


Meydan Gazetesi- Korkunç İvan Gürşat özdamar

 İşgal ve savaş politikalarıyla topraklarını genişletti, kendini Çar ilan ettirdi, tek millet tek devlet söylemini kullandı, dini de iktidarı için kullanmaktan çekinmedi, kendisine karşı gelenleri ortadan kaldırmak için özel bir teşkilat oluşturdu, kendi iktidarı için oğlunu bile öldürttü: “İnsan olarak günahkâr olabilirim, ama Çar olarak doğru yoldayım.”
Rus yönetmenlerden Sergey Eisenstein, ilk Rus Çarı olan İvan Vasiliyeviç, yani Korkunç İvan ile ilgili bir film yapmak isteğini Stalin’e açtığında, Stalin, İvan Vasiliyeviç’in karakterini kendine yakın bulduğundan ve onu ulusal bir kahraman olarak gördüğünden desteklemeye karar verir. 3 bölüm olarak düşünülen filmin ilki 1944 yılında tamamlanır. Stalin ilk filmi çok beğenir ve Eisenstein’ı Stalin nişanıyla ödüllendirir. Ama ikincisi 1946 yılında tamamlandığında filmi izleyen Stalin, filmde İvan’ın bir kahramandan çok paranoyak bir karakter olarak anlatıldığına karar verip filmin gösterimine izin vermez.
İvan Vasiliyeviç’in yaşamıyla filmde anlatılanlar kıyaslandığında, Eisenstein’ın gerçekçi bir film yaptığı söylenebilir. Ama bu yalın gerçeklik Stalin’i rahatsız etmeye yetmiş de artmıştır bile.
Günümüzde, benzer biçimde, eski padişahlarla, örneğin Kanuni ile ilgili filmler ya da diziler yapılıyor olsa da, burada anlatılan katliamlar, kardeşin kardeşi öldürmesi, şimdiki yöneticileri çok da rahatsız etmediği gibi o günlere imrenerek bakıldığı gizlenmiyor.
Korkunç İvan, henüz üç yaşında başına geçtiği Moskova Dükası ünvanını 17’sinde Rus Çarı’na dönüştürecek kadar büyük hırsları olan birisiydi. Ezeli düşmanı olarak gördüğü Tatarlar üzerine sayısız sefer yaparak çevresine korku salan bir karakter olarak belirginleşti.
Filmde, bu hırsları yüzünden tek lider olma hikayesine de yer verilen İvan, Bizans İmparatoru tarafından III. Ivan’a gönderilen Vladimir tacını bütün Rusya’nın Çar’ı olarak giyer ve böylece yeni bir yönetim biçimi olarak Çarlık Rusyasının fiili ilk çarı olarak kendisini ilan eder. Ucunda çift başlı kartal simgesi bulunan asayı sağ eline, küreyi sol eline alıyor. Biri dini otoriteyi diğeri de dünyevi otoriteyi temsil etmektedir.
Çar olarak yaptığı ilk konuşmada: “Şu andan itibaren tüm Ruslar tek bir devlet oluşturacaklar. Rus topraklarının birliğine karşı çıkanları ezerek güçlü ve bölünmemiş bir devlet. Atalarımızın toprakları bizden kopartıldı. İşte bu yüzden, bu taç giyme gününde işgal edilmiş Rus topraklarını geri almak için yola çıkacağız” sözleriyle yapacağı savaşların işaretini verir.
Dışarılara seferler yaparak topraklarını genişleten İvan, içte de kendisine tehdit olarak gördüğü herkesle mücadele etmek üzere de günümüzde siyasi polise benzer biçimde Opriçniki denen bir teşkilat oluşturur. Bunların tek görevi Çar’ın düşman olarak gösterdiği kim varsa yok etmek ve mallarına el koymaktır. Emri de bizzat Korkunç İvan veriyordu: “Demir kardeşliği oluşturacağız. Kardeşliğin dışında kimseye inanmayacağız.’’
Çar, bir başka sahnede sorar “Bir yanağına vurulmuşsa diğerini çevirmek bir Çar için uygun mudur?” Bu söz, yaptığı katliamların, acımasızlıklarının, zorbalıklarının bir itirafı gibidir. “İnsan olarak günahkâr olabilirim, ama Çar olarak doğru yoldayım.”
Film Korkunç İvan’ın “Büyük Rus ülkesinin hatırı için bir Çar her zaman iyilere karşı iyi ve yumuşak kötülere karşı zalim ve acımasız olmalıdır. Eğer ki Çar bu konuda tereddüt ederse, asla gerçek bir Çar olamaz! Bugün Moskova’da, Rus Birliği’nin düşmanlarını yok ettik. Bundan böyle adaletin kılıcı, Rus gücünün yüceliğini baltalamaya çalışanların tepesinde sallanacak. Rusya’ya el ve dil uzatılmasına göz yummayacağız.’’ sözleriyle biter.
İktidarı için kendi oğlunu bile öldürmekten çekinmeyen, Moskova’da kendisi için yapılan Kızıl Meydan’daki ünlü yapının mimarının gözlerini benzerini bir başkası için yapamasın diye oydurtan Korkunç İvan’ın hikayesi burada bitiyor. Ancak devletler, iktidarlar yeni yeni Korkunç İvan’lar var etmeye devam ediyor.
Gürşat Özdamar
gursatozdamar@meydangazetesi.org
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.

Wednesday, April 13, 2016

KÜLTÜREL YOZLAŞMA KARŞISINDA DEVRİMCİ SANAT[1]


“Ars et celare artem.”[2]
 Temel Demirer
Benden, ‘Kültürel Yozlaşma ve Halkın Sanatı’ üzerine konuşmam istendi.
Duymak istediklerine açık kulaklara göre bir ağız olmadığımın altını çizerek, kültürel yozlaşma karşısında “Halk(ın) Sanatı”ndan değil; günümüzde “devrimci sanat”tan ve gerekliliğinden söz edeceğim.[3]
* * * * *
“Olağan” denilen bir çılgınlık hâli olarak bugün: sürdürülemez kapitalist çürüme, kokuşmuşluk, yabancılaşmayla damgalanmıştır!
Pierre Assouline’in, “Umut aynıydı, trajik”;[4] Paul Auster’in, “Olduğumuz yerde değiliz, sahte bir konumdayız”; Milan Kundera’nın, “Bugün, hepimiz birbirimizin benzeriyiz”;[5] Theodor W. Adorno’nun, “Ne kadar güçlü olursa olsun, ilke olarak herkes bir nesne durumunda şimdi”; Walter Benjamin’in, “Bugün ölmekte olanların ağzından, kuşaktan kuşağa bir yüzük gibi dolaşan sapasağlam sözlerin çıktığı var mı? Bir atasözü bugün kimin yardımına koşuyor?” “Ölümle pençeleşenlerin ülkesinde cümleler tamamlanmıyor, nasıl sonlanacaklarını önceden biliyorsunuz”;[6] A. Tarkovsky’nin, “Dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler sözüm ona sağlıklı olanlardır”; Chuck Palahniuk’un, “Öyle planlanmış vaziyetteyiz ve ince ince yönetiliyoruz ki, burası artık dünya olmaktan çıktı. Burası lanet olası bir sahil güvenlik teknesi oldu”;[7] George Orwell’in, “Uygarlığın bedeli eşitsizlikle ödenmiştir.”[8] “Dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yiyecek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar. İngiltere’de bir yaşına geldikten sonra, hiçbir hayvan mutluluk nedir bilmez, hiçbir hayvan dinlenip eğlenemez. İngiltere’de hiçbir hayvan özgür değildir. Hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki! İşte tüm çıplaklığıyla gerçek budur,”[9] diye betimledikleri hâl insan(lık) için bir özgürlük alanı olan sanatın meta fetişizmine “kurban edildiği” kültürel yozlaşmanın dölyatağıdır…
* * * * *
Bunun ne demek olduğunu tüm sarsıcılığıyla yaşarken, işte birkaç örnek:
i) ‘Kültür ve Sanata Uygulanan Baskı ve Sansür/2014 Raporu’na göre, Türkiye’de 135 olayda hükümet tarafından doğrudan kültür ve sanata yönelik yasaklama, baskı ve sansür uygulandı: AKP hükümeti tarafından belgesel, sinema ve tiyatro oyunlarına 32 kez sansür ve yasak uygulandı… sanat kurumlarında 22 usulsüz görevden alma, atama ve zorla istifa olayı meydana geldi… 18 kez Radyo, TV, gazete sansürü ve yasağı konuldu… 17 kez internet ve sosyal medya yasağı uygulandı… diğer sanat dalları ve edebiyat alanında 16 sansür ve yasaklama olayı yaşandı… kültür varlıklarına ve sanat alanlarına 16 saldırı gerçekleşti![10]
ii) “2014 yılının 5 sanat skandalı: ‘Akdeniz’ ve ‘Karacaoğlan’ heykellerinin kollarının kırılması; Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi soygunu; Namık İsmail’in ‘Krizantemler’ tablosunun onarılmaz hasara uğratılması; Venedik’teki sergide ‘Kes sesini Tayyip!’ afişinin fotoşopla örtülmesi yılın utanç verici olaylarıydı”![11]
iii) ‘Baskı ve Sansürlere’ dair Mayıs 2015 raporuna göre: “Sarkis’in 56. Venedik Bienali’ndeki ‘Nefes’ eseri için hazırlanan katalogun dağıtımı, Rakel Dink’in kaleme aldığı metin nedeniyle Dışişleri, Kültür ve Turizm Bakanlıkları ile bazı sergi destekçilerince engellendi… Antalya Devlet Senfoni Orkestrası’nca yorumlanacak Fazıl Say’ın ‘Nâzım Oratoryosu’, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün emriyle programından çıkarıldı. Devlet Çok Sesli Korosu da Fazıl Say ile çalışmayacağını duyurdu… Edirne Valiliği, Tiyatro Kumpanya’nın Can Yücel’in şiirlerinden oluşturulan ‘Can’ oyununun Edirne’de sahnelenmesini yasakladı… Çanakkale Çocuk Bienali’nde Berkin Elvan ile ilgili bir çalışma olması nedeniyle ilkokul öğrencilerinin sergiyi gezmeleri, Çanakkale İl Milli eğitim Müdürlüğü tarafından yasaklandı… Maden Tetkik Arama Enstitüsü Tabiat Tarihi Müzesi’ndeki müze tanıtımında ‘insan evrimi’ ile ilgili bölüm sansürlenerek, ziyaretçilerin bölümü gezmeleri engellendi… Soner Yalçın, ‘Kayıp Sicil - Erdoğan’ın Çalınan Dosyası’ kitabında Bilal Erdoğan’a hakaret ettiği iddiasıyla yargılandığı davada 1740 TL adli para cezasına çarptırıldı… Oyuncu Defne Halman, Sadri Alışık Oyunculuk Ödülleri töreninde yaptığı konuşmada ‘Rumelihisarı Sahnesine mescit yapılmasına izin vermeyelim’ dediği için Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından hedef alındı… TRT Çocuk televizyonunda ‘Pepee’ isimli çizgi filmdeki bazı diyaloglar sakıncalı bulunduğu için çizgi film yayından kaldırıldı… Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bakanlıkta önemli görevlerdeki pek çok kişinin hukuksuz olarak ‘geçici görevlendirme’ yoluyla pasifize edildiği ve bu görevlere bakana yakın birileri atanarak, aynı makam için iki maaş ödendiği ortaya çıktı”![12]
iv) “Türkiye’deki baskı ortamı sanat ve kültür dünyasında da giderek sansür ve otosansürü körüklüyorken; örnekler saymakla bitmez. Işık Kansu’nun ‘Diren’ adlı oyununun sahnelenmesinin Edirne Milli Eğitim Müdürlüğü’nce engellenmesi bunun örneklerinden. Her zaman doğrudan yasaklama da gerekmiyor. Oluşturulan baskı ortamı, insanları otosansüre, Türkçesi kendi kendine yasak getirmeye zorluyor. 51. Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde Reyan Tuvi’nin ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ adlı Gezi belgeselinin başına gelenler hâlâ belleklerde...
Altın Portakal, hem de sinemamızın 100. yılında, yasal yetkililere iş bırakmayan Festival Komitesi’nin otosansürüyle geçti tarihe…
Giderek bir ‘hastalık’ hâlini alan otosansürün son çarpıcı örneklerinden biri de CNN Türk ekranlarında yaşandı. XVII. yüzyılın büyük ustalarından Rubens’in ‘Üç Güzeller’ tablosu, RTÜK korkusuyla mozaikleniverdi. Hem de, yüzyıllar içinde değişen güzellik anlayışının ele alındığı Dünyanın 1001 hâli adlı programda”![13]
v) Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, Devlet Opera ve Balesi (DOB) Genel Müdürlüğü ile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Müzik Direktörlüğü görevinden aldığı Rengim Gökmen hakkında, aylar sonra, devlete bağlı sanat kurumlarını yok ettiği eleştirisi ile karşılanan Türkiye Sanat Kurulu Yasa Tasarısı Taslağı (TÜSAK) ile ilgili “sosyal medya dahil yaptığı tüm açıklamalarla kurum sanatçılarını ‘galeyana getirdiği’ ve DOB’un bölge müdürlerini ‘TÜSAK’a Hayır’ bildirisine imza attırmaya zorladığı” gerekçesiyle soruşturma başlatıldı![14]
vi) Levent Üzümcü, politik görüşü, 2013 Sosyalist Enternasyonal’de yaptığı konuşma, basına verdiği demeçler, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlar gerekçe gösterilerek ihraç istemiyle İstanbul Büyükşehir Belediye Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk edildi ve hakkında soruşturma açıldı![15]
vii) Ferhan Şensoy’un “Ferhangi Şeyler” oyununu izleyen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin bir kısmı AKP eleştirilerinden rahatsız oldu. Grup önce salonu terk etti, sonra da oyunu bastı![16]
viii) William Shakespeare’in en güçlü ve en karanlık tragedyası olan Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı ‘Macbeth, baskılarla 2014’ün Kasım ayı programından apar topar çıkarıldı![17]
ix) Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz el-Suud’un ölümü üzerine ilan edilen bir günlük milli yas nedeniyle Devlet Tiyatroları da bir günlüğüne perdelerini kapattı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda da yas nedeniyle 24 Ocak 2015’de oyunlar bir günlüğüne iptal edildi![18]
x) Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın DT’nin sadece repertuvarını değil, oyunların provalarını ve hangi oyuncunun hangi oyunda rol aldığına kadar A’dan Z’ye her şeyi denetlediği öğrenildi… Bakanlığın, Müsteşar Prof. Haluk Dursun’un bilgisi dahilinde, 2014-2015 sanat sezonu repertuvarı hazırlanırken önce sahnelenecek oyunların metnini, sonra hangi oyunda hangi oyuncuların yer aldığının bilgisi ile oyunlarda görevlendirilecek figüranların listesini istediği de kaydedildi![19]
xi) Antalya Atatürk Endüstri Meslek Lisesi tiyatro topluluğu tarafından ‘Rumuz Goncagül’ adlı oyunun oynanması için okul öğretmenlerinden Emine Nar Kaya’nın yaptığı başvuru okulun inceleme kurulu tarafından onaylanarak, Kepez İlçe Milli Eğitim Kurulu Komisyonu’na gönderildi. İlçe Milli Eğitim Müdürü ve iki öğretmenden oluşan komisyon, cinsel içerikli olduğu gerekçesiyle; oyunun içeriğindeki “muhabbet tellalı” kelimesinin “p.......k” anlamı taşıdığı gerekçesiyle İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Komisyonu tarafından izin verilmedi. Komisyona “sansürcüsünüz” diyen öğretmen ise sürgün edildi![20]
xii) “TÜSAK’a hayır… diyen gider” diyen TÜSAK’ın savunucusu Nejat Birecik resmen Devlet Tiyatroları’nın genel müdürü oldu![21]
xiii) Eski Genel Müdür Mustafa Kurt’un ‘Güneş Batarken Bile Büyük’ oyununun kaldırılacağını söylediğini belirten ve 27 Ekim 2014’de görevinden istifa ettiğini açıklayan İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Şakir Gürzumar, nedenini sorduğunda “Öyle emir geliyor” yanıtını aldığını anlattı![22]
xiv) Genco Erkal’ın açık hava tiyatrosuna dönüştürdüğü, İstanbul Eminönü’ndeki Çorlulu Ali Paşa Hanı’ndaki tiyatrosu kimliği belirsiz kişilerce tahrip edildi. Erkal, 2013’ün Mayıs’ından beri Nâzım Hikmet’ten uyarlanan ‘Yaşamaya Dair-Bursa Cezaevi’nden Mektuplar’ oyununu sahnelediği tiyatroda, seyircilerin oturduğu platformun tamamen parçalanmış olduğunu söyledi![23]
* * * * *
Bu kadar da değil; ayrıca Hülya Küpçüoğlu’nun, “Çağdaş sanat günümüzün yıldızı; dünya tarihinde olmadığı kadarıyla büyük paraların dolaştığı, bir ucu Dubai şeyhlerine uzanan bir küresel ağ aynı zamanda,” notunu düştüğü koordinatlarda kültürel yozlaşmanın bir getirisi olarak sanat meta fetişizminin dişlileri arasında öğütülüyor.
Örneğin Christie’s’in New York’taki müzayedesinde 11 Mayıs 2015’de “sanat piyasası”nı allak bullak eden iki rekor kırıldı. Pablo Picasso’nun ‘Cezayir’in Kadınları’ tablosu New York’taki Christie’s Müzayede Evi’ndeki açık artırmada tam 179 milyon dolara alıcı buldu. Tablo ulaştığı rekor fiyatla dünyanın açık artırmada satılan en pahalı sanat eseri unvanını elde etti.
Yine XX. yüzyılın en seçkin heykeltıraşlarından Alberto Giacometti’nin gerçek boyutlu ‘İşaret Eden Adam’ adlı heykeli de 141.3 milyon dolara satıldı. Daha önceki rekor, İngiliz ressam Francis Bacon’ın, 2013’te yine Christie’s tarafından 142.4 milyon dolara satılan ‘Lucian Freud Üstüne Üç Çalışma’ adlı yapıtına aitti.

