Tuesday, June 3, 2014

Siyah Deri Beyaz Maske

Versus Kitap Yayınları
Frantz Fanon, ilk kitabı Siyah Deri, Beyaz Maske’de şöyle yazıyordu: “İndirgenemez biçimde kendi zamanıma aidim.” Buradaki zaman, hiç kuşkusuz, sömürgecilik karşıtı mücadeleler çağıydı. Henüz Fransız sömürgesi olan Martinik’te 1925 yılında doğan ve Aimé Césaire’ın öğrencisi olan Fanon, İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefiklerin safında savaşa katılmasının ardından Lyon’da tıp ve psikiyatri eğitimi alır. 1952’de yayınlandığında büyük ilgi toplayan Siyah Deri, Beyaz Maske adlı çalışması, o dönem Fransa’daki entelektüel çevrelerde derin iz bırakır. Tutku dolu, yürekten gelen bir çığlıktır bu: “Beyaz bir dünyaya gelen bir siyahın deneyimledikleri.”  1953’te, Bağımsızlık Savaşı’nın başlamasından tam bir yıl önce Fanon Cezayir’deki Blida Psikiyatri Hastanesi’nde göreve başlar. Cezayirli hastaların karşılaştıkları işkenceleri kendisine anlatması sonucunda dehşete düşen Fanon, görevinden istifa eder ve Tunus’a giderek daha önceden taraftarı olduğu Cezayir Cumhuriyeti Geçici Hükümeti (GPRA) için çalışmaya başlar. Devrimcilerin resmi yayın organı olan Mücahit gazetesine pek çok yazı yazar.

1960 yılında GPRA, Fanon’u o sıralar Birleşik Afrika hareketinin fiili merkezi olan Gana’ya elçi olarak gönderir. Görevi hem Gana’yla kurulan ilişkileri güçlendirmek hem de liderleri sıklıkla Gana’nın başkenti Akra’da toplanan, Afrika’da bağımsızlık mücadelesi veren diğer milliyetçi hareketlerle kurulan bağlantıları geliştirmektir. Ben de Fanon’la ilk kez bu sırada Akra’da tanıştım; onunla dünya politikası üzerine uzun sohbetler etmiştik. Tüm dünyada patlak veren ulusal kurtuluş hareketleri dalgası karşısında oldukça umutluydu; ancak bu hareketlerin çoğunun liderliğinin taşıdığı sınırlar karşısında ise endişeliydi, bu rahatsızlığını son kitabında ayrıntılı olarak tartışacaktı. Bundan kısa süre sonra löseminin pençesine düştü. Tedavi amacıyla önce Sovyetler Birliği’ne, sonra ise ABD’ye gitti ancak bu tedaviler sonuç vermedi. Washington’da yattığı hastanede onu ziyaret etme şansı bulmuştum; ABD’de yeni gelişen ve Fanon’un hayranlık beslediği Siyah İktidar hareketini tartışmıştık. ABD’nin uluslararası politikaları karşısında hiddete kapılmış ve şunları söylemişti: “Amerikalıların muhataplarını dinlemeye hiç niyeti yok; hâlâ kendi kendilerine konuşuyorlar.” Yaşamının son yılında büyük bir gayretle kendisini ölümünden sonra yayınlanacak eserini yazmaya adamıştı: Yeryüzünün Lanetlileri.  Ömrü J.P. Sartre’ın yazdığı ve kendisinin de çok beğendiği önsözü okumaya yetmişti. Kitabın orijinal adı, Les damnés de la terre ise elbette uluslararası işçi hareketinin marşı olan Enternasyonal’in ilk mısralarından esinlenilmişti. 1961’de, genç yaşta hayatını kaybetti.

Fanon’a dünya çapında –ve elbette ABD’de– ün kazandıran Siyah Deri, Beyaz Maske değil, işte bu çalışmasıdır. Tüm dünyada 1968 devrimci dalgasıyla doruğa ulaşan değişik pek çok hareketin militanlarının başucu kitabı olan Yeryüzünün Lanetlileri, 68’in ilk heyecanı sönmeye başladığında ise sessizce köşesine çekilmişti. 1980’lerin sonlarında çeşitli kimlik hareketleri ve post-kolonyal hareketler Fanon’un ilk kitabını keşfetti; ancak bu ilgi çoğunlukla Fanon’un vurgulamak istediğinden uzak bir noktaya yönelmişti. Siyah Deri, Beyaz Maske’nin girişinde belirttiği üzere, siyah insanın yabancılaşmasını ortadan kaldırmak için Freudçu psikanalizin sunduklarından fazlası gerekmektedir. Freud filojenik açıklamaların ötesine geçerek ontojenik bir açıklamanın gerekliliğini ileri sürmüştü; Fanon’a göreyse, sosyojenik bir açıklama gerekiyordu. Siyah Deri, Beyaz Maske’nin postmodern kanonun temel önemdeki metinlerinden biri olarak tekrar ilgi toplamasına rağmen, yayınlanmasından otuz yıl sonra, bu eserin kesinlikle kimlik politikalarına yönelik bir çağrı olmadığı anlaşılmalı. Fanon’un da kitabın kapanış cümlelerinde açıkça belirttiği gibi:

Siyah insanın bedbahtlığı bir vakitler köleleştirilmiş olmasında yatıyor.

Beyaz insanın bedbahtlığı da bir yerlerde cana kıymış olmasındadır.

Ve Beyazlar bugün de sürdürüyorlar ırksal aşağılama ve horgörü tavırlarını. Ama ben, derisi kara adam, mutlak anlamda varolma imkânını ele geçirdiğim ölçüde geçmişi de kurtarmaya kalkışan bir hayalgücüyle kendimi sınırlamaya hakkım olmadığını görüyorum, Ben, derisi kara adam, sadece şunu istiyorum:
Hiçbir araç insana hâkim olmasın. İnsanın insana kulluğu son bulsun. Yani ne ben başkasının kulu olayım, ne de ben başkasını kulluğa zorlayayım. Nerede olursa olsun, hangi görünüş altında olursa olsun insanı keşfetmeme ve onu sevmeme izin verilsin.

Zenci yok ortada. Var olan sadece Beyaz adam.

Fanon pek çok şey olabilir, ancak kesinlikle postmodernist değildi. Bir yönden Marksist bir Freudçu, diğer yönden Freudçu bir Marksist ve çoğu yönden ise devrimci kurtuluş hareketlerine bütünüyle bağlı bir figür olarak nitelendirilebilir. Bununla birlikte, kendi dönemine ait biri olsa bile, eserinin bizim dönemimize de sunabileceği pek çok şey vardır. Siyah Deri, Beyaz Maske’nin son cümlesi şöyledir: “Son duam da şu: Ey ruhum, hep soru soran bir ruh olarak kal kaldığın yerde!” Fanon’un düşüncelerinin yirmi birinci yüzyıldaki geçerliliğine dair fikirlerimi işte bu sorgulayıcı ruhla dile getiriyorum.

Fanon’un kitaplarını yeniden okuduğumda iki şey dikkatimi çekti: Fanon’un –özellikle de başkalarını eleştirirken– kesinliğinden emin olduğu son derece sert önermeleri ve bunların ardından, kimi sefer sayfalar sonra, en iyi yöntemin ne olduğuna, amaca nasıl ulaşılması gerektiğine dair bir türlü emin olamadığını yinelemesi. Ayrıca Sartre gibi benim de dikkatimi bu kitapların dünyanın muktedirlerine değil, “yeryüzünün lanetlileri”ne, Fanon’a göre çoğunlukla “derisi renkli insanlar”dan oluşan bir kesime hitap etmesi çekti. Fanon bir yandan zulmederken bir yandan da küçümseyen iktidar sahiplerine karşı daima öfke beslemiştir. Ancak tavır ve davranışları dünyadaki eşitsizliğin ve aşağılamanın sürmesine katkıda bulunan derisi renkli insanlara karşı duyduğu öfke daha büyük olmuştur, özellikle de bu insanların davranışlarının temelinde dökülen kırıntılardan kendilerine pay çıkarma güdüsü yer alıyorsa. Aşağıdaki satırlarda, Fanon’un ikilemleri olduğunu düşündüğüm üç başlık etrafında fikirlerimi toplayacağım: şiddet kullanımı, kimlik olumlaması ve sınıf mücadelesi.