“SANAT”IN 100 MİLYON DOLARLAR KULÜBÜ
NE?
KİMİN?
EDERİ/ YIL
‘Cezayirli Kadınlar’
Pablo Picasso
179 milyon dolar / 2015.
‘İşaret Eden Adam’
Alberto Giacometti
141.3 milyon dolar / 2015.
‘Lucian Freud Üstüne Üç Çalışma’
Francis Bacon
142 milyon dolar / 2013.
‘Çığlık’
Edvard Munch
119.9 milyon dolar / 2012.
‘Çıplak, Yeşil Yapraklar ve Büst’
Pablo Picasso
106.5 milyon dolar / 2010.
‘Yürüyen Adam I’
Alberto Giacometti
104.3 milyon dolar / 2010.
‘Pipolu Çocuk’
Pablo Picasso
104.1 milyon dolar / 2004.

Kolay mı? 2010’da yapılan bir araştırmaya göre, dünyadaki sanat satışlarının toplamı 52 milyar dolar. Bunun yüzde 48’i müzayedeler tarafından gerçekleştiriliyor, geri kalan yüzde 52’si diğer kişi ve kurumlar tarafından yapılıyorken; “On yılın çılgın piyasasında fiyatları 100 milyon doların yukarısına fırlayan sanat yapıtları ‘güvenli kâr payları’yla rekor üstüne rekor kırıyor,” vurgusuyla ekliyor Celal Üster: “Uluslararası sanat piyasasındaki, özellikle de müzayedelerdeki rekor fiyatları ‘Senet mi, sanat mı?’ dedirtiyor”!
Evet hâl buyken; Guy Debord’un ‘Gösteri Toplumu’nda öngördüğü gibi, toplum yapısında kültür/ sanat hem metaların en ünlüsü olacaktı, hem de karmaşık tüketim ağı içinde iktisadın taşıyıcı unsuru hâline gelecekti.[24]
Bu karanlık tablo hepimize George Santayana’nın, “Sanat da, hayat gibi, özgür olmalıdır”; Schiller’in, “Sanat, özgürlük tarafından emzirildikçe büyür”; André Gide’in, “Şeytan’ın işbirliği olmadan sanat eseri yaratılamaz”; Chuck Palahniuk’un, “Sanat asla mutluluktan doğmaz”;[25]Oscar Wilde’in, “Bir sanatçı için en uygun iktidar, var olmayan iktidardır,”[26] uyarılarını bir kere daha anımsatırken; sanat müzayedeleri milyon dolarlarla kapanıyor, sanat ve kültür burjuvaların yakasına taktığı birer rozettir, gösteriştir, metadır artık!
“Kullan at çağı”nda sanat, artık bir tüketim aracıdır sadece: “Bienaller”, “Çağdaş Sanat Müzeleri”, “Müzayedeler” vs. ile… Ya da ‘Yavaşlık’ta Milan Kundera’nın hatırlattığı üzere: “Her şey düzenlenmiş, ayarlanmış, yapay, her şey bir oyun, hiçbir şey içten değil ya da başka bir deyişle, her şey sanat”tır[27] artık!
* * * * *
Tablo böyleyken; buna bir de -süreğenliğinde!- AKP faktörü eklendi!
Recep Tayyip Erdoğan’ın gazeteciler için patronlara “mademki paralarını siz veriyorsunuz, sizin söylediğinizi yapacaklar” dediği despot anlayışı AKP yönetimi sanata da uyguladı.
“Mademki parayı devlet veriyor, o zaman bizim istediklerimizi yapacaklar,” anlayışıyla tiyatroda oyun seçimlerine müdahale ettiler. Oyun yasakları konuldu. Oyuncular hakkında soruşturmalar açıldı.
Operaya, “kafa şişirici gürültüler” dediler.
Baleye, “çıplak kızlarla erkeklerin sahnesi” gözüyle baktılar. Dans sanatına “tövbe” dediler, “günahtır.” Heykel zaten yasaktı. “Ucube” deyip yıktılar.
Resim her zaman kuşkuluydu. “Kadınlar örtülü mü, değil mi?” gözüyle dolaştılar.
Şiir, ilahi olursa iyiydi, öykü, roman hep sansürden geçmeliydi…
Yeniden “Saray sanatçıları” dönemine dönmeyi hedefliyorlardı. Saray mızıkacıları. Saray oyuncuları. Saray kasidecileri.
Böylelikle karşımıza sanatı Ece Erken’lerle, Alişan’larla, Acun’larla yapan; Kaç-Ak Saray’ı eser, müteahhidi de “sanatçı” diye lanse eden anlayışsızlık dikildi…
Sonrasında ise Yavuz Bingöl’ler devreye sokuldu!
Mantık, akıl, duygu tutarsızlığı içinde bocalayan “sanatçı”lar ya da “Bu ödülü sizin elinizden almak onurdur” diyebilen süs bebek (bkz. H. Koçyiğit) kişilikler, Ersoy’lar, Gencebay’lar, despotun sanatçısı olmaya yakıştılar!
Bu kadar da değil! Edebiyat alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü alıp, sokak eylemlerine değinirken, “Bir kalem darbesi ile ergenleri sokağa döken yazarın yaptığı helal değildir” demesiyle maruf Alev Alatlı, Erdoğan için “entelektüel birikim”li lider vurgusuyla şunları diyebildi:
“Dünya 5’ten büyüktür. Beynelmilel medya kartellerinin, muhtelif strateji uzmanlarının nadan dünyalarından büyüktür. Sayın Cumhurbaşkanım siz ve ekibiniz dünyadaki bugün 1.5 milyon Suriyeli’ye kapılarını açtığınız için tarih sizi ayrı bir yere yazacak. Dünya 5’ten büyüktür dediniz ve tüm oligarkları boşa çıkardınız. Bugün George Orwell olsa sizi ayakta alkışlardı. O yetmez Daniel Defoe de kalkar o da alkışlardı. Sizin sahici dostlarınız sanatçılar ve edebiyatçılar arasındandır. Yükselen trendlerle beraber yükselmekten imtina eden ve çoğu kez onlara rağmen yükselen bağımsız yazar arkadaşlarım, sanatın, edebiyatın muhasebeleştirelemeyeceği bir düzeni özleyen edebiyatçılar ve tabii başta bu ödülü bana layık gören zat-ı aliniz ve ekibinize teşekkür ediyor ve bu çatı altına olmaktan çok mutlu olduğumu söylemek istiyorum…”[28]
Benjamin Franklin’in, “Para ve insan arasındaki karşılıklı ilişki şöyledir: İnsan, paranın sahtesini yapar, para da insanın”; D. H. Lawrence’ın, “Para bizim deliliğimiz, bizim devasa kolektif deliliğimiz,” uyarısını anımsatan bu yalakalıkların altını çizerken hatırlatalım: “Sanatın evreninde ‘büyüklük’, yalnızca eşsiz bir yetenekle, olağanüstü bir teknikle erişilebilecek bir zirve değildir. Sanatçıyı aynı zamanda ‘büyük sanatçı’ kılan en önemli ölçütlerden biri de sanatçının hayatın çok, ama çok özel dönüm noktalarında sergilediği çok, ama çok özel bir ‘tavır’dır. O tavır ya da ‘duruş’, sanatçıyı yalnızca sanatıyla sınırlanmış olmanın çok ötelerine taşır, ona sanatını da kapsayan ve sanatta vardığı zirvelere başka açıklamalar da getiren nitelikler kazandırır.
Tolstoy, din alanında peş peşe savunduğu radikal görüşler nedeniyle kendisini: ‘Bu kadarına Çar ne der?’ sorusuyla uyarmak isteyenlere şu yanıtı vermişti: ‘O Çar ise ben de Tolstoy’um!’
Beethoven, bugün ‘Eroica’ adıyla da bilinen 3. Senfonisi’nin başına önce ‘Bonaparte’ yazmıştır. Ancak o güne kadar Büyük Fransız Devrimi’nin yetiştirdiği bir özgürlük kahramanı olarak saygı duyduğu Napolyon’un imparatorluk tacını giydiğini duyunca: ‘Yaa! Demek o da artık sıradan ölümlüler arasına katıldı! Demek o da artık kişisel iktidarı uğruna bütün özgürlükleri baskı altına almaktan çekinmeyecek!’ diyerek ithafını yırtar.”[29]
Sanatçı budur; yani 1970’lerde, “Devrimci bir tiyatro yapıyoruz diyebilmek ancak devrimi yapabilecek sınıfların yanında, onun kavgasında yer almakla olanaklıdır. Bu insanları da ancak gecekondularda, fabrika kapılarında, çamurlu sokaklarda bulabiliriz, ücreti 10-15 lira olan kadife koltuklarda değil,” sözlerini haykıran Mehmet Ulusoy’un ifadesindeki duruştur…
* * * * *
Tüm bunlar kültürel yozlaşmanın somutuyken; toplumsal ölçekli lümpenleşmenin de muharrik gücüdür.
Emre Kongar’ın, “Türkiye’nin kaderine, işçi sınıfı, burjuvazi ve demokratlar yerine, lümpenproleterya ve lümpenburjuvazi üzerinde yükselen lümpendemokratlar egemen oldu:
Lümpenproleterya, işsiz, güçsüz ama en önemlisi, bilinçsiz işçilerdir.
Lümpenburjuvazi terimini, sırtını devlete dayamış olan veya sahtekâr, üçkâğıtçı, en önemlisi de çağdaş değerlerden yoksun burjuvazi için kullanıyorum. (Örnek: Milletin a.... koyan işadamı.)
Lümpendemokrat terimini ise, sadece seçim sürecini kabul eden ama başta muhalefet ve ifade özgürlükleri olmak üzere, temel hak ve özgürlükleri reddeden sözde demokratlardır,” dediği tabloda “lümpen” terimi esası itibarıyla “tortu” demektir.
“Lümpen” Almanca’da “paçavra” anlamına gelir. “Lümpen proletariat” terimi ise paçavralar içinde yaşayan aşırı derecede yoksul işçi kesimini anlatır. Bu insanlar eğitim ve sınıf bilincinden tümüyle yoksundurlar, karın tokluğuna çalışırlar, bugünden yarına yaşarlar, ne en küçük bir umutları ne de geleceğe ilişkin herhangi bir planları vardır.
Lümpenlik daha çok ahlâki bir yozlaşmayı gösterir. Samimiyet ve dürüstlük denen şeylerin enayilik olarak algılandığı bir kafa yapısını gösterirken; o yalakadır ve onu için aldatma esastır.
İşsiz, güçsüz ve sınıf bilinci olmayanlardan oluşan; kapitalizmin “ayak oyunları”na kanan güruh olarak nitelenen lümpenleri Karl Marx, ‘18 Brumarie’de “Dilenciler, paçavra toplayıcılar, genelev işletenler, yankesiciler, salıverilmiş mahkûmlar, terhis edilmiş askerler, haydutlar, burjuvazinin perişan olmuş maceracı dallarından oluşan, tüm sınıf konumlarının reddettiği dağınık bir kitle,” olarak tanımlar.
Karl Marx’ın tehlikeli sınıf olarak tanımladığı lümpen proletarya, “Toplum dışına itilmiş, izah edilmeyenlerin (…) dışlananların bir araya toplanmasıdır. (…) Emek bağlılığı yoluyla oluşan bir kimliğin ihtiyat ağından düşmüş” olanların meydan okuma gücünü ve boyun eğme güçsüzlüğünü bütünleştiren bir kavramdır.
Daha geniş anlamıyla lümpen proletarya sınıf bilincine dair tartışmayla ilişkilidir. Bu kavramla kapitalist toplumsal formasyonlarda savaş gibi uzayan ve ağırlaşan iktisadi, siyasal, toplumsal bunalım, çözülme dönemlerinde nüfusun önemli bir kesiminin gerici (reaksiyoner) siyasal ideolojilere ve akımlara açık yüzergezer kitle olduğuna işaret edilmek istenmektedir. Marksist faşizm çözümlemelerinde Otto Bauer ile kısmen Leon Troçki bu kavrama başvururlar.
Toplumun kıyısında yaşamaya mahkûm edilmiş, mülksüz ve giderek mülksüzleşen kesim olarak lümpen günümüzde paradigma kaymasına uğramıştır; günümüz lümpeni sahip olamadığı maddiyatı sahipmiş gibi gösterebilmek adına bazı davranışlar sergilerken; pasifize edilmiş, alıklaştırılmış insanlar topluluğuna denk düşer…
Yani bir konuda bilgisi olmadığı hâlde, her şeyi biliyormuş gibi görünmeye çalışan, genel kültür düzeyi düşük, yaşam tarzı ve davranışlarıyla içinde bulunduğu toplum ve sınıfa göre tezat oluşturan, hiçbir değeri taşıyamayan, kendine has bir dünya görüşü ve duruşu olmayan, fast food kültür tüketicisi, görgüsüz, öğretimsiz, öğretimden ziyade eğitimsiz, toplum içerisinde nereye koyarsan koy eğreti duran, at yarağına kelebek konmuş imajı sergilemesine rağmen ülkemizde fazlaca bulunması nedeni ile artık lümpen olmayanların çok daha dikkat çekmesine sebep kesim olarak Recep İvedik ya da Burhan Altıntop örnekleriyle karakteriz olan kesim hakkında Hilmi Yavuz şunu altını çizer:
“Sınıfsız ve tarihsiz olmanın belirlediği bir konumda görüyor kendini lümpen: ne o, ne öteki! Türk lümpeni hem kırsal kültürü hem kentsel kültürü, hem doğu kültürünü hem batı kültürünü olumsuzluyor. Onun yaşam ve kimlik imajını belirleyen bağıntı budur: ne o, ne öteki...”
* * * * *
Lümpenleştiren, yozlaştıran sürdürülemez kapitalizm aynı zamanda bir “Kültür Endüstrisi” ya da “Bilinç Endüstrisi”dir de…
Kültür endüstrisi, kapitalizmin yeniden üretiminde büyük rol oynayarak, herhangi bir duyumdan yoksun, kendi inisiyatifini yavaş yavaş kaybeden ve memnun bir tüketici üreten bir kurumdur. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer’in belirttiği gibi, “İzleyicilerden bağımsız hiçbir düşünce beklenmemelidir.” Yani birileri cebini diğerlerinin cebinden aldıklarıyla doldururken arada kurulan naylon düzenle insanlar eylemsizliğe itiliyor.
Kültür endüstrisi, ne yaptığını bilmeyen ve durmaksızın eğlenen bir kitle toplumu yaratmanın yanı sıra, kapitalizm yanlısı ideolojileri de aktif olarak yayar. Uyum sağlama, tüketme, sıkı çalışma ve bireysel olarak başarma gereksinimleri ile ilgili mesajlar, kültür endüstrisi ürünlerinin tipik bir özelliğidir. Bunlar işgücünün motivasyonuna yardımcı olur ve kolektif eylemi engeller. Bir bakıma “yeni dünya düzeni” bile denilebilir. Zengin ve fakir kavramı yüzyıllardan beri süre gelirken bu kavramla uçurumlar en aza indiriliyormuş gibi gösterilse de aslında sadece para babalarının lehine gelişen bir kurumdur. Yüksek sınıf üzerinden kurulan o ciddiyet en aza indirilirken, fakir sınıfın bu dengesizliğe, adaletsizliğe karşı isyanı da bastırılır, o öfkesi susturulur.