Yeryüzünün Lanetlileri’nin böyle –hem hayranlık hem de suçlama dolu– bir ilgi uyandırmasının nedeni, “Şiddet Üzerine” başlıklı ilk bölümün açılış cümlesidir:

Ulusal kurtuluş, ulusal uyanış, ulusun halka iadesi ya da Commonwealth, hangi adı, hangi en yeni ifadeyi kullanırsanız kullanın, sömürgesizleştirme her zaman şiddet içeren bir olgudur.

Bu analitik bir gözlem midir, yoksa politik bir öneri mi? Bunların her ikisi de olduğu söylenebilir. Belki Fanon’un kendisi de sözlerinin daha çok hangi manada anlaşılması gerektiğinden emin değildi, bunun bir önemi de yok zaten. Güce başvurmadan köklü bir toplumsal dönüşümün gerçekleşmeyeceği fikri yeni değildir. On dokuzuncu yüzyıldaki radikal özgürlükçü geleneklerin tümü seçkinlerin iktidardan kendi isteğiyle vazgeçmeyeceğini düşünüyordu; iktidar daima zorla alınmalıydı. Bu düşünce, toplumsal dönüşümün “devrimci” ile “reformist” yolları arasında var olduğu kabul edilen ayrımı tespit etmemize yardımcı olur. 1945 sonrası dönemde ise “devrim” ile “reform” arasındaki ayrım en sabırsız, öfkeli ve uzlaşmaz hareketlerin militanları açısından bile gitgide azalmaktadır. Bu yüzden sosyolojik bir inceleme konusu değil, politik bir öneri olarak şiddet sorgulanmaya başlamıştır.

“Devrimci” hareketlerin iktidarı ele geçirdiğinde vaatlerinin pek azını gerçekleştirebildiği doğrudur, fakat “reformist” hareketlerin bundan fazlasını gerçekleştiremediği de doğrudur. Şiddete dair politika belirlemenin zorluğu bu yüzdendir. Cezayirli milliyetçilerin yaşamöyküsüne baktığımızda bu dönüşüm açıkça görülebilir. GPRA’nın 1958’deki kuruluşundan 1961’e kadar başkanlığını yapan Ferhat Abbas, politik yaşamının ilk otuz yılını reformist olarak geçirdikten sonra kendisi ve hareketinin bir arpa boyu yol ilerlemediğini kabul ederek Cezayir’i sonsuza kadar sömürge olarak kalmaktan ve “köleleştirilmek”ten kurtaracak anlamlı tek mücadele biçiminin şiddet içeren ayaklanma olduğu sonucuna vardı.

Yeryüzünün Lanetlileri’nde Fanon’un politik bir taktik olarak güç kullanımına dair üç tespitte bulunduğu söylenebilir:
Yalnızca şiddet dilinden anladıkları sürekli kafasına kakılan aynı insanlar, artık kendilerini zor yoluyla ifade etmeye karar vermiştir. Aslında özgürlüğe giden yolu ona her zaman sömürgeci göstermiştir. Sömürge halkın seçtiği argümanı ona belirten de sömürgecidir ve şimdi kaderin ironik bir cilvesiyle, sömürge halkı sömürgecinin şiddetten başka bir şey anlamadığını söylemektedir.

İkinci tespit, bu şiddetin sömürgeleştirilenlerin hem sosyal psikolojisini hem de politik kültürünü dönüştürdüğü yönündedir:

Ama bazen öyle olur ki, sömürge halkı için bu şiddet, tek işleri şiddet olduğu için, olumlu, şekillendirici özellikler de taşır. Şiddet praksisi birleştiricidir, çünkü her bir kişi bu büyük zincirdeki, sömürgecinin gösterdiği ilk şiddete tepki olarak ortaya çıkan bu büyük şiddet örgütlenmesindeki bir şiddet halkasını temsil eder. Gruplar birbirlerini tanır, gelecekte ortaya çıkacak ulus şimdiden bölünmez bir bütündür. Silahlı mücadele halkı harekete geçirir, yani onları geri dönüşü olmayan tek bir yöne iter.

Ancak üçüncü tespit ikincinin iyimser havasına, ilk bölümde canlandırılan ulusların ve insanlığın kurtuluşuna giden geri dönüşsüz yola karşıt görünmektedir. Kitabın Cezayir’deki ulusal kurtuluş mücadelesi fiilen devam ederken yazılan ikinci ve üçüncü bölümleri “Şiddet Üzerine”ye ışık tutmaları açısından özellikle etkileyicidir.

“Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zaafı” başlıklı bölüm milliyetçi hareketlerin genel bir eleştirisidir. Bu hareketlere “özgü kusur,” der Fanon, “en yüksek politik bilince sahip unsurlara odaklanmalarıdır: şehirlerdeki işçi sınıfı, küçük esnaf ve memurlar” – yani, nüfusun ancak yüzde birini temsil eden küçük bir kesim:

Milliyetçi partilerin çok büyük bir çoğunluğu kırsal kitlelere büyük bir güvensizlik besler… Batılılaşmış unsurların köylü yığınlarla ilgili duyguları, sanayileşmiş ülkelerin işçi sınıfı arasında görülen duyguları anımsatır.

Bu kusur onların devrimci olmasının önünde engel teşkil ediyordu. Devrimci bir hareket Batılılaşmış bir proletaryaya değil, kökenlerinden sökülerek gecekondu mahallelerine sıkış tepiş doldurulan köylülüğe dayanmalıdır:

İsyanın şehirli vurucu gücünü bulduğu yer de bu kitleler, bu gecekondu halkı, lümpen proletaryadır. Lümpen proletarya, sömürge bir halkın en kendiliğinden ve en radikal devrimci güçlerinden birini oluşturur.

Fanon, kabile yaşantısından kopartılmış lümpen proletaryaya övgü düzdükten sonra iktidara gelen milliyetçi hareketlerin doğasını incelemeye koyulur. Bu konuda oldukça acımasız davranır ve kitabının en ünlü cümlelerinin birinde onları şöyle suçlar: “Tek parti, burjuva diktatörlüğünün modern biçimidir: maskesiz, boyasız, vicdansız, her açıdan kinik.” Fanon’a göre, azgelişmiş ülkelerin burjuva partilerine “ulusun bir arada, uyumlu kalkınmasını yavaşlatmakla tehdit ettiği için” değil, “hiçbir yararı olmadığı” için karşı çıkılmalıdır. Ardından milliyetçiliğin arı ve basit bir dille reddedilişi gelir:

Milliyetçilik siyasal bir doktrin değildir, bir program değildir. Ülkelerimizi gerilik, hareketsizlik ya da çöküşten korumayı gerçekten istiyorsak, ulusal bilinçten siyasal ve toplumsal bilince doğru hızla geçmemiz gerekir… Kitlelere yiyecek olarak yalnızca milliyetçilik veren bir burjuvazi misyonunu yerine getiremez ve kaçınılmaz olarak bir dizi sınav ve sıkıntıdan geçer.

Bu noktada Fanon ikinci başlık olarak belirttiğim kimlik meselelerine eğilir. Tartışmayı eski uygarlıklarla övünmenin bugün kimseyi doyurmadığını belirterek açmasında şaşılacak bir yan yoktur. Ancak bu tavır Batı kültüründen uzaklaşılması gibi meşru bir amaca hizmet etmektedir. Kültürün ırksallaştırılmasından başta sömürgeciler, “beyaz kültürü öteki kültürsüzlerin karşısına çıkarmaktan hiç vazgeçmeyen Avrupalılar” sorumludur. Fanon, “zencicilik” kavramının “beyaz adamın insanlığa hakaretinin mantıksal değilse bile duygusal bir antitezi” olduğunu ileri sürer. Ancak “bir ulusal kültür yerine Afrika kültürünü vurgulamaya yönelik bu tarihsel yükümlülük, onları çıkmaz sokağa sürükleyecektir,” diyerek devam eder. Fanon, ulusal kurtuluş için verilen politik mücadeleyle ilişkisi olmayan, bu mücadelede yer almayan bir kültürel kimliğin olumlanmasına son derece eleştirel bir biçimde yaklaşır. “Ulusal Kültür Üzerine” başlığını taşıyan dördüncü bölümde şöyle yazar:

Bir siyah kültür yaratmanın mümkün olduğuna inanmak… Zenci”lerin yok olma sürecinde olduğunu nedense unutmaktır… Siyah kültür diye bir şey asla olamaz, çünkü siyah cumhuriyetleri var etmenin görevi olduğunu hisseden tek bir politikacı yoktur. Sorun, bu insanların halklarına biçtiği rolü, kurmaya karar verdikleri toplumsal ilişkiler türünü ve insanlığın geleceği için düşüncelerini bilmektir. Önemli olan budur. Geri kalanı boş laf ve göz boyamadır.