Tam anlamıyla bir çıkar ilişkisi düzeni kurulur. Dışardan bakıldığından iyi niyetli bir kurum gibi görülse de aslında her bir mekanizmasına çıkar ilişkisini donatmış bir kurumdur. Efendiler ve tüketicilerin oynatma düzeni. Müşteriler el üstünde tutuluyormuş gibi gösterilerek uyutulur ama en fazla tüketicidir. Sanatta kültür endüstrisinden payına düşeni almıştır. Tüketim toplumunun getirilerine göre sanat üreten bir düzen hâli olmuştur.
“İlke, bir yandan tüm tüketici gereksinimlerinin kültür endüstrisi tarafından giderilebilmesini dayatır, öte yandan da bu gereksinimleri önceden insanın hep bir tüketici, sadece kültür endüstrisinin bir nesnesi olarak yaşamasını sağlayacak biçimde düzenlemektir. Kültür endüstrisi bu aldatmacayı tüketiciye doyum o diye yutturmakla kalmaz, bunun da ötesinde tüketicinin zihnine, ona ne sunuluyorsa onunla yetinmesi gerektiğini kazır”ken;[30] kültür endüstrisi kendisini haz ekseninde türeten bir sistemdir esasında ve her aşırı tüketilen şeyin başına gelen şey hazzın da başına gelmiş, tükenmiştir. Kültür endüstrisinin buna yanıtı ise hazzın yerine geçecek yeni metalar türetmektir.
“Her film, bir sonraki filmin fragmanıdır” cümlesiyle Theodor W. Adorno’nun gayet güzel özetlediği “Kültür endüstrisi eski olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirir. Kitlelerin tüketimine göre düzenlenen ve büyük ölçüde o tüketimin yapısını belirleyen ürünler, tüm sektörlerde az çok bir plana göre üretilir. Tüm sektörler yapısal olarak benzerdir ya da en azından birbirinin açıklarını kapatarak, neredeyse tamamen gediksiz bir sistem oluştururlar. Bunu olanaklı kılan sadece çağdaş teknik olanaklar değil, aynı zamanda ekonomik ve yönetsel yoğunlaşmadır. Kültür endüstrisi kasıtlı olarak tüketicileri kendisine uydurur. Binyıllardır ayrı duran yüksek ve düşük sanat düzeylerini, her ikisinin de zararına bir araya gelmeye zorlar.”[31]
“Kültür endüstrisi her şeyden önce bireysel sanattan ve bu sanatın ticari olarak sömürülmesinden, ödünç alınmış star sisteminden yararlanır. Yetenekler ve starlar dinleyici ve izleyiciye sunulmadan çok önce işletmenin malı olur, başka türlü bu kadar hevesle uyum sağlamaları mümkün değildir. Kâr amaçlı düşünsel yapılar bile birer metadır,” diyen Theodor W. Adorno’nun da işaret ettiği üzere sanat, dünün mirası olması nedeniyle özgür değildir. Sanatın ne olduğu, sanatın tanımlanması, bir zamanlar ne olduğu tarafından yönlendirilmektedir. Ona göre, kültür ve sanat, ne siyasal ve ekonomik düzenden (ideolojiden), ne de bu düzenin getirdiği bireysel ve toplumsal davranış kalıplarından soyutlanarak ele alınabilir. Bunlar birbirlerini etkilemekte, biçimlendirmektedir.
Frankfurt Okulu, kültür endüstrisi kavramını sert bir şekilde eleştirir. Eleştirinin temelinde kültür endüstrileri sonucunda kültürün metalaştırıldığı yatar.
Özetle Jean Baudrillard’ın, “Görülecek hiç bir şeyin olmadığı bir görüntü bolluğu”na denk düşen hâl olarak betimlediği[32] kültür endüstrisinde birey tamamen tüketici rolüne indirgenmişken; kültür endüstrisi icraatlarıyla değerlerin içini boşaltmakta, yeniden ve yeniden üreterek onu artık “o şey” olmayan bir hâle getirmektedir ki, bu da yabancılaş(tırıl)madır.
* * * * *
Yabancılaşma insanın kendini farklı olduğu iddiası ile dünyadan ve diğer insanlardan tecrit etmesiyle temellenir; düşünce dünyasına fazlaca dalarak mekândan ve zamandan kopuk şekilde yaşamayı alışkanlık hâline getirmesiyle gelişir.
Yani insanın insanî özelliklerini kaybedip, insan(lık)a yabancılaşmasıdır.
Ya da insan(lık)ın toplumsal, kültürel ve doğal çevresine olan uyumunun azalması. Özellikle çevresi üzerindeki denetimle, uyumun azalmasının, bireyin yalnızlığına ve çaresizliğine yol açması.
Veya Bir insanın hayatını, insanın özüne aykırı bir hayat tarzına veya insan doğasına uygun düşmeyen bir yaşam şekline büründürmesidir. Yabancılaşma, insanın yaşamın öznesi olmaktan çıkıp yaşamın nesnesi olması olarak da ifade edilebilir.
Yabancılaşma insanın, özünü gerçekleştirmeye çalışan yaratıcı insan (özne) ile yaşamın denklemleri ve karmaşası içinde kaybolan insan (nesne), yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan olarak ikiye ayrılmasıdır.
İnsanın çevresinden, işinden, emeğinin ürününden ya da benliğinden uzaklaşma ya da koparılmasıyla birlikte:
i) İnsanın geleceğini kendisinin değil, dış etkenlerin, yazgının, şansın ya da kurumların belirlediğini düşünmesi yaygınlaşır. ii) Böylece herhangi bir alanda etkinliğin kavranabilirlik ya da tutarlı bir anlam taşımadığı ya da genel olarak yaşamın amaçsız olduğu kanısı yaygınlaşır. iii) Bunlarla birlikte toplumca benimsenmiş davranış kuralarına bağlılık duygusunun yokluğu ve dolayısıyla davranış sapmalarının, güvensizliğin, sınırsız bireysel rekabetin yaygınlaşması ile iv) kültürel yaygınlaşma yani toplumdaki yerleşik değerlerden kopma duygusu güçlenir. v) Bu da toplumdan yalıtlanmayı yani toplumsal ilişkilerden dışlanma ya da yalnız kalma duygusunu beslerken; vi) insanın şu ya da bu şekilde kendi gerçekliğini kavrayamamasına yol açan yabancılaşma devreye girer.
Yabancılaşma kavramını ilk belirginleştiren Hegel olmuştur. Ona göre insanlık tarihi aynı zamanda insan(lık)ın yabancılaşmasının tarihidir. Hegel’de olduğu gibi Marx’da da yabancılaşma kavramı, insan varlığının ve özünün ayrımı, insanın somut varlığının özüne yabancılaşmış olduğu düşüncesi üzerine inşa edilmiştir.
Marx’a göre insanlık tarihi, insan varlığının giderek gelişmesi, ama aynı zamanda giderek yabancılaşması anlamına gelmektedir. Yabancılaşmış insan dış dünyayı ve kendi varlığını, nesnesinden farklılaşmış özne gibi pasif olarak seyretmekle yetinir. Marx’a göre ise bunalım meta toplumun kapitalist sistem içerisinde hızla evrimleşmesiyle “değişim değerlerinin kullanım değeri” üzerinde giderek büyüyen bir egemenlik kurmasından ve bunun sonucunda, insanın ürününe, emeğine, topluma ve kendi varlığına yabancılaşması, bunları kontrol etme gücünü yitirmesinden kaynaklanmaktadır.
Marx’ın yabancılaşma kuramı içinde üzerinde durulması gereken “emeğin yabancılaşması” olgusudur. Bu olguyu işçi sınıfına özgü olarak görür ve fikirlerini bu yönde ilerletir.
Karl Marx’a göre, insan varlığı kendi hayatı ile devlet ve emek gibi temel kurumları ve toplumsal süreci oluşturan yaratımlar üstündeki denetimini kaybeder. Bu yabancılaşma insan varlığının yabancı ve saldırgan bir dünyada yaşadığı hissine sahip olduğu anlamına gelir. İnsanlar kendi yaşamlarını anlamsız, değersiz, yetersiz, tatminkâr olmayan şekillerde deneyimler. Nihai olarak, insanlar, hayatlarını daha az insanî biçimde yaşarlar; gayri insanîleşirler.
Karl Marx’ın, “estrangement”, “dehumanization” ya da “alienation” olarak gündeme getirdiği ve ilk olarak, ‘1844 El Yazmaları’nda göze çarpan, ama esas kıvamını ‘Kapital’de bulan yabancılaşma, bir deyişle “makineleş(tiril)mektir...
Karl Marx’a göre insanın yaşadığı ilk yabancılaşma doğaya karşıdır ve insan “öteki” ile olan bu ilk mücadelesini kazanmıştır. Ancak bu mücadele sırasında kullandığı silahlar (bilim, kültür, teknoloji vs.) ikinci ve daha tehlikeli bir yabancılaşmanın önünü açmıştır.
Karl Marx’ın ‘1844 El Yazmaları’nda üzerinde durduğu kavrama göre, insan(lık) üretim yaptığı andan itibaren, yani doğayı dönüştürmeye başladığı dönemden itibaren, doğaya yabancılaşmıştır. Marx’ın yabancılaşmayı işçi üzerinden tanımı ise işbölümü, patronların isteğine göre üretim ve kendi ihtiyaçlarını değil, piyasada bilinmeyen aktörlerin ihtiyaçlarını tatmin için üretim yapmasıyla açıklanır.
Bu şekliyle yabancılaşma, işçinin kendi öz ürünününe yabancılaşmasını sağlar ve böylelikle, sömürünün hasır altı edilmesinde kritik bir fonksiyona sahip olur. Örnek olsun, bir otomobil fabrikasında aynı banttan geçen arabanın sadece bir vidasını sıkan işçi, o üründe emek sahibi olduğu hâlde “bu arabayı ben yaptım” diyemez ve kendi emeğine yabancılaştığı gibi, ürününe el konulmasını normalleştirir.
Marx’ın daha kapsamlı bir üst çerçevesi ise meta fetişizmidir. Meta fetişizmi yabancılaşmaya bir tezat değil, onu da kapsayan bir tasnif çabasıdır.
Üretim araçlarından koparılan insan; emeğine, ürettiği ürüne, ilişkilerine ve hâliyle kendi doğasına yabancılaşır. Modern dünya onu üretim sisteminin edilgen bir parçasına dönüştürmüştür. Üretken bir güç olmaktan çok tüketici bir varlık hâline gelmiştir.
Mülkiyetin ortaya çıkması ile birlikte insan, geçim araçlarının salt kullanıcısı olamamaktan dolayı artık emeğine yabancılaşmaya başlamıştır.
Kapitalist sistemde bir işçi başkası için çalışmaktadır. Bu yüzden de çalışma onun kendi dışında bir şey hâline gelir ya da ona ait olmayan bir şey. İşçi kendi emeğine ve dolaysıyla kendi kendisine yabancılaşır.
Kapitalist üretimde, işçi kendisi için değil sahip olamayacağı obje için çalışır duruma düşerken; işçinin emeği kendisine düşman ve kendinden bağımsız bir materyal olmaktadır. Bu nedenle işçi ürettiği maddeden, kendi emeğinden yabancılaşmaktadır.
Bu bağlamda işçi üretim aşamasında kendisi için değil patronu için çalışmakta, artı değer üretmektedir. Bu da işçinin işinden yabancılaşmasına neden olmaktadır.
Böylelikle de işçi kapitalist sistemde kendi doğasına, insanlığına yabancılaşmaktadır. (Marksist insan doğası kavramına göre, insan hayvandan farklı olarak sadece doğal ihtiyaçları için değil sosyal, entelektüel ve daha birçok keyif için yaşayan komünal bir varlıktır. Ancak kapitalist üretim nedeniyle işçiler vakitlerini sadece yeme-içme gibi temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir ücrete uzun saatler çalışmaya zorlamakta ve insanların insanlıklarını çalmaktadır.)
Özetin özeti yabancılaşmanın temeli Karl Marx tarafından ‘1844 Elyazmaları’nda şöyle ifade edilir:
“İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların, dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek sadece emtia üretmekle kalmaz, genel olarak emtia ürettiği ölçüde, kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir… Bu olgu sadece şunu dile getirir: emeğin ürettiği nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız bir erk olarak, ona karşı koyar. Emek ürünü, bir nesne içinde saptanmış, bir nesne içinde somutlaşmış emektir, emeğin nesnelleşmesidir. Emeğin edimleşmesi, onun nesnelleştirilmesidir. İktisat aşamasında emeğin bu edimleşmesi, işçi için kendi gerçekliğinin yitirilmesi olarak, nesnelleşme nesnenin yitirilmesi ya da nesneye kölelik olarak, sahiplenme yabancılaşma, yoksunlaşma olarak görülür.”
“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, meyhaneye, dansa ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin. Güvelerin ve tozun yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun. Kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır. Yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.”[33]
Nihayet kapitalist sistem insanları da birbirinden yabancılaştırmaktadır. Patron-işçi arasındaki kaçınılmaz gerginliğe ek olarak, sistem nedeniyle insanlıklarını kaybeden patronlar ve işçiler kendi aralarında da sorunlar yaşar ve giderek bireyselleşir, yalnızlaşırlar.
Marx’a göre, yabancılaşmanın kökeninde insanın maddi yaşamdaki faaliyeti vardır. Yabancılaşmanın en üst seviyeye çıktığı kapitalizm çağında meta üretimi bireyin çok yönlü yabancılaşmasını doğurur. Kapitalist üretim biçiminde emeğin ürünü olan nesne, emek-gücünün, yani potansiyel emeğin sahibi olan emekçiden bağımsızdır. Bu nitelik, emek üzerinde yozlaştırıcı etkide bulunur.