Kapanış cümleleri ise kimlik politikalarının tam tersidir:

İnsan davranışlarıyla değerlendiriliyorsa, o zaman bugün Afrikalı aydınlara düşen en acil görevin kendi ulusunu inşa etmek olduğunu söyleyebilirim. Bu inşa doğru olursa, yani halkın açık iradesini ifade ederse, Afrika halklarının huzursuzluğunu yansıtırsa, o zaman kaçınılmaz olarak evrensel değerlerin keşfedilmesine ve ilerletilmesine yol açacaktır. Ulusal kurtuluş, diğer uluslardan uzaklaştırmak bir yana, ulusu tarih sahnesine çıkarır. Uluslararası bilinç ulusal bilincin tam içinde büyür ve gelişir. Bu iki yanlı gelişme aslında bütün kültürlerin benzersiz odak noktasıdır.
Bununla birlikte Yeryüzünün Lanetlileri’nin “Sonuç” bölümünde, Afrika için farklı bir yolun –Avrupalı olmayan farklı bir yolun– değerini fazlasıyla hafife aldığını düşünen Fanon ABD’yi örnek gösterir. Buna göre, hedefini Avrupa’ya yetişmek olarak koyan ABD bu hedefi öylesine iyi gerçekleştirmiştir ki sonunda kendisi “bugün bir canavar haline gelmiştir, Avrupa’nın kusurlarını, hastalığını, insanlıkdışılığını korkunç boyutlara ulaştırdı.” O halde Fanon’a göre, Afrika “yetişip” üçüncü bir Avrupa olmamalıdır. Tam tersine:

İnsanlık bizden bu grotesk ve genellikle tiksindirici taklit yerine başka şeyler bekliyor. Afrika’yı yeni bir Avrupa’ya dönüştürmek istiyorsak, Amerika’yı yeni bir Avrupa’ya dönüştürmek istiyorsak, o halde ülkelerimizin kaderini Avrupalılara emanet edelim. Onlar bizim en iyimizden daha iyi bir iş çıkarırlar. Ama insanlığın ileriye adım atmasını istiyorsak, insanlığı Avrupa’nın yerleştirdiğinden farklı bir düzeye götürmek istiyorsak, öncü olmamız gerekir… Avrupa için, kendimiz için ve insanlık için, yoldaşlar, yeni bir başlangıç yapmalı, yeni bir düşünce tarzı geliştirmeli ve yeni bir insan yaratmaya çalışmalıyız.

Fanon’un iki kitabında ördüğü düşüncesinde, kültürel kimlik ve ulusal kimlik sorunlarının etrafında anti-sistemik düşüncelerin tümüne geçtiğimiz elli yıl boyunca musallat olmuş, gelecek elli yılda da musallat olacağa benzeyen temel ikilemi görüyoruz. Avrupa evrenselciliğinin reddi pan-Avrupa hâkimiyetinin ve Avrupa’nın modern dünya sistemindeki iktidar söyleminin, Aníbal Quijano’nun iktidarın “sömürgeliği” olarak adlandırdığı durumun reddi için temel teşkil etmektedir. Fakat aynı zamanda, daha adil bir dünya için, başka bir deyişle, sosyalizmin tarihsel amacı için mücadele edenler Fanon’un “ulusal bilincin tuzakları” dediği şeye karşı daima temkinli olmuşlardır. Bu yüzden örmeyi sürdürüyoruz, zira Fanon’un sözleriyle insanlığın “ileriye adım atacağı” bir geleceğe giden yolda yürümenin tek yolu bu görünüyor.