Marx insanın (öznenin) kendi faaliyeti sonucunda zihinsel ve fiziksel yetilerini nesnelleştirdiğini söyler. Fakat kapitalizmde nesnelleştirdiği güçleri kendisinden uzaklaşır, başlı başına bir varlık hâline gelir, hattâ kendisini ezen, yok eden bir güce dönüşür. Bu noktada en bariz örnek bizzat işçiler tarafından üretilen ve onlara karşı kullanılan silahlar, bombalar, kitle imha silahlarıdır. Dolayısıyla çalışma ya da emek süreci kendi içinde bir engellenmeyi barındırır. “mevcut ekonomik koşullarda, emeğin kendisini gerçekleştirmesi (emek faaliyeti), beraberinde işçinin faaliyetini, kendi gerçekliğini kaybetmesini de getirir.”...
İşçi, emeğinin ürününe yabancılaşmıştır.
Yine aynı ilişkinin bir parçası olarak işçi, emeğine ya da üretken faaliyetine de yabancılaşır. Kapitalist üretim biçiminde en basit verimlilik mantığı bile -sözgelimi üretkenlik arttıkça çalışma saatleri düşer- işlememektedir. Yüz sene öncesine göre önemli ölçüde artan üretkenlik çalışma saatlerine yansımaz. Örneğin işçi sınıfı yüzyıl önce mücadele bayrağına yazdığı sekiz saatlik çalışma gününe bugün hâlâ hasrettir. İşçi çalıştıkça hayatın kolaylaşacağını düşünürken daha da çok çalışması gerektiğini görmektedir. Kapitalizmde çalışmak çalıştıkça artan bir ıstıraba dönüşür.
Bugün insan(lık) kendi yarattığı değerlerden uzaklaşmaktadır. Başka bir deyişle; insan yaptığı her türlü çalışmada başka insanlarla birlikte iken insanlığın yarattığı ortak değerlerden uzaklaşmaktadır. Bugün üretim süreci dediğimiz bir nesneleştirme süreci yaşıyoruz. İnsanlar bu süreç içinde yaratıcılığını cisimleştirmekle birlikte kendinden ayrılan, kendi içinde büyük kaos yaşayan maddi nesneler hâline gelmiştir.
Albert Camus’nün ifadesiyle, “Kişi yaşama ve eylemlerine yabancılaşmıştır.”
Yaşanılan hayatın içinde olup ona ilgisiz kalan, bir bakıma hayatına yön veremeyen insanlar olmaktayız artık. Yine Camus’ye göre, insanlar çevresinde gelişen olaylara seyirci kalmakta, ne etki ne de tepki yaratabilmektedir.
Çünkü insanın kendi yarattığı şeylerden kopması, bunları kendi dışında birer soyut varlık, üstün birer güç gibi görmesi, onların karşısında kendi kişiliğinden, insanlığından olması, bunların boyunduruğu altına girmesidir yabancılaşma.
İnsanî değerlerin insanî olmayan ama insan tarafından üretilmiş ve insandan bağımsızlaştırılmış değerlere aktarılmasıdır.
“Yabancılaşma”nın kökleri her ne kadar insanın doğadan kopup medenileşmesine kadar uzansa da, kapitalizmle ayyuka çıkmıştır. Hegel’e göre “yabancılaşma” insanın evrene, doğaya, nesnelere, diğer insanlara ve nihayetinde kendisine yabancılaşmasıdır.
Marx’a göre mevcut üretim sisteminde (kapitalizm) işçinin emek vererek ürettiği ürünle ilişkisi yabancı bir nesne ile olan ilişkisi hâline gelmektedir. İşçi kendi ürününe, o ürünü yarattığı emek gücüne ve nihayetinde kendine yabancılaşmıştır. İşçi mevcut düzende emek gücünü işverene satmıştır ve bu satışın karşılığında aldığı ürün verdiğinden her zaman azdır ki zaten bu sayede artı değer doğmakta o da işverene kalmaktadır. Emeğine yabancılaşan insan nihayetinde doğaya, evrene karşı da yabancılaşmıştır artık o kendisine ait değildir.
Marx, yabancılaşma kavramını özel mülkiyet, emek ve iş açısından da ele alır. Ona göre, yabancılaşmanın nedeni özel mülkiyettir ve yabancılaşma süreci kapitalizme özgü bir kavram değildir. Ancak kapitalizm, insanın yabancılaşma olgusunu maksimuma çıkaran nesnel koşulları içeren bir sistemdir.
Kapitalizm, bir taraftan yeni ihtiyaçlar vasıtasıyla yeni bağımlılıklar oluştururken, diğer yandan insanın kendi yabancılaşmasının bilincine varmasını engelleyecek ya da geciktirecek tuzakları da içermektedir.
Stefan Zweig’ın, “Yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz,” notunu düştüğü kapitalist “homo economicus”un kaçınılmaz sonucu olan yabancılaşma bir nevi hafıza kaybıdır; felsefi bir kavram olarak da, gerçeği algılamanın yegâne yoludur.
Nihayetinde insan yabancılaşmayı onun farkına vararak yener ve bu sayede gelişir ki, bunda da devrimci sanatın rolü kilit önemdedir…
* * * * *
Çünkü devrimci sanat, her adımında insan(lık)ı bir adım daha öteye, geleceğe taşır.
Devrimci sanat bir perspektif ve yaratıcılık; her şey ya da “hiçbir şey” olabilendir.
Veya sürdürülemez kapitalist hiçleşmenin bataklığında boğuşan insan(lık)ın hayatta kalmak için aldığı nefestir sanat. Çünkü yaratıcılığın, hayal gücünün ifadesi olan devrimci sanat boyunduruğu reddeder!
Devrimci sanat tözdür. İnsan(lık)ın diğer tüm canlılardan farkıdır.
Devrimci sanat nihai kertede siyasaldır. Siyaset gibi “etik” ve “estetik”te kategorizasyonsuz olmaz/ olamaz… “Siyaset” için “Dost/düşman” ayırımı ne ise, “Etik” için “İyi/ kötü”; “Estetik” açısından “Güzel/ çirkin” ayırımı odur…
Devrimci sanat, “sıradan -denilen- insanı” sanata teşvik edendir.
Devrimci sanat, insan(lık)ın yaratıcı başkaldırı eylemidir.
Devrimci sanat gerçektir, gereklidir. Somuttur, cesurdur, taraflıdır.
İnsan(lık)ı insanlaştıran, kendilerini nasıl gerçekleştirebileceğini anlatan her şeydir, başkaldırıdır -aslında- devrimci sanat.
Kolay mı? “Son”luyu, sonsuzlaştıran yaratıcılık/ duyuş/ düşünüşü kucaklayan hayal gücüdür O…
Ya da Kerim Soley’in, ‘Zihin, Akıl, Bilinç’ başlıklı makalesindeki ifadesiyle, “Sözcükler, biçimler önemini yitirdiğinde; renklerin, seslerin, bütün bu formların ve araçların ardındakine erişilebilindiğinde ortaya çıkabilen şeydir gerçek sanat... Bir bakıma sıradan aklın ve tekdüze zihnin ötesine geçiştir...”
Bene ait, ben olmayan, bize/ hayata ait yansıma, yol açmadır...
Sanat için Pablo Picasso, “Sanat gerçekleri tanımamıza yardımcı olan bir yalandır”; Platon, “Güzellik, hakikâtinin ihtişâmıdır”; Emile Zola, “Kabiliyet yoksa sanatçı olmaz, ama çalışılmadıkça kabiliyet hiç bir işe yaramaz,” derlerken; O insanî bir yoğunlaşmadır.
Sınıflı toplum koşullarında yaratılan sanat yapıtı, sınıf gerçeğinden etkilenerek yeniden üretilir. Bu diyalektik, yazarın sanat yapıtının niyetinin ötesinde, onu siyasal hâle getirir, siyasallaştırır, toplumsal bir işlev kazandırır.
Sanatın devrimcisi toplumsal vicdan içindir, onu besleyip, büyütendir!
Yaratmaktır devrimci sanat; kalple, beyinle, yetenekle, çalışmakla…
Evet nihayetinde güzelin “yaratımı”dır sanat ve Henry Miller’in, ‘Yengeç Dönencesi’ndeki formülasyonuyla, “Heyecan verici ve bulaşıcı olmayan hiçbir şey sanat değildir.”[34]
Düşgücünü sürekli olarak öteye, daha öteye çağırmakla ‘mümkün olan’ın, ‘mevcut olan’ın, ‘reel olan’ın sınırlarını aşan, “Başka bir yaşam, başka bir dünya mümkündür”e eriştirendir bizi.
Bu bağlamda dünyayı yaşanabilir hâle getiren insani etkinliktir sanat; insan(lık) tarihindeki sınırsızlığın özetidir, kanıtıdır.
Hiç çekinmeden hakikâtı ortaya koyan sanat, insan(lık)a bilebilmeyi sağlar; insan(lık)ı düşündüren şeye sanat denir.
Tıkanıklıklarını açmanın/ aşmanın en iyi yollarındandır; insan(lık)ın tercümanıdır O.
Bu bağlamda Server Tanilli, ‘Yaratıcı Aklın Sentezi’nde, “Sanata aşina olmak, insanlığımızın bütün biçimlerine duyarlı kılar bizi,” der ve ekler:
“Sanat, dünyayı hissetme biçimimizi değiştirir ve zenginleştirir hep: Başta ressamlardır ki, nesnelerin ya da eylemlerin en basit, en sıradan güzelliklerini görürler ya da tasarlarlar. Böylece ne kadar az figüratif olursa olsun, bizi dünyadan koparmak değil, dünyaya duyarlı kılmak için yapılmıştır sanat. Gündelik gerçeklik, çıkış noktalarımızın, alışkanlıklarımızın ve ihtiyaçlarımızın dışında belirdiği, bir yeni dikkati uyandırdığı andan başlayarak, yükseltici bir rol oynar sanat.
Bu arada sanatçıya sağladığı ne sanatın?
André Malraux, ‘Ölüm, yenilmez yazgısı insanın, onu alt edebileceğimiz tek yol sanattır. Sanat, yazgıya karşıdır’ diyor. Buradan kalkarak sanatçı, ölüme karşı savaşan ve umudunu daha güzel, daha insanca bir dünyaya adamış bir kişiden başka ne olabilir? (... )
Şu meşhur ‘Sanat sanat için midir yoksa toplum için mi?’ tartışmasında ise, ‘Sanat sanat içindir’ diyenlere karşı, ‘Sanat toplum içindir’ diyenlerin hatırlatacakları, başta Albert Camus’nün şu sözleri olmaz mı? ‘Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı’…”[35]
Ayrıca anlamsızlığa anlam katabilme çabasıdır; yerkürede, hayatı yaşanılabilir kılandır sanat.
Kolay mı? “İspatlamaz, gösterir; telkin etmez, düşündürür; hüküm vermez, hüküm vermeye yol açar; iddia etmez, okuyucunun ret ve kabul, hâl ve ruh tercihini serbest bırakan bir dünya kurar. Görevi budur ve bunu başardığı ölçüde değerlidir,” o, Tarık Buğra’nın ifadesiyle…
Ayrıca başka türlü ifade edilemeyenin ifade biçimidir; Paylaştıkça çoğalan şeydir ve topluma sordurtmak istediği soru(n)ları yansıtan, vizyon genişleten bir ilerleme aracıdır sanat.
Ahmet Oktay’ın, “Sanat, insana insanı ve hayatı ve bunların manasını öğretmekle muvazzaftır”; Erich W. Hunbeldt’in, “İnsanın insanı kendi boyutuna taşımaya çalıştığı şeydir”; Paul Klee’nin, “Sanat görüneni yinelemek değil, görünebilirlik sağlamaktır”; Anita Taylor’un, “Sanat, hızla akıp giden zamanın; gittikçe kalabalıklaşan dünyanın ve ilerleyen teknolojinin gittikçe koyulaşan gölgesine ittirdiğimiz ve ruhumuzu kemiren her şeyi olduğu yerden biraz olsun kımıldatan, varması gereken yere biraz olsun yaklaştıran, hayatı biraz daha yaşınılır kılan bir tılsımdır,”[36]notunu düştükleri sanat ya özgür kitle silahıdır ya da sermayenin ele geçirme kavgası verdiği yaşam formudur…
Özetle dayatılanın dışında var olma yollarından bir olarak sanat, bir simyacının deyişiyle, “Doğanın kusurlu bıraktığını kusursuzlaştırır.”
* * * * *
İş bu merkezdeyken; ‘Dorian Gray’in Portresi’nin Önsöz’ünde, “Sanatçı güzel şeyler yaratandır,”[37] vurgusuyla ekler Oscar Wilde: “Sanatçı umutsuz ve hastalıklı olmamalıdır”!
Evet devrimci sanatçı, Guy Debord’un, “Çağdaş köle, kendisinin kesinlikle özgür olduğunu zanneder,” sözleriyle betimlenen sınıflı-sömürücü yapılarda eşitlik-özgürlük düşleri kuran, tahayyül eden, hayallerini somut olarak koyma zorunluluğu hisseden ve Alain de Botton’un, “En büyük sanat yapıtları bizim kim olduğumuzu bilmeksizin doğrudan bize seslenen yapıtlardır”;[38] Johann Wolfgang von Goethe’nin, “İnsan dünyayla en sağlam bağı sanat aracılığıyla kurar,” uyarılarını “es” geçmeden yapan bir insan(lar)dır.
O hâlde İlham Bakır’ın, “Sanatçı asla hiçbir ideolojik angajmana girmez, bir siyasi saikle üretmez. Sanat ideolojiler üstüdür. Örgütlü sanat diye bir şey yoktur”;[39] Haşmet Babaoğlu’nun, “Sanatı aşırı yüceltip ondan büyük iyilikler beklemek modern Batı’nın büyük aldanışlarından biridir. Zavallı sanat nasıl kalksın bu yükün altından! Hem söyleyin, estetikle etiğin birbirinden koptuğu, paranın her yere egemen olduğu bir dünyada sanatın elinden ne gelebilir ki? Sanat hiçbir zaman ‘çare’ değildi, şimdi hiç olamaz. Sanat sadece ve bazen bir ‘teselli’dir. Seveceksek, öyle sevelim,”[40] türünde zırvalarına itibar etmeden; “olağan” denilen çılgınlık hâli olan sürdürülemez kapitalist çürüme, kokuşmuşluk ve yabancılaşmanın, kültürel dejenerasyonun karşısına devrimci sanatın dikilmesi “olmazsa olmaz”lığın kendisidir…
“Bir alt-sınıf olduğu sürece ben de onlardan biriyim. Bir suç unsuru var olduğu sürece ben de içindeyim. Hapse atılmış bir tek kişi bile varsa özgür değilim,”[41] diyebilen cüretle unutmayın: “Hayal edebileceğiniz her şey gerçektir,” der Pablo Picasso…

3 Ağustos 2015 09:14:30, Çeşme Köyü.

N O T L A R
[1] 7 Ağustos 2015 tarihinde Bergama’daki IX. Türkiye Tiyatro Buluşması’nda yapılan konuşma… Güney, No:75, Ocak Şubat Mart 2016…
[2] “Sanatın inceliği, sanatta gizlidir.”
[3] Bir toplumu oluşturan birey yığını olan halk kalabalıktır, amorftur. Amorfluğundan ötürü de -iddia edildiği gibi!- herkesi bağlayan ortak iradesi falan da yoktur. Varlığıyla iktidarı tesciller çoğunluk. Yani “kim” olduğu belirsiz, yaratılmış ve egemenlerce güdülmeye koşullanmış halk genellemeleri yaşayan ve görmeyendir...
Ya da, etnik ve kültürel bakımdan aralarında benzerlik bulunan ve belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan ancak siyasal ve toplumsal bakımdan örgütlenmemiş olan topluluktur. Montaigne’in, ‘Denemeler’inde, “Halk öyle şaşkın, öyle başıboş bir kılavuzdur ki” notunu düştüğü ve ortalamayı belirleyen grup olarak halk kavramı, oldukça muğlak ve kaypaktır.
[4] Pierre Assouline, Lutetia, Çev: Ali Cevat Akkoyunlu, Yapı Kredi Yay., 2007, s.297.
[5] Milan Kundera, Kimlik, Çev: Aykut Derman, Can Yay., 17. Basım, 2013, s.68.
[6] Daniel Wallace, Büyük Balık, Çev: Begüm Kovulmaz, Yapı Kredi Yay., 2. Baskı, Ocak 2011, s.25.
[7] Chuck Palahniuk, Tıkanma, Çev: Funda Uncu, Ayrıntı Yay., 12. baskı, 2014, s.162.
[8] George Orwell, 1984, Çev: Celâl Üster, Can Yay., 50. baskı, 2015, s.235.
[9] George Orwell, Hayvan Çiftliği, Can Yay., Çev: Celâl Üster, 19. Basım, 2009, s.22.
[10] “135 Sansür, Yasaklama ve Baskı”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2015, s.15.
[11] Celal Üster, “Geçen Yılın 5 Sanat Skandalı”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2014, s.16.
[12] “Devletten Sanata Yasaklar Geldi”, Milliyet, 4 Haziran 2015, s.23.
[13] Celal Üster, “2023 Bizim ‘1984’ümüz Olmasın...”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2014, s.14.
[14] Selda Güneysu, “Gökmen’e Soruşturma”, Cumhuriyet, 27 Ekim 2014, s.17.
[15] Sebla Koçan, “Levent Üzümcü’ye Soruşturma ‘Uluslararası Bir Skandal’…”, Hürriyet, 8 Mayıs 2015… http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/keyif/28948345.asp
[16] Ceren Çıplak, “Eleştirdiği Kafa Karşısına Çıktı”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2015, s.13.
[17] Üstün Akmen, “Macbeth’in Komedi Versiyonu Sahnede!”, Evrensel, 4 Kasım 2014, s.12.
[18] Selda Güneysu, “Tiyatro Perdesi Kapatmaya Tepki”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2015, s.15.
[19] Selda Güneysu, “Tiyatroda Sansür Provaya Kadar İndi”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2014, s.16.
[20] Gül Gündüz, “Tiyatro Oyunu Öğretmene Sürgün Getirdi”, Birgün, 7 Ağustos 2014, s.2.
[21] Selda Güneysu, “TÜSAK’ın Savunucusu Resmen DT’nin Başında”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2014, s.17.
[22] Mehmet Keskin, “Belirsizlik Demokles’in Kılıcı”, Cumhuriyet, 28 Ekim 2014, s.19.
[23] “Dostlar Tiyatrosu’na Saldırı”, Cumhuriyet, 12 Ağustos 2014, s.15.
[24] Guy Debord, Gösteri Toplumu, (Gösteri Toplumu ve Yorumlar), Çev: Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, Ayrıntı Yay., 1996.
[25] Chuck Palahniuk, Tıkanma, Çev: Funda Uncu, Ayrıntı Yay., 12. baskı, 2014, s.11.
[26] Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu, Çev: Fuat Sevimay, Aylak Adam Yay., 2013, s.53.
[27] Milan Kundera, Yavaşlık, Çev: Özdemir İnce, Can Yay., 2000
[28] “Alatlı Konuştu Emine Erdoğan Ağladı”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2014, s.7.
[29] Ahmet Cemal, “Fazıl Say ve Sanatçının Onuru...”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2015, s.19.
[30] Theodor W. Adorno, M. Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Yayınevi, 2010, s.189-190.
[31] Theodor W. Adorno, “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken”, Çev: Bülent O. Doğan, Cogito, No: 36, Yaz 2003.
[32] “Çağdaş görüntülerin büyük çoğunluğu -video, resim, plastik sanatlar, görsel/işitsel sentez görüntüler- görecek hiç bir şeyin olmadığı düz anlamda görüntüler, izsiz, gölgesiz, sonuçsuz görüntülerdir. Tek hissedilen her birinin ardında birşeyin yok olmuş olduğudur. Bunlar sadece birer olumsuz yoğunluktan ibarettir.” (Jean Baudrillard.)
[33] Karl Marx, 1844 Felsefe Yazıları, Çev: Murat Belge, Payel Yayınevi, 1975.
[34] Henry Miller’in, ‘Yengeç Dönencesi, Çev: Avi Pardo, Parantez Yay., 2004.
[35] Server Tanilli, Yaratıcı Aklın Sentezi, (Felsefeye Giriş), Cumhuriyet Kitapları, 2009.
[36] http: //www. yenikapitiyatrosu. com/…11/ne-icin-sanat/
[37] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, Çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 17. baskı, 2014., s.9.
[38] Alain de Botton, Felsefenin Tesellisi, Çev: Banu Tellioğlu Altuğ, Sel Yay., 11. Baskı, 2011, s.247.
[39] İlham Bakır, “Sanat Komünal Değil Şahsidir”, Gündem, 24 Haziran 2015, s.15.
[40] Haşmet Babaoğlu, “Bizim ‘Aydın’lar ve Sanat Safsataları!”, Sabah, 15 Kasım 2014… http://www.sabah.com.tr/yazarlar/babaoglu/2014/11/15/bizim-aydinlar-ve-sanat-safsatalari

[41] Kurt Vonnegut, Hokus Pokus, Çev: Ali Öktem, Dost Kitabevi, 2001, s.11.

Wednesday, April 6, 2016

Aleviliği Yozlaştıran Ali Kültünün Tahribatları!