Üçüncü başlık olarak belirlediğim sınıf mücadelesi ise Fanon’un eserlerinde merkezi bir tartışma olarak yer almaz. Gene de Fanon’un dünya görüşünde ve incelemelerinde bu konu merkezi bir konumdadır. Bunun sebebi ise kuşkusuz Fanon’un Martinik, Fransa ve Cezayir’deki tüm yaşamı boyunca Marksist bir kültür içinde yetişmesidir. Fanon ve birlikte mücadele ettiği insanların kullandığı dil yoğun biçimde Marksist öncüller ve terminolojiyle doluydu. Ancak Fanon ve arkadaşları dönemin komünist hareketlerinin savunduğu katı Marksizm anlayışına da şiddetle karşı çıktı. Aimé Césaire’ın Sömürgecilik Üzerine adlı çalışması, sömürge dünyasındaki entelektüellerin neden komünist partilerden koptuğunun (elbette bu hususta yalnız değildiler) ve neden revize edilmiş bir sınıf mücadelesi ileri sürdüklerinin en bilindik açıklaması olma özelliğini koruyor. Bu tartışmalarda kilit mesele mücadele eden sınıfların hangileri olduğuydu. Uzun bir süre boyunca bu tartışma Alman Sosyal Demokrat Partisi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin kategorileri üzerinden yürüdü. Temel argüman, modern kapitalist dünyada esas çatışmanın iki sınıf etrafında döndüğüydü: şehirli sanayi burjuvazisi ve şehirli sanayi proletaryası. Diğer tüm kesimler ya ölü ya da ölmek üzere olan yapılardı ve yok olmaya mahkûmdu, iş herkesin kendini ya burjuva ya da proletarya olarak tanımlamasına kadar varmıştı.

Fanon’un yazdığı dönemde, bunu gerçek durumun doğru ya da kabul edilebilir bir açıklaması olarak gören kişi sayısı görece azdı. Şehirli sanayi proletaryası hiçbir yerde dünya nüfusunun çoğunluğuna ulaşmamıştı ve genel olarak bakıldığında, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir kesim görüntüsü sergilemiyordu. Bunun sonucu olarak, çoğu hareket ve entelektüel sosyolojik analize daha uygun ve radikal politikaya daha iyi temel oluşturacak bir sınıf mücadelesi anlayışı arayışına girişti. Devrimci eylemin “öncüsü” olacak tarihsel özne rolü için pek çok yeni öneri mevcuttu. Fanon bu öznenin kabilesinden koparılmış, şehirleştirilmiş lümpen proletarya olarak ortaya çıktığını düşündü. Fakat bu konudaki kuşkularını da “kendiliğindenliğin tuzakları”ndan bahsederken teslim etti.

Sonuç olarak, Fanon’dan bize kalanlar tutkudan ve politik bir eylem projesinden daha fazlasıdır. Fanon ortak ikilemlerimizin parlak bir tasvirini sunar. Şiddet olmadan yeryüzünün lanetlileri hiçbir şey elde edemez. Ancak şiddet, ne kadar sağaltıcı ya da etkili olursa olsun, hiçbir şeyi çözmez. Pan-Avrupa kültürünün tahakkümünden kurtulmadan ilerlemek mümkün değildir. Ama bunun sonucunda tikelliğin olumlanması bizi çıkmaza düşürür ve kaçınılmaz biçimde “tuzaklar”la son bulur. Sınıf mücadelesi esastır, ancak gerçekten mücadele edenlerin hangi sınıflar olduğunun bilinmesi kaydıyla bundan söz edilebilir. Fakat kendi başına kalan ve örgütsel yapısı olmayan lümpen sınıflar yok olur gider.

Fanon’un öngördüğü gibi, mevcut kapitalist dünya sisteminden başka bir şeye doğru geçiş döneminde yer almaktayız. Bu mücadelenin sonucu bütünüyle belirsiz. Fanon böyle söylememiş olabilir, ancak kitapları bunu sezdiğinin kanıtıdır. Bu mücadeleden hep beraber sağ salim çıkıp daha iyi bir dünya sistemine geçebilmemiz büyük oranda Fanon’un ele aldığı üç ikilemle yüzleşmemize bağlıdır ancak bu da yeterli değildir; bu ikilemlerle yüzleşmeli ve analitik açıdan zeki, ahlâki açıdan Fanon’un da uğrunda mücadele verdiği “yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasına” duyarlı ve politik açıdan ise karşılaştığımız gerçekliğe uygun biçimde bu ikilemlerin üstesinden gelmeliyiz.

No comments:

Post a Comment