Zerdüşt Mani Mansur

Dışımızda kalması gereken İslamiyet’in acımasız kılıcı ve komutanı Ali kişiliğinin ve efradının [12 imam gibi] bizlere [özelde Kürt Kızılbaşlığına genelde Alevilere] bu kadar derinden nüfuz etmesinin sebepleri sayılmayacak kadar fazladır. Kanlı katliamlardan-asimilasyonlardan geçirilip, yol önderleri katledilmiş, inancı yasaklanmış, ibadet vaziyetinde yakalandıklarında dahi başlarına nelerin geleceğini bilen Kızılbaşların Ali’ye sarılmaları adeta; denizde boğulmak üzere çırpınış halinde olan, ellerine yapışan yılana sarılmalarına benziyor. Ali ile Muaviye-Emevi güçleri arasında ki savaşta Ali tarafını tutmak “bizler bu savaşta nasıl kazançlı çıkarız, faydalanırız” yanılgısıyla destekleyen pragmatist Alevi zihniyetinin yıllar sonra alıp kültleştirdiği Ali kişiliğini sorgulamadan-yargılamadan, “yol önderi” sıfatını ona vermeleri Alevi inancını ve yaşamını derinden tahribatını yaratmıştır. Ritüellerinde ki Ali kişiliği “Atsan atılmaz, tutsan tutulmaz” kabilinde bir beladır Alevilerin inancında ve yaşamında.
Sıffın Savaşını kaybeden [dolayısıyla iktidar kavgasını kaybeden] Ali ile Ali’yi destekleyen Hariciler-zimmiler-muhtediler, Alevilerin farklı gizli tarikatları arasında kavga başlar. Ali ile Hariciler arasındaki çatışmanın keskinliğinin Haricilerde ve diğer aldatılmışlarda ki tezahürü; “ihanete uğradık!” Öfkesidir. Haricilerin ihanete uğramasının psikolojik-sosyolojik-ideolojik ve inançsal etkileri Haricileri tetikleyen fişeklemelerdir. Yıllarca baskı altında inançlarını ve yaşamlarını sürdürenler kurtuluşun ışığını Ali’de görmüş ona sarılarak nefes alınacak ortamın yaratılacağını ve özgürce ibadetlerini yapabileceklerini tahmin etmişlerdi. Hakem tayiniyle Ali’nin halifeliği Muaviye’ye devretmesi İslam’ın iktidarlaşması yolunda kaçınılmaz olan anlaşmaydı! Haricilerin ve diğer İslam-müslüman olmayan tarikatların Sıffin Savaşından galip çıkması, [Ali önderlik etse de] ardında ki İslamiyet’in baskısından yılmış Ali destekçilerinin ve tarikatların talepleri görmezden gelinemezdi. Mutlak olarak Ali’den beklentileri olanlar; inançlarıyla yaşamak ve zaferle çıkılmış savaşta haklarını dayatmak ve almak olacaktı! Ne var ki böylesi gelişme İslamiyet’in doğmadan ölümü anlamına geliyordu. Dolayısıyla Ali’ye karşı öfkelenen Hariciler ile İslam-müslüman olmayanların sonu Ali tarafından ateş kuyularında yakılmaları oldu. Aksi halde İslamiyetin elde ettiği tüm ganimetler elden gidecek, eski Arap kabile-kavminin yoksulluğunun debdebeli yaşamına geri dönülecekti. Oysaki Yahudilerden, Hıristiyanlardan, Zerdüştilerden ve diğer halklardan devasa genişlikte ve yoğunlukta zenginlik gasp edilmişti. Zenginlik ve şatafat içinde yaşamaya alışan İslam’ın halifeleri-imamları-peygamberleri-kralları-İmparatorları-devlet adamları, kendi aralarında dalaş da olsa, zenginliklerinin ellerinde kalmasını istedikleri için aralarında süren savaşı durdurmalarının kendi bekaları ve geleceğinin tehdit altında olduğunu bilmeleri anlaşılıyor elbette. Yağma ve talanın, gaspın, haksız zenginliğin asli sahiplerine dönmesini ve kölelerin özgürlüğünü asla kabul edemezlerdi. İktidar kalacaksa Muaviyelere-Emevilere kalmalıydı. Alevilerin-Haricilerin-Zimmilerin-Hıristiyanların-Mecusilerin-Zaddikilerin-Yahudilerin eski konumlarını yaşamamaları için kendi aralarında ki dalaşı, halifeliğin el değiştirmesiyle halleden İslamın efendileri! Çıkar savaşlarını geçici olarak erteleyip, etrafında döndükleri iktidar-devlet-saltanatını sahiplenerek, Sıffın savaşındaki keskin çatışmasının pratik sonuçlarını, Ali ile Muaviye-Emevi klikler arası dalaşı erteleyerek zımni anlaşmadan iktidarlarını nasıl kurtardıklarını görerek yorumlayabiliyoruz.
İslam içinde yaşananların benzeri ilişkileri bugünün Türkiye’sinde görmek olası. Kemalist iktidarcı kanat ile İslam-Türkcü AKP kliği arasında ki iktidarı sahiplenme dalaşında bir birilerini yiyip bitirseler de kendilerine temelden tam karşıtlarına, iktidarlarını kaptırmamak uğruna aralarında el değiştirmeleri, düşmanlıklarını erteleyip devletlerini sahiplenmeleri bizleri haklı çıkarıyor.
Ziya Şakir’in yazdığı, “Kerbela Vakası ve Kerbela’nın İntikamı” adlı kitap [Kerbela Vakası ve Kerbala’nın İntikamı – İstanbul Maarif Kitap hanesi, İstanbul Maarif Matbaası!] da Sıffin Savaşı sonrası gelişmeler detaylarıyla anlatılır.
Nehrivan’da üç binden fazla Harici, bütün gücünü Allah ve elçisi Muhammed’den alan Ali ve askerlerince katledilmişlerdi. Ali ile Muaviye kuvvetleri arasındaki çatışmalarda, Ali’nin Muaviye ile anlaştığını ileri süren beş bin kişilik Hariciler Ali saflarından ayrılmış Ali’ye karşı tavır almışlardı. Bunlardan bin sekiz yüzü, Ali ve efradının çağrıları sonuç vermiş, beş bin kişiden ayrılıp “pişman” olduklarını söylemişler, Ali’ye tavır almaktan vazgeçmişlerdi. Ancak geri kalan üç bin Harici Ali’nin ve ordularının gazabından kurtulamadılar; Ateş kuyularında diri diri yakıldılar. Katledilenlerden kala kala yedi kişi geriye kalıyor. Yedi kişiden üç kişi katliamın sorumlusu olarak üç hedef belirliyor ve üçünün de öldürülmesine karar veriyorlar. Bu üç kişi; Ali, Muaviye ve Amr İbnil As’tır. Ali’yi öldürmekle görevli olan El Mülcem Küfe’ye gelir. Eşi ve babası Ali tarafından Nehrivan’da  katledilen Kuttabe’nin evinde misafir olur. Kuttabe El Mülcem’e iki de Küfeli genç yardımcı verir: Verdan ve Şebib bin Becire. Ali, sabah namazına giderken El Mülcem’in saldırısına uğrar, başından ağır kılıç darbesi alır. Oğlu Hasan “Melunlar, Allah’ın Kabe’sini yıktınız” deyip saldırganlardan birini yaralar. Oğlu Hüseyin olay yerine gelir; “Hey Allah’ın zalimleri… Tanrının aslanına nasıl kıydınız...?” diye haykırır. [Dikkat edelim; Ali Tanrının Aslanı, Ali’ye saldıranlar da Tanrının zalimleri! İlginç, farklı kişilikli Tanrı kulları] Hüseyin engellenir ve ona babası tarafından şunlar söylenir; “Evet ölüm hükmü Allah’ın emridir..!” der.
El Mülcem Küfe yolunda yakalanır. Henüz ölmemiş olan Ali’nin huzuruna getirirler. Ali der ki; “ona [El Mülcem’e] dokunmayın, sakın ona eza ve cefa etmeyiniz! Bana verdiğiniz yemeklerden ona da verin. Şayet ben sağ kalırsam onunla bizzat ben hesaplaşacağım! [nasıl hesaplaşacağını yaşamadığı için asla öğrenemeyeceğiz, ancak oğulları ve efradı nasıl hesaplaşıldığını gösterdiler] Yok eğer ölürsem şeriatın hükmünü yerine getirin. Ama bu hükmü yerine getirirken sakın ona ıstırap çektirmeyin! O bana bir kılıç darbesi vurdu sizde onu bir kılıç darbesiyle öldürün! Demiş. Ali bunları anlatırken, bize, Alevilere olayın aktarılan yanı tamamen duygusal sömürüdür. Ali kişiliğinin nezaketli, insani-hümanist yanılgısı abartılarak, bizleri etkisi altına alınıp ona bağlanmaya yönelik dile ziyadesiyle önem verilir. Ali’ye olan hayranlık ve bağlılık örgüsü öylesine incelikli, sedef-sedef işlenir ki; Ali adeta affeden-merhametli-şefkatli-insancıl, katiline oldukça hümanist yaklaşan ve onun [El Mülcem] ölümünün sağ kalması halinde kendi elinde olacağını söyleyerek, [hangi ölümlerden ölüm beğeneceğini sonradan El Mülcem öldürülürken anlıyoruz] Ali’nin şefkatini! Aleviler hiç sorgulamadan ona hayranlık duyarak yüz yıllardan bu yana anlatılanlara inandılar. Ağlayarak-hıçkırarak-sızlanarak, uğruna karalar bağlayarak, kendilerine dirhem melhem-derman olmayan İslam’ın en keskin kılıcı için. Oysaki kılıç, Haricilerin ve İslam-müslüman olmayanların boynunda hiçbir zaman eksik olmadı.
Ali’nin Ölüm Emri Tanrıdan Değil miydi?
Ali bir gün rüyasında Muhammedi görür. Ali rüyasında Muhammed’i görüyor. Muhammed Ali’ye öleceğini bildiriyor. Muhammed Ali’ye; “yüce Allah seni benim yanıma alacağını, yerinin cennet olduğunu” söylüyor! Takdiri ilahi bu ya. El Mülcem’e de ayan olmuş oluyor, Ali’nin Muhammed’in yanında gideceği. İnfaz için Ali’nin evinin etrafında pusuda bekleyen El Mülcem ve diğer iki yardımcısı Ali’nin başına kılıç darbesini indirdiğinde Ali; “Evet, hüküm Allah’ındır” diyor. Rüyasında gördüğü Muhammedin kendisine söylediği; “Allah senin ölümünü istedi” buyruğunu hatırlıyor Ali.
Ne var ki, Ali ve efradı Ali’nin ölümüne hiç de sevinmiyorlar. Allaha bu kadar bağlı olan Ali’nin neden gerek kendisinin gerekse oğullarının ve islam-müslüman aleminin Ali’nin öldürülmesine veya ölümüne sevinmediklerini sorgulamak elbette hakkımızdır. Madem ki Allah’ın emridir, El Mülcem gibi bir fedai ve iki yardımcısı pekala Allah’ın emrini! yerine getirmekle görevlendirilmiş ve o emri bir gece yarısı gizlice ifa etmişlerdir. Ölüm emrinin gece yarısı; gözlerin görmeyeceği, şahitlerin olmadığı, korkunun en üst düzeyde yaşandığını, yakalanması halinde El Mülcem ve yardımcılarının başlarına nelerin geleceğini her halükarda eylemin konulduğu zamanın karanlığın neden seçildiğini tahmin edebiliyoruz. Ali, kendi efradına şunu söylerken itirafında dahi Allah’ına güvensizlik ve sadakatsizlik okunuyor. “Ölüm Allah’ın Emridir…” diyorsa hüküm yerine getirilmiş, faninin bu dünyadan alınıp cennete götürülmesi gerçekleşmiştir. Ali’nin ölümünün hangi yol ve yöntemle-araçla gerçekleştirilmesi sorgulanamaz burada! Rüyada hangi yol-yöntem ve araçlarla gerçekleşmesinin söylenmemesi Ali’nin ölümünün tanrı tarafından verilmediğini sorgulamaz. Allah pekala şunları söyleyebilirdi: “Ali’nin ölümü El Mülcem veya haricilerin-muhtedilerin-kafirlerin-zimmilerin elinden değil bir Müslümanın elinden olmasını isterim” dememiş olması, ölüm emrinin kendi inancına-dinine uygun düştüğü kabul ediliyor demektir! El Mülcem’e “Git aslanımı öldür” diyen Allah’tır, Allalh’ın emrini Ali’ye rüyasında iletende Muhammed’dir.
İlginçtir Amr İbni As ve Muaviye ölümden kurtuluyor. Demek ki Allah bu iki kafir! kulunu yanına almayı düşünmüyormuş!
İbni Mülcem’in Öldürülmesi oldukça vahşi yöntemlerle gerçekleştirilir. Namaz kılmaktan dolayı alnı nasırlaşan El Mülcem vahşice katledilir; Önce ayakları ve elleri kesilir. Fakat İbni Mülcem ne korkuyordu nede konuşuyordu. Sonra kızgın çivilerle gözleri oyuldu. Direndi El Mülcem, çılgına dönen işkenceciler dilini de kestiler. Hala yaşam iradesi gösteren El Mülcem’i azgınlaşan Ali taraftarları onu bir kovaya koyarak yaktılar.
Alevilerin övünerek kabul edemeyecekleri böyle bir sonu, vahşice katledilen birinin, El Mülcem’e reva gören Ali ve efradının bizim inancımıza-yaşamımıza-kültürümüze nasıl ve hangi yollarla girdiğini ortaya çıkarıp bunlardan arınmak Alevilerin vazgeçilmez görevi olmalıdır. Yol önderlerine bu kadar sahiplenmeyen Alevilerin Ali ve efradına derinden yanması, bağlanması onların aralarında ki iktidar-saltanat-hilafet kavgasını kendi kavgası imişcesine içselleştirmeleri inancın-felsefesinin-kültürünün ve yaşamlarının kabul edeceği basit sonuçlar değildir.


http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/aleviligi-yozlastiran-ali-kultunun-tahribatlari-35619

Monday, April 4, 2016

Erkeklerin Şiddetleri, Şiddetlerin Erkekleri


“Yakından bakınca kimse normal değildir.”
Caetano Veloso

Şiddet dipsiz bir kuyu. Etkilerine, varlığına, sebeplerine, dışavurumlarına, uygulamalarına ilişkin çok fazla şey söylenebilir. Zira uygulanışıyla da, etkileriyle de, izleriyle de çok katmanlı. Acı veriyor, baskı altına alıyor, denetliyor, zorluyor, çepeçevre sarmalıyor, iktidar kuruyor, biçimlendiriyor, tedirgin ediyor, korkutuyor, üzüyor, ağlatıyor, dehşet saçıyor, yalnızlaştırıyor, güvensizleştiriyor, düzene sokuyor, uzun lafın kısası yaşamları cehenneme çeviriyor.
Üstelik şiddetin birçok çeşidi var. Devlet şiddeti, hakaret, bireysel şiddet, doğrudan şiddet, baskı, görmezden gelme ve yok sayma, pornografi, fiziksel şiddet, tehdit, mobbing, savaş, ensest, cinayet, tecavüz, toplu şiddet, taciz, soykırım, kadına yönelik şiddet, linç, sözlü şiddet, işkence, dolaylı şiddet, şiddet denince akla ilk gelenlerin birkaçı ve bunlar ne yazık ki kolaylıkla çoğaltılabilir. Şiddeti salt kapitalist toplumlarla sınırlı düşünmemek gerek; zira kapitalizm öncesi ve/ya kapitalist olmayan toplum ve topluluklarda[1] da şiddetlere ilişkin birçok ritüel ve simgesel anlam bulunuyor[2]. Bu nedenle bir fenomen olarak “şiddeti” tasavvur ederken, onu tüm bu geniş ve yaygın erimi içerisinde düşünmek gerek.
Şiddet bir eylemle, tutumla ya da durumla sınırlı değil; süreklilik arz ediyor, her taraftan, çepeçevre kuşatıyor. Şiddet hallerinin yöntemi, zamanı, mekânı da sayılamayacak kadar çok ne yazık ki: moderniteden bu yana batıda bireylerin mahrem kabul edilen cinsellik gibi alanlarından ve kamusal alanın en kitlesel ve geçip bitmek bilmez –savaşlar, ekonomik buhranlar gibi- zamanlarına değin neredeyse her yerde, her vakitte. Bu nedenle Somersan’ın vurgusu çok anlamlı:
“Şiddeti tanıyorum. Tanıdığımı sanıyorum. Niçin yapıldığı, törensel, sesli, sessiz, simgesel, fiziksel ya da atipik oluşu, başkasına ya da kendine yönelmesi, mazur görülen sebepler beni ilgilendirmiyor. Hepsi şiddet.” (1996: 41)
Şiddet hakkında onlarca açıklama var, şiddet üzerine çok şey yazılıp çizildi[3] ve bu nedenle de burada “şiddetin” neliğine dair yepyeni bir tanım getirme ya da açıklama ortaya koyma çabası içine girmeyeceğim. Fakat burada dikkat çekmek istediğim nokta, yukarıda andığım farklı şiddet türlerinde en önemli ortak noktalardan birinin, şiddete maruz kalanlara, onların iradesi ve istemleri dışında zor kullanarak, yine kendi doğal istemleri dışında bir şeyler yapılıyor ve/ya yaptırılıyor oluşu. Böylece belirli gruplar ya da bireyler, şiddet kullanarak ya da daha dolaylı yollardan, sadece şiddet kullanma olanaklarının varlığını hissettirerek diğer bazı insanların yaşamlarını şekillendiriyor. Bu bakımdan, şiddeti iktidar kurmanın bir aracı olarak görmek gerekiyor. Öte yandan şiddet kullanma -tıpkı mülkiyet gibi- olanağı, hakkı ve hatta tekeli belirli grupların elinde toplanıyor. Bu şiddet kullanma tekeli, bir yandan siyasal alanda devletin, diğer yandan ekonomide en geniş anlamıyla burjuvazinin aygıtlarında somutlaşıyor mesela. Ne var ki bu cinsiyetten bağımsız bir iktidar değil; aksine eşitsiz cinsiyet ilişkileri ağı içinde biçimleniyor ve eyliyor.
Daha yakından bakıldığında, kamusal alandan özel alana değin yaşama sinen şiddet hallerinin birçoğunun faillerinin, onları tasarlayanların ve bu hallerden yarar sağlayanların önemli bir bölümünün erkekler olduğunu görüyoruz. Zira sosyalist feminist düşünür Heidi Hartmann’ın işaret ettiği üzere erkekler, içinde yaşadığımız “kHartmapitalist ataerkil” toplumsal yapının asli failleri konumundalar[4]. Kadınlar, çocuklar ve queer[5] bireylerin hiçbir şekilde şiddet uygulamadıklarını söyleyemeyiz. Fakat onlar halihazırdaki toplumsal yapı içerisinde şiddet kullanmanın ne tekeline sahipler, ne de ondan en fazla yarar sağlayan grup konumundalar. Savaşların, tecavüzlerin, linçlerin, işkencelerin, tacizlerin, kadınlar üzerinde ekonomik şiddet uygulamanın, queerlar üzerindeki cinsiyetçi ve heteronormatif baskıların ve hatta mobbinglerin… failleri hep erkekler.
Bir toplumsal tabaka olarak erkekler, neredeyse tüm ekonomik sınıfları kesen bir biçimde şiddet kullanma tekelini ellerinde bulunduruyorlar. Şiddet uygulayan erkekler ile karşılaşmak için –mesela antropolojideki alan araştırmalarında yapıldığı üzere- fazla uzağa gitmeye gerek yok; evden dışarıya adım atmak, hatta bazen aynaya bakmak bile yeterli olabilir. Biraz sert bir mecaz kullanacak olursak, toplumsal ilişkiler içinde işkencecilerimiz ile yüz yüze geliyoruz sürekli. Kapitalist ataerkilliğin ezilenleri konumundaki kadınlar, queerlar ve çocuklar erkekler tarafından uygulanan şiddetten kaçamıyorlar. Bu durum o denli yaygın ki neredeyse bütün kadınlar ve queer bireyler –en azından- yaşamlarının bir döneminde erkeklerin şiddetlerine maruz kalıyorlar; birçok örnekte de şiddet yaşamlarının trajik bir parçasını oluşturuyor.
Şiddet bazılarının iddia etmeyi pek sevdikleri üzere yalnızca “eğitimsiz” “kara cahil” “yığınların” değil, madunların, alt, orta ve üst sınıflardan erkeklerin de yararlandıkları bir araç. Örneğin eğitimli üst sınıflardan erkekler de, küçük esnaf da, vasıflı olmayan çalışanlar da ev içi alanda sıklıkla şiddete başvuruyorlar. Öte yandan erkeklerin kadınlara ve queerlara yönelik şiddet eylemlerinin görece hafif cezalar alması aracılığıyla siyaset ve hukuk tarafından da dolaylı yollardan destekleniyor.
Erkek egemenliğinin temelinde erkeklerin fiilen şiddet kullanması ve bunun sonucunda zor kullanma tehdidi ve potansiyellerinin varlığı aracılığıyla elde ettikleri rıza var. Erkeklik incelemeleri alanının kurucularından Raewyn Connell’ın[6] işaret ettiği üzere, bütün erkekler –hatta hayatlarında fiilen hiç şiddetle elini kirletmemiş olanlar bile- kadınlar ve queerlara karşı şiddetin varlığından yararlanıyorlar ve halihazırda toplumda kol gezen şiddet ile suç ortaklığı içine giriyorlar[7]. Böylece sadece erkek olmaları, erkeklerin erkek egemenliğinden pay almalarına yetiyor. Böylece yalnızca kişilerarası değil, kitlesel ve toplumsal düzlemlerde de kaynağını buluyor ve gerçekleşiyor. Böylece kapitalist ataerkilliğin, failleri erkekler olan yaygın şiddet pratiklerine dayandığını vurgulamak gerekiyor.
Erkeklerin Şiddetleri
Erkekler tarafından gerçekleştirilen şiddetler, 1980’lerden bu yana gelişen (pro)feminist[8]erkeklik incelemeleri alanındaki en merkezi meselelerden biri olageldi[9]. Alan dahilinde bu sorunsal, temelde Connell’ın ortaya koyduğu doğrultuda, bir yandan farklı “erkeklikleri” inşa eden, öte yandan da erkekliklerin queerlar ve kadınlar karşısında ataerkil toplumsal cinsiyet rejimi dahilinde ayrıcalıklar elde etmesine katkıda bulunması çerçevesinde tartışıldı[10]. Erkeklik incelemeleri, feminizmin ışık tuttuğu yoldan ilerleyerek, tartışmaları makro sosyolojik düzeyden, toplumsal ilişkiler içinde yer alan bireysel aktörlere doğru genişletti. Burada erkeklik incelemelerindeki birkaç kritik katkının altını çizmek istiyorum.
Erkeklik incelemeleri alanındaki en etkili isimlerden Britanyalı sosyal bilimci Jeff Hearn, “erkek şiddeti” (male violence) yerine “erkeklerin şiddetleri” (men’s violences) kavramını kullanmak gerektiğini vurgulamakta[11]. Hearn bunun için dört neden ileri sürüyor. İlkin, “erkeklerin şiddeti” kavramı, şiddet ile erkekler arasındaki ilişkiyi doğrudan bir biçimde kurduğu için daha kesindir. İkinci olarak bu kavram, şiddetin biyolojik nedenlerine ya da biyolojik bakımdan kaçınılmaz oluşuna ilişkin bütün olası varsayımları ortadan kaldırmaktadır. Üçüncü olarak münhasıran “eril” olan ve erkeklerin tüm şiddetinin yalnızca bir parçası olan bir şiddet türü bulunduğuna ilişkin kuşkuları ortadan kaldırır. Dördüncü olarak da erkeklerin şiddetlerinin çoğul niteliğine vurgu yapmaktadır[12]. Hearn “erkeklerin şiddetleri” kavramıyla bir yandan farklı sonuçları ve yansımaları olan şiddet pratikleri bulunduğuna işaret ediyor; diğer yandan, şiddetin erkek biyolojisinin kaçınılmaz bir sonucu olduğuna ilişkin biyolojik ve sosyobiyolojik açıklamalara karşı çıkıyor ve belki de en önemlisi, şiddet ile erkeklik arasındaki özcü bağlantı çabalarını ortadan kaldırmak gerektiğine vurgu yapıyor. Zira erkekler aslında şiddetler ile kaçınılmaz ve ayrılamaz bir ilişki içinde olmak zorunda değiller ve (pro)feminist erkeklik siyasalarının da sık sık altını çizdiği üzere “başka türlü erkeklikler mümkün”[13].
Öte yandan, 1980’lerden bu yana erkek şiddetine karşı mücadelenin öncü isimlerinden Michael Kaufman, erkek şiddetinin temelinde kadınlara, diğer erkeklere ve kendilerine yönelik olmak üzere üç yön bulunduğunun altını çiziyor ([1987] 2001). Kaufman’ın sunduğu bu üç yönlü modele kadınlara yönelik –feminist mücadelenin kazanımları sonucunda artık devletlerin bile göstermelik olarak da olsa karşı çıkmak zorunda kaldıkları- şiddetin yanı sıra queerlara yönelik şiddeti de eklemek gerek. Ancak bu model, yukarıda andığım sınırlılığına karşın, erkeklerin şiddetlerinin sadece kadınlar ve queer bireylere yönelik olmadığını, erkeklerin diğer erkeklere ve kendilerine yönelik şiddetlerinin de erkek egemenliğinin önemli bileşenleri olduğunu vurgulaması açısından önemli.
Kaufman, izleyen dönemde (pro)feminist erkeklik hareketlerinin en ünlü ve en popüler metinlerinden biri olan ve yazarın Türkiye ziyaretinde “Erkek Kaynaklı Şiddetin Yedi Nedeni” adıyla Türkçe’ye çevrilen “The Seven P’s of Men’s Violence”ı yayımladı[14]. Bu yazıda Kaufman erkek şiddetinin temelinde (1) “ataerkil iktidar”, (2) “ayrıcalık taşımanın hak olduğu algısı”, (3) “onaylama”, (4) “erkek iktidarı paradoksu”, (5) “psişik erkeklik zırhı”, (6) “psişik düdüklü tencere olarak erkeklik” ve (7) “geçmiş deneyimlerin” bulunduğunu ileri sürdü. Böylelikle, yapısal bir bütün olarak erkek egemenliğinin yanı sıra, ataerkilliğin erkekler üzerindeki psikolojik sonuçlarını ile bireysel güdülenmeleri şiddetin gerekçesi olarak göstermekteydi. Sonraki yıllarda bu popüler metin, uluslararası ölçekte etkili kadına yönelik şiddete karşı erkeklerin katılımını amaçlayan White Ribbon Campaign[15] (Beyaz Kurdele Kampanyası) tarafından yaygın bir biçimde kullanıldı. Ancak Kaufman’ın fikirleri ve bu fikirlerin uygulama zemini bulduğu White Ribbon Campaign gibi geniş ölçekteki sivil toplum platformlarının, erkeklerin şiddetlerinin yapısal boyutu olan ataerkilliği büyük ölçüde geri plana attığı açık.
Burada sözünü etmek istediğim üçüncü katkı, yine erkeklik incelemelerinin en önemli kuramcılarından biri olan Amerikalı sosyolog Michael Kimmel’ın “Masculinity as Homophobia: Fear, Shame and Silence in the Construction of Gender Identity” (Homofobi Olarak Erkeklik: Cinsiyet Kimliğinin İnşasında Korku, Utanç ve Sessizlik) adlı ünlü yazısında erkeklikler ile homofobi arasındaki ilişkiye dair yaptığı vurgu[16]. Kimmel, bir toplumsal inşa olarak (ataerkil) erkekliklerin en önemli bileşenlerinden birinin homofobi olduğuna işaret etmekte. Toplumsal cinsiyet kimliği olarak erkeklikler, eştoplumsal[17] uzamlarda ve baba-oğul ilişkisi, erkekler arası arkadaşlıklar, askerlik, erkeklere açık -futbol gibi- sporlar gibi eştoplumsal ilişkiler içinde şekillendiğini vurguluyor. Bu toplumsal ilişkiler içinde erkeklikler cinsel ve toplumsal yönelimlerine kerteriz olarak, ataerkil toplumda hâkim konumda bulunan erkeklerde, film kahramanlarında, siyasetçilerde, din adamlarında, öğretmenlerde, yaşlılarda, askerlerde, çalışma arkadaşlarında ve milyonlarca diğer erkekte bulunan homofobiyi yerleştirirler. Homofobi, erkeklerin eşcinsel olmaktan, böyle kabul edilmekten duydukları “akıldışı” korkudur. Marx’ın “ölü kuşakların geleneği, yaşayanların zihinlerine büyük bir ağırlıkla kâbus gibi çöker” sözünü alıntılayan yazar, meselenin temelinin gerçekte erkeklerin diğer erkeklerle yakınlık kurmaktan duydukları korku olduğunu belirtir[18]. Homofobinin erkekler arasında dehşete varan bir korku yarattığının altını çizen Kimmel, “homofobi erkekliğe dair kültürel tanımımızı örgütleyen merkezi ilkelerden biridir” der[19]. Kimmel’ın homofobi üzerine toplumsal ve psikolojik açıklamaları bir araya getiren fikirlerine transfobiyi de eklemek gerektiği kanısındayım. İşte queer olarak anılmaktan duyulan korkular erkekler arasında öylesine büyük bir dehşet yaratıyor ki bu yön değiştirerek queerlara yönelik nefret, hınç ve şiddete dönüşüyor.
Erkeklerin şiddetlerini anlamak için çok yönlü bir yaklaşımın gerekli olduğunu düşünüyorum. (Pro)feminist erkeklik incelemeleri bu doğrultuda son derece önemli bir bakış açısı sunuyor[20]. Fakat (pro)feminist erkeklik incelemeleri ve siyasalarının bireysel aktörlere odaklanan yaklaşımlarının tam anlamıyla yeterli olmadığını düşünüyorum. Erkek egemenliğinin şiddet ile göbekten bağlı olduğunun altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Burada özellikle vurgulanması gereken nokta, erkeklerin şiddetlerinin, her şeyden önce yapısal bir nitelik barındırıyor oluşu.
Ataerkillik binlerce yıldır varolan bir toplumsal yapı ve günümüzde kapitalist ataerkillik olarak varlığını sürdürüyor. Neredeyse soluduğumuz havaya kadar tüm toplumsal ve kültürel ilişkiler ataerkilliğe entegre durumda. Erkekler, doğar doğmaz halihazırda varolan erkek egemenliğinin bir parçası haline gelmeye ve ondan yararlanmaya başlıyorlar. Kadınlar ve queer bireyler, erkeklerin de facto hakim konumda olduğu bu toplumsal yapı içinde eziliyorlar ve ikincilleştiriliyorlar. Şiddetler, işte böyle yapısal bir ortamda kaynağını buluyor.
Erkeklere, kadınlara, queer bireylere, çocuklara ve kendilerinin daha zayıf olduklarını kabul ettikleri diğer erkeklere yönelik şiddet uygulama ayrıcalığı tanınıyor. Şiddetler, erkek olmanın ayrılmaz bir parçası ve bir önkoşulu olarak değerlendiriliyorlar. Tecavüzden dayağa, queerlara yönelik linçlerden pornografiye şiddet kullanmanın her türlüsü, meşru ve makul sınırlar dahilinde kalmak koşuluyla ataerkil erkekliklerin hakkı olarak görülüyor ve hatta birçok durumda teşvik ediliyor. Toplumsal yapıyı besleyen, güçlendiren ve yeniden üreten erkeklerin şiddetleri genel olarak reddedilen ve lanetlenen değil, alttan alta tolere edilen haller olarak değerlendiriliyor. Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’de son on yıldaki en fazla ses getiren kadına karşı şiddet vakalarından biri olan Güldünya Tören’in öyküsü, baştan başa bu ayrıcalık ve toleranslar ile çevrili. Güldünya, tecavüze uğramasının ardından, ailesi tarafından tecavüzcüsüyle evlendirilmek istendi. Evlenmeyi reddedince, hamile kaldığı gerekçesiyle ailesinin aldığı bir karar sonucu abileri tarafından gündüz sokak ortasında öldürüldü. Bu namus cinayetinin ardından namus cinayetinin azmettiricisi olan babası, Güldünya’nın tecavüzcüsü ile yüzleşerek ondan kendi meşrebince hesap sormak istedi. Sokakta rastlantı sonucu gerçekleşen bu yüzleşmede tecavüzün faili, Güldünya’yı fahişe olmakla suçlayarak ona hakaret edince, Güldünya’nın babası tarafından öldürüldü[21]. Tecavüzden mağdurun tecavüzcü ile evlendirilmek istenmesine, namus cinayetinden tecavüzcünün mağdurun baba tarafından öldürülmesi ve bu ikinci cinayetin gerekçesine değin tüm bu öykü, erkeklerin onay ve kabul gören şiddetlerinin yarattığı korkunç bir trajediler sarmalıdır.
Erkekler için şiddet yapısal bir hak olarak görüldüğü içindir ki erkeklerin şiddet halleri onaylanıyor. Erkeklerin şiddetleri ile bireysel düzlemin yanı sıra yapısal düzlemde de mücadele etmenin elzem olduğu kanısındayım.

Şiddetlerin Erkekleri
Son olarak, erkeklerin şiddetine dair yakın dönemdeki birkaç olaydan söz etmek istiyorum. Yukarıda da tartıştığım üzere, kadınlara ve queer bireylere yönelik erkeklerin şiddetleri neredeyse her gün ve her köşe başında karşımıza çıkıyor. Erkekler, Günçıkan’ın ifadesiyle neredeyse “güçlü bir cinayet şebekesi gibi”[22]. Fakat şiddet çok defa gizlenmeye çalışılan, utanç, kibir ve gurur zırhının ardına saklanan bir olgu. Erkekler şiddet kullanmayı, öldürmeyi, acı çektirmeyi ve tecavüz etmeyi hak olarak, ellerinin kiri, namuslarının bir parçası görürlerken, kendilerine ancak şiddetin trajedisi kalan kadınlar ve queer bireyler kendi içlerine gömerek ondan uzaklaşmaya ve geçici bir ferahlık bulmaya çalışıyorlar. Böylece erkeklerin şiddetleri, ancak ölüm olduğunda, denk gelirse gazetelerin üçüncü sayfalarında kendine yer bulan ve istatistiklerde gerçek değerleriyle karşımıza çıkmayan bir olgu olarak varlığını sürdürüyor. Bu yazının yazıldığı günlerde anaakım medyada olanca vahameti ile gündeme gelen “Cinsel Saldırı Suçları Son Dokuz Yılda Yüzde 400 Arttı”[23]başlıklı haber, maalesef sadece buzdağının görünen yüzünü yansıtır nitelikte. Feminist mücadelenin ısrarlı takibi ve adalet mekanizmaları üzerindeki baskısı yeterli olmasa da son derece değerli kazanımların yaşanmasına yardımcı oldu. Erkeklerin şiddetleri yargılandı ancak bu şiddet eylemleri çoğu kez hafif cezalar aldı[24]. Bu nedenle haber sitesi BiaNet’in 2008 Nisanından bu yana anaakım medyada erkeklerin şiddetlerinin çetelesini[25] tutması şiddetin görünürleşmesi adına son derece anlamlıdır[26].
Yukarıda da belirttiğim üzere, erkeklerin şiddetleri konusunda sadece kadınlara yönelik şiddet eylemlerine bakmak şiddet hakkında eksik bir bakış açısının oluşmasına yol açıyor. Kadınlar, bu şiddetten en çok zarar gören gruplardan biri. Ancak oldukça yaygın bir biçimde queer bireyler de erkeklerin şiddetine maruz kalıyorlar. Üstelik erkeklerin heteroseksist şiddetlerinin yanı sıra homofobiye, transfobiye maruz kalıyorlar, gündelik yaşamda görünmez olmaya zorlanıyorlar. Varoluşları kabul edilmediği gibi, sıklıkla siyasetçiler ve medya tarafından hedef gösteriliyorlar. Son dönemde queerlara yönelik linç girişimleri gerçekleşmeye başladı: 2006 yılında Ankara Eryaman’da[27] ve 2012 güzünde İstanbul Avcılar’da[28] olup bitenler bu vahim sürecin en bilinen örnekleri. Bu kolektif şiddet eylemleri, queerlara yönelik bireysel saldırıların bir devamı ve genişlemesi niteliğinde. Üstelik yukarıda da belirttiğim erkeklerin şiddetin ataerkillik nedeniyle onaylanması nedeniyle bu eylemler çoğu kez cezalandırılmaksızın örtbas ediliyor[29]. Hatta cezalandırmanın da ötesinde, medyanın heteoseksist tavrı, queerlara yönelik ayrımcılığın da ötesine geçerek, bilinçli bir suskunluk ve sansürün yaşanmasına yol açıyor. Bu öylesine gözü dönmüş bir şiddet ki, artık linç eylemleri bile görünmez kılınmaya çalışılıyor.
Her ne olursa olsun, soyut bir şiddet canavarı ile karşı karşıya değiliz. Erkeklerin şiddetleri söz konusu olduğunda akla gelen şeylerden biri de şiddetlerin reel faillerinin kim olduğu. Diğer bir deyişle şiddet pratiklerini bilfiil kimlerin gerçekleştirdiği, şiddete ilişkin tutumları bilfiil kimlerin takındığı, bilfiil kimlerin şiddeti tasarladığı ve tasavvur ettiği, kimlerin şiddetten bilfiil pay aldığı… Buna çok kısa ve doğrudan bir yanıt vermek gerekiyor. Şiddetler, ataerkillik dahilindeki erkekliklerin neredeyse soludukları hava gibi en önemli unsurlarından biri. Şiddetten pay almayan ve yaşamının bir anında da olsa şiddet uygulamayan erkek bulmak çok zor belki de imkansız. Bunun için çuvaldızı kendimize batırmamız, şiddeti topyekün reddetmemiz ve şiddetle sürekli mücadele etmemiz gerekiyor.

(Bu yazı ilk olarak Felsefe Yazın dergisinin "Eril Şiddet: Fail ve Mağdurun Ötesinde" dosya konulu 21. sayısında yayınlanmıştır)
Referanslar
Bozok, Mehmet (2011), Soru ve Cevaplarla Erkeklikler. SOGEP, İstanbul.
Bozok, Mehmet (2009), “Feminizmin Erkekler Cephesindeki Yankısı: Erkekler ve Erkeklikler Üzerine Eleştirel İncelemeler”. Cogito, 58, ss. 269-284.
Cogito, (1996) 6-7.
Connell, R. W. (2005), Masculinities. University of California Press, Berkeley.
Connell, Bob (1998), Toplumsal Cinsiyet ve İktidar: Toplum, Kişi ve Cinsel Politika. C. Soydemir (çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Hartmann, Heidi (2006), Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği. G. Aygen (çev.) Agora Kitaplığı, İstanbul.
Hearn, Jeff (1998). The Violences of Men. London: Sage Publications.
Kaufman, Michael ([1987] 2001), “The Construction of Masculinity and the Triad of Men’s Violence. İçinde, Kimmel, M. S. ve Messner, M. A. (der.) Men’s Lives. Allyn and Bacon, Boston, ss. 4-16.
Kaufman, Michael (1999), The Seven P’s of Men’s Violence.  http://www.michaelkaufman.com/wp-content/uploads/2009/01/kaufman-7-ps-of.... 4 Kasım 2012 tarihinde erişildi.
Kaufman, Michael (1999), Erkek Kaynaklı Şiddetin 7 Nedeni. http://www.michaelkaufman.com/wp-content/uploads/2008/12/kaufman-erkek-k.... 4 Kasım 2012 tarihinde erişildi.
Kimmel, Michael S. (1994). Masculinity as Homophobia: Fear, Shame and Silence in the Construction of Gender Identity. İçinde, Brod H. and Kaufman M. (der.) Theorizing Masculinities. Sage Publications, Thousand Oaks, 142-163.
Riches, David (der.) (1989). Antropolojik Açıdan Şiddet. Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Somersan, Semra. (1996). “Şiddetin İki Yüzü”. Cogito, 6-7, ss. 41-50.
Ünsal, Artun. (1996). Genişletilmiş Bir Şiddet Tipolojisi. Cogito, 6-7, ss. 29-36.
White Ribbon Campaign (Beyaz Kurdele Kampanyası) http://www.whiteribbon.com/



[1] bkz. David Riches, (der.) Antropolojik Açıdan Şiddet. Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1989.
[2] Elbette psikolojik sorunlardan kaynaklanan normaldışı şiddetler de cabası.
[3] Örneğin bu alanda Türkçe kapsamlı bir derleme için Cogito’nun 1996’da yayımlanan “Şiddet” başlıklı sayısına bakılabilir. Bu sayıda yer alan Artun Ünsal’ın “Genişletilmiş Bir Şiddet Tipolojisi” başlıklı yazısı şiddetin farklı dışavurumlarına ilişkin bir kategorizasyon sunuyor (1996: 29-36).
[4] Heidi Hartmann, Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği. G. Aygen, (çev.) Agora Kitaplığı, İstanbul, (2006).
[5] “Queer” kavramını heteroseksüellik dışındaki bütün cinsel yönelimleri kapsayacak şekilde kullanıyorum.
[6] Connell, çeşitli metinlerinde “Bob Connell”, “R. W. Connell”, “Robert William Connell” ve “Raewyn Connell” isimlerini kullanmaktadır.
[7] Raewyn Connell, Masculinities. University of California Press, Berkeley. 2005, ss. 76-80.
[8] Bu kavramı erkeklerin “feminist” mi yoksa ancak “profeminist” mi olabileceği yolundaki tartışmaları bir yana bırakmak için kullanıyorum.
[9] Bu alandaki başlıca yaklaşımlar hakkında genel bir bakış için bkz. Mehmet Bozok, “Feminizmin Erkekler Cephesindeki Yankısı: Erkekler ve Erkeklikler Üzerine Eleştirel İncelemeler”. Cogito, Sayı: 58, ss. 269-284, 2009.
[10] Bob Connell, Toplumsal Cinsiyet ve İktidar: Toplum, Kişi ve Cinsel Politika. C. Soydemir (çev.). Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998. Raewyn Connell, Masculinities. University of California Press, Berkeley, 2005.
[11] Jeff Hearn,The Violences of Men. Sage Publications, London.1998, ss. 4-5.
[12] Jeff Hearn,The Violences of Men. Sage Publications, London.1998, s. 4.
[13] Soru ve Cevaplarla Erkeklikler’de vurguladığım üzere, “Ataerkilliğin ortadan kalkması için erkekler de değişmelidir. Değişmek mümkündür!” (Bozok, 2011: 92).
[14] Michael Kaufman (1999) “The Seven P’s of Men’s Violence”.  http://www.michaelkaufman.com/wp-content/uploads/2009/01/kaufman-7-ps-of.... 4 Kasım 2012 tarihinde erişildi. Türkçesi için, Michael Kaufman, (1999). “Erkek Kaynaklı Şiddetin 7 Nedeni”. http://www.michaelkaufman.com/wp-content/uploads/2008/12/kaufman-erkek-k.... 4 Kasım 2012 tarihinde erişildi.
[15] bkz. http://www.whiteribbon.com/ 9 Kasım 2012 tarihinde erişildi.
[16] Michael Kimmel. “Masculinity as Homophobia: Fear, Shame and Silence in the Construction of Gender Identity”. İçinde, Brod H. and Kaufman M. (der.) Theorizing Masculinities. Sage Publications Thousand Oaks, ss. 142-163, 1994.
[17] Bu kavramı, İngilizcede aynı cinsiyetten ya da aynı cinsel yönelimden bireyler arasındaki toplumsal ilişkilere işaret eden “homosocial” kavramının karşılığı olarak kullanıyorum.
[18] Michael Kimmel. “Masculinity as Homophobia: Fear, Shame and Silence in the Construction of Gender Identity”. İçinde, Brod H. and Kaufman M. (der.) Theorizing Masculinities. Sage Publications Thousand Oaks, ss. 130-131, 1994.
[19] age. s. 131.
[20] İnterdisipliner bir alan olarak gelişen erkeklik incelemeleri birçok kuramsal yaklaşım barındırıyor ve bu metnin sınırları içinde sözünü ettiklerim, alan dahilindeki açıklamalardan yalnızca birkaçı.
[25] Bu çetele için bkz. http://www.bianet.org/bianet/bianet/133354-bianet-siddet-taciz-tecavuz-c..., 9 Kasım 2012 tarihinde erişildi